1 Şubat 2009

DOMUZ DERESİ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

AMAN BE..EVLAT…BİZİM YEMEKLERE..”ET” PEK UZAKTIR…

Yazılar hep bir giriş gelişme sonuç bölümü ile yazılır ya… Bugün ben öyle yazmayacağım…
Hala kulaklarımda… Melekçe Oruç Köyünün cefakâr Emine Anasının sözleri…
Keşif Yürüyüşü; akşamın karanlığında sorunsuz tamamlandığında yirmi dokuz Ayakizi’nin tamamının sığabildiği sıcacık bir köy evindeyiz…
Bu ev; yemeğimizi yiyeceğimiz ve soğuktan korunup sıcacık sobanın başında dinleneceğimiz… Emine Ana ile Alaattin Amcanın evleri…

Selim Bey; kereviz, havuç, patates ve hindi etiyle odun ateşinde çok lezzetli bir yemek yaptı… Bu yemek hakkında Emine Ana ile konuşurken… Benzer yemeği kendisinin de yaptığını anlattı… Ben de safça… Ne eti kullanıyorsun dedim… Ah! Nereden sordum o soruyu…
Aldığım cevap; AMAN BE… EVLAT… BİZİM YEMEKLERE… “ET” PEK UZAKTIR… Öylesine donup kaldım ki… Karşılık veremedim… Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüdü… Yutamadım… Artık ne hallere girdiğimi bilemiyorum…
Gelelim Yazımın giriş ve gelişme bölümlerine…
20 Ocak 2009 tarihli Gazetede okuduğum haber başlığı şöyleydi:”Sakarya’nın Pamukova ilçesinde doğa yürüyüşü yaparken yollarını kaybeden 18 doğa yürüyüşçüsü, sivil savunma ekipleri ve jandarma tarafından 20 saat sonra donmak üzere iken kurtarıldı.”
Hemen yürüyüş grubunun adına baktım… Kimler var diye? Birçoğu tanıdığım… Bu parkurda Gülay’la birlikte hem de yağmurlu ve sisli bir havada yürümüştük… Ve bu parkur hakkında bir takım doğa yürüyüşü efsanesi türünden şeyler yol boyunca anlatılmıştı…
Hatta köprünün başında mola verdiğimiz yer ve burada yapılan sarımsaklı çorbayı anımsayıverdim… İşte bu köprü ile ikinci köprüde hata yapılırsa ve kötü hava koşulları da varsa tehlikeli durumlarla karşılaşılabilir” diyordu… Rehberimiz Ayakizleri’nin Sevgili Başkanı Dr. Hüseyin Bey…
Ben ise hafta içi kendisine şöyle sıkı ve adrenalini bol bir yürüyüş teklifi götürmüştüm… Keza birkaç haftadır… Dağlarla selamlaşamamıştım… Kendisi duyurusunda; “en az sekiz saatlik karlarla kaplı kötü ve karanlık hava koşullarında bir yürüyüşün yapılacağını yürüyüşe gelmek isteyenlerin sıkı yürüyüşe dayanıklı olmaları gerektiğini belirtmiş idi…
AlifuatPaşa’ya gelinceye kadar nereye gideceğimizi bilmiyorduk desem inanır mısınız? Evet parkur… İhtiyacım olan endorfin hormonunu karşılayacak düzeydeydi… Neresi mi? Gazete başlıklarında okuduğum… Geçen hafta donma tehlikesi geçirilen “Domuz deresi parkuru” idi…
Hemen hemen grupta bulunan yirmi dokuz kişi de karlarla kaplı bir yürüyüşle birlikte başımıza ne geleceğini merak etmiyor değildik… Sırt çantam her zamankine nazaran biraz ağırca sıcak sudan… cep sobasına…ve..gerekli ilk yardım ve yedek giysilere kadar ne ararsanız var…
Hüseyin Beyin düşüncesi; bu grup nerede ne hata yapıp da böyle olumsuz bir durumla karşılaşmıştı bunu keşfetmek idi… Ya benim…
Benim tek isteğim… İse… Endorfin, Adrenalin, kısacası aklı ön planda tutan heyecanlı ve sıkı bir yürüyüş… Çünkü birkaç haftadır… Yürüyüş yapamadığım için öylesine “endorfin hormonuna” ihtiyacım vardı ki anlatamam… u arada bu hormon hakkında sözlükte yazılan bilgi de şöyle;“doğa ve uç sporları” yapan insanlar, bu maddenin ve adrenalinin bağımlısı olurlar. Ama bu istek dengelenmez ise onları kötü koşullara kadar götürebilir. Çünkü devamlı aynı miktarda endorfin salgılanması için önceki yaptıklarından daha "uç, aşırı" bir şeyler yapmaları lazımdır. Bu sözlükteki yazılan… Doğru mu? Doğru vallahi… Onun için aklı ve önlemleri ön plana almak gerektiğini yazmıştım…
Yürüyüş güzergâhında karların eridiği görülünce, Hüseyin Bey bu kez parkuru “D” harfi şeklinde daha karlı bölgeye doğru değiştirdi… Hava kapalı ancak üzerimizdeki bulut yüklü yağış hazırda bekliyor… Ve kısa sürede sulu sepken sonra da yağmur olarak yağış başladı… Grup tempolu yürüyor… Tırmanışlar inişlerle birlikte gözüm “yamaçlardaki karların durumunu inceliyor… Yamaç yürüyüşü yapmıyoruz...Düz alanda yürümemize rağmen 50–30 cm derinliğindeki karda birde suyla kaygan hale geldiği şekliyle yürümek oldukça güç ve tehlikeli bir hal alıyordu… Çünkü henüz bir yıl olmadı… Böyle bir kaygan zeminde yürüyüşü hafife alınca nasıl tepe takla yere düşüp parmaklarımı kırdığımı unutmuş değilim…Bu arada birinci köprüye yaklaştığımızda Hüseyin Beyin öğle yemeği için hazırlık yaptığını fark ettim… Menü şöyleydi… Tahin, Pekmez… Ekmek… Ayaküstü atıştırdıktan sonra birinci köprüyü geçtik… Ama köprü de yol üçlü çatal yapıyor… İşte tam burada ki izler o denli yoğundu ki… Bu noktada problemin başladığı ve devam ettiği esas ikinci köprüye vardığımızda anladık… İkinci köprüye uğramamışlardı…
Sağ yanı başımızda Domuz deresi öylesine gür akıyor ki… Sanki İlkbahardayız… Bir hafta esen lodos sanırım karları eritmişti… Tabii ki bu durumda bastığımız karların altını da: Yamaçlardaki karları da gözlemlememiz gerekiyor du… Gerçi çığ tehlikesi bu bölgede yoktu ama kayganlık birinci düşmandı…
Hava karardığında hava iyice soğumaya başladı… Kısa süreli molalarda dinlendikten sonra… Sorunsuzca Melekçe Oruç Köyüne varmıştık…

24 OCAK 2009
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL