28 Ekim 2008

AYAKİZLERİYLE GELENEKSEL 4NCÜ DEREYÖRÜK -OSMANELİ GÜZ KAMPI

"OLGUNLUK" CAN DÜNDAR'IN DİZELERİYLE
“YAPMACIK, İNANMADAN KONUŞMAK İSTEMİYORUM ARTIK,
BENİ ANLAMAYANLARLA KONUŞMAK CÜMLE KİRLİLİĞİ YARATIYOR…
VE HAK EDENLERE SAKLAMIYORUM ENERJİMİ…
İSTEDİĞİMİ İSTEDİĞİME DEME ÖZĞÜRLÜĞÜNE SAHİBİM…
ELEŞTİRME HAKKINI OLUŞTURAN YAŞAMIŞLIK VE YETERLİ YAŞ FAKTÖRÜ ARTIK BENDE DE VAR…

“BEN DEMİŞTİM”,”BEN BİLİRİM” “BEN ZATEN ANLAMIŞTIM” SENDROMUNDA OLANLARLA ARKADAŞLIKLARI BİR KEZ DAHA SORGULUYORSUN…

BOŞ GEÇEN HER SANİYE; DEĞERLİ ARTIK.
DAHA YAPILACAK ÇOK ŞEY VAR AMA…
KENDİMİ ÇOK YORMAKTAN YANA DEĞİLİM…”

AYVA PERVERDESİ… AYVA REÇELİ… AYVA LOKUMU= OSMANELİ/BİLECİ

Hafta sonu İstanbul caddelerinde Ayakizleri bireyleri teker teker toplanırken sabahın bu kör saatlerinde aç susuz olmaz ya...Kahvaltı da yapılır...
Kadıköy'ün kaldırımlarında... Afyonu patlamadan fotoğraf da çektirilir...

Bu kez rotamız “OSMANELİ” ilçesinin DEREYÖRÜK Köyü…
M.Ö 2000 li yıllardan beri her medeniyete ev sahipliği yapan ilçe:1308 yılında Osman Gazi tarafından fethedilmiş.
Evliya Çelebi “seyahatnamesinde” bu yöreyle ilgili ” Dünyada eşi benzeri olmayan Birer buçuk okka çeken ayvasından ve ayva perverdesi(ayva şırasından yapılan tatlı) , ayva reçelinden bahsetmekte… Osmaneli’ne varıncaya kadar aracımız; İstanbul şehrinin kargaşasından… Osmaneli’ndeki “zaman” özür dilerim, “doğallık tüneline” varıncaya kadar… Yolculuğumuz; o denli neşeli ve oyunlar eşliğinde geçti ki… Her birimiz şehrin mekanik tutum ve davranışından ayrışmaya hazır hale gelmiştik…
İşte karşımızda Osmaneli Belediye Başkanı Selahattin Çetintaş, onun çalışkan yardımcısı Remzi Öner Bey ve Belediye yetkilileri inanın Tüm Ayakizleri grubunu; Sevgi ve Özlemişlikle karşıladılar… Belediye Başkanlığı olarak ürettikleri “AYVA LOKUMU” yeni ürünlerini tadarken… “Evliya Çelebi”nin hatta onun çağından da önceki asırlarda ayva çeşnilerini ve bu güzelliklerin hala devam ettirildiğini düşünmeden edemedim…
Belediye Başkan Yardımcısı Remzi Beyin rehberliğinde; Osmaneli’nde bir kültür gezisi yaptıktan sonra; ilçe merkezindeki “cağ kebabı ve piliç etinden yapılan özel kebapları yerken bu güzelliğe Güneşin parıltılı, ışıltılı göz kırpmaları da eşlik ediyordu… Özellikle İstanbul’da yağmurlu bir hava varken, burada güneşli bir havayla karşılaşmak… Bu seçkin hava Ayakizleri geleneksel kampının huzurlu ve neşe’li geçeceğini muştuluyordu…
Üç araç peş peşe anayoldan toprak yola sapıyoruz, bir müddet sonra ayva bahçeleri onun peşine çam ormanları rampalar rampalar Atilla Bey ustalığını gösteriyor… Keçi yoları gibi kıvrılan sol yanı uçurumlu yollardan teğet geçerek ilerliyoruz… Bu arada Osmanelinden alınan Bozalar da yol boyu içiliyordu...Belenalan Köyünde araçlardan indik; buradan artık bu benzersiz doğada DEREYÖRÜK Köyünde kamp kuracağımız yere kadar yürümeye başladık… Başladık ama bu nasıl yürüyüştür… Çocukluk halleri birbirini kovalıyor…
Elma, armut, ayva ne bileyim her bir dalından kopardığımız meyvelerle yürüyoruz ve yiyoruz… Dalından kopardığım kafa büyüklüğündeki ayvalarla tekrar “EVLİYA ÇELEBİ”Yİ yâd ediyorum…
AAA! Gülay domates bahçesinde “ dalından domates koparıyor… Sonra salatalık, biber… Demek ki meyve üzerine domateste yenirmiş?
Biraz sonra çam ormanı başladı… Aman Allah’ım! Sağ altımızda şırıl şırıl akan “GÖKSU ÇAYI” sesini duyuyorum… Kendini masmavi? Hayal ediyorum… Yolu kat ettikçe çayı görür bir duruma geliyoruz… AMAN ALLAHIM! Bu kez keyiften değil şaşkınlıktan, üzüntüden; Nerede o masmavi renkli çay, nerede?
BEMBEYAZ KÖPÜKLERE BOĞULMUŞ SİMSİYAH RENKLİ BİR AKARSU… İSYAN EDİYORUM… TÜM SORUMLULARA… Bu güzelim doğa harikası yöreye ihanet edenlere: İSYAN EDİYORUM… İSYAN EDİYORUZ… DOĞA TUTKUNLARI olarak…
Sola yukarı sapıyoruz… Sağa aşağı baktığımda benden aslını istercesine yardım isteyen “GÖKSU” ile göz göze geliyorum…Ve kendisine şöyle sesleniyorum… Duyuramadığım sesimle… Sen! İnanıyorum ki kısa sürede “GÖK” rengine kavuşacaksın!
Sol yanımda çam ağaçları içerisinde Dereyörük Okulu bahçesi bizim Ayakizleri için tahsis edilmiş… Belediye Başkanı ve Yardımcısı Remzi Bey; lambalar koydurmuş… Helâ ve çeşmesi en önemlisi Yirmi dört saat hizmet veren bir çay ocağı her şey hazır…
Çadır yerleri aranıp taranırken; Barış bize çadır yerini ayırmış bile…
Kurmayı yaklaşık on yıldır beklediğim “çadırımı” büyük bir törenle Remzi Bey; Barış ve Gülay’ın yardımıyla kurmaya başladık…
Neden “on yıl bekledin” diye sorduğunuzu duyar gibiyim?
Sizi sıkmadan anlatayım…
Gülay’la uzun yıllardır doğa yürüyüşü yapıyorum… Ama çerden, çöpten, böcekten korkusu çok büyük… İşte bu nedenden dolayı çadırda yatamadı… Bu kez de Kendisi köy evinde yatacak yer olmadığı için de bendeniz çadırda kalacaktım… Çadır kuruldu… Ama çadırda çadırmış? Bu güzellik karşısında “Gülay” ben de çadırda kalacağım dediği an dünyalar benim oldu… Gecenin sessizliği Ayakizleri’nin nağmeleri ile yankılanıyordu… Karşı yamaçtaki kerpiç evlerin ufacık pencerelerinden sızan ışıklar hatta bacalarından tüten cılız da olsa duman… Hafta sonu olmasına karşın geç olmadan bir bir sönmeye başladı…
Bizler büyükçe yakılmış kamp ateşi etrafında oturmuş; yediğimiz yemekler sonrası yarenliğe ve eğlenceye devam ediyoruz… Belediye Başkanının kampımızı süpriz ziyareti kendisinin de en az bizim kadar doğaya düşkünlüğünü gösteriyordu...O geceye has güzellikler belgeleniyordu...Neşeyle,gülücüklerle...Diğer süpriz ise dağ başındaki yaş pastayla yapılan süpriz idi.



Yeni günün ilk saatleri geride kalırken çiğ yağmaya serinlik de soğukluğa dönüştüğünde çadırı uygun olmayanlardan mırıldanmalar yükselmeye başlamıştı… Battaniyesi olan var mı? Gülay’la birlikte çadırdayız… Milyarlarca para çıksa veya kendime bir villa yaptırsaydım… Bu denli içten sevinmezdim… Diyebilirim… Çadırda battaniye örtmeyi hiç düşünmedik çünkü terlemeye başlamıştık…
Çadır fenerinin kısık ışığında çadırın iç kısımlarındaki su damlacıkları dışarının ne denli soğuk olduğunu belli ediyordu…
Ayrıca “AYFER HANIMIN” hazırlamış olduğu yemekler… Gözümün önüne geliyor ve Gülay’la düşüncemizi paylaşıyorduk… Patlıcanlı pilav… Ezme… Ne sayayım… Ne arasanız var… Bu dağ başında… 55 kişiye yetecek büyüklükte bu hazırlığı tek başına yapma düşüncesini… Bir de siz okuyanlar… Siz düşünebilir misiniz? Bu insanları tanımak… Onlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu duyurmak istiyorum… Bizleri bencil düşüncelerimizden bir an olsun uzaklaştırdıkları için… Teşekkürler! “Ayfer Hanım” hem yediklerim için hem de beni bencil düşünme yetisinden uzaklaştırdığınız için…
Sabah köyün horozlarının sesinden önce Köyün imamının ezan sesi biraz da şunlardan birkaçını namaza çekebilir miyim? İsteği ile okuduğu Ezan sesi… Az sonra Ayakizleri’nin Ayak sesleri duyulmaya başlandı… Sabah kahvaltısında yok yok… Bir tencere köy yumurtası kaynıyor… Odun ateşinde… Yine közde kızartılmış köy ekmeği… Ya köyden yeni sağılmış süte ne dersiniz… Ağzınızın şapırtısını duyuyorum…
Anlatacaklarım o kadar çok ki daha da kısa anlatmalıyım… Kamp yeri geride kaldığında: Şimdi yeni meyve ve sebze tarlalarını ve onların böğrüne dikilmiş Düzmeşe’deki “SELÇUKLU GÖZETLEME KULESİNİ” keşfetmeye başlamıştık…
Yollar yemyeşil vadilerden koyu yeşil çam ormanlarının arasından sonra zeytinlikler ve İznik ovası ve bahçeler ilk günkü gibi bayılıyorum buraya duruluğunu, doğallığını koruyabildiği için…
Yeni rotamız… Anladığınız gibi… İZNİK… Burada ki kültür gezisi İznik kültür ve medeniyetlerin kesiştiği nokta diyebilirim...Erken Osmanlı Camilerinden ilkini Hüseyin Beyin ağzından dinlemek daha etkili oluyordu...Ve Kasaptan köfte ve biftek alışverişinden sonra ver elini… Antik çağlardan kalan suyunun sıcaklığı 32 derece olan KERAMET KAPLICALARI… Yüzmez misin? Bu sımsıcak suda günün soğukluğunu giderircesine…



Keramet Kaplıcalarında Sevgili arkadaşlarımız Cenap ve Eşi Jale'yi görünce gözlerime inanamadım...Gerçekten insan insana kavuşurmuş.. Mangal başında Başkan Hüseyin Bey ve Selim Bey… Sucuk… İznik Köftesi… Ve… Tarladan kopartılan kavun… Ya… Rakı… İçenler için…
İki gün süren doğaylabaşbaşalığın sonuna yaklaşıyoruz… Yolumuz uzun Yalova ve Eskihisar’a vapurla geçiş ver elini İstanbul…
Akşam saatlerinde pek de umurumda değil…Evin yolunu tuttuğumuzda çadırda yatmak için on yıl beklediğime deydi diye düşündüm…
Bu satırları yazarken dahi hala oralardayım…
Seviyorum… Doğayı ve Doğallığı… Doğallığın getirdiği duruluğu ve olgunluğu...
Teşekkürler AYAKİZLERİ… Teşekkürler… Tonton Başkan… Teşekkürler... Doğa sever Osmaneli Belediye Başkan ve Yardımcısı...
5nci Geleneksel Dereyörük Kampını sabırsızlıkla bekliyoruz…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
18/19 EKİM 2008

1 Ekim 2008

KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAY'A ZORLU İNİŞ

“HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ…
Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.”
JOHN LOKE–1689


KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAYA’A ZORLU İNİŞ…
2008 yılının Eylül 14’ü can dostum sevgili eşimle yine doğanın içine doğru yol almaktayız, belki de yılın son sarı sıcağı ile karşılaşıverdik oysa hava tahminleri yağmurlu idi…
Adapazarı/Ali Fuat Paşa’ya gelinceye kadar İzmit öncesi mola verildi, bu küçük dinlenme yerinde dikkatimi çeken yenilik “Kuaförün” hizmete girmesiydi…

Burada kim?
Neden? Tıraş olur? Düşünmedim değil?
Birer kare çekmeden duramadım… En azından merakımın nedenini görmeniz için…
İkinci mola; meyve ambarı olarak adlandırdığım Ali Fuat Paşa’da verildi… İlk işimiz manavımızdan meyvelerimiz almak oldu…
Buradan tarihi köprüyü geçerek Kapıorman Dağlarının eteklerinden zirveye doğru Kızılcapınar tepeye tırmanmaya başladık… Atilla Kaptanın ustalığı bu geçtiğimiz daracık yollarda belli oluyordu… Öyle bir yere geldik ki artık yol bitmişti…
Araçtan inerek kısa bir hazırlık sonrası yürüyüşe başladık, ancak iner inmez bizi karşılayan sarı sıcağın etkisi öylesine birden bire bizi bunalttı ki kendimizi hemen bir gölgeye atma ihtiyacı duyduk.
Grup yani 45 “Ayakizi” yürüyüşe başladık ama devamlı rampa çıkıyoruz… Isınmadan rampa çıkışı, yüreğimizi baskılamasın diye diyafram nefesi almayı ihmal etmiyoruz…
Allah’ım çeşme başına yaklaştıkça o meşhur “mayıs” kokusu öylesine arttı ki anlatamam, köylerin ve ağıl başının eksik olmayan kokusu… Mayıs kokusu… Bendeniz gibi birilerine göre köyün ve doğanın ta kendi kokusu kimine göre de bok kokusu…
Gülay’la birlikte sulak başında ki larva halindeki kurbağaları seyrederken birden ortaokul sıraları aklıma geldi… Kurbağaları ilk kez o sıralarda iken incelemiştik…
Sonra yürüyüşümüz yine eksilmeden artan sarı sıcak altında hiç istemediğimiz halde toprak yoldan devam etti. Zorunlu olmadıkça bir doğa yürüyüşçüsü asla yoldan yürümek istemez…
Sağ yanımızda ki kurumuş dikenlerle kaplı alanın, öylesine değişik hisler uyandıran bir görünümü vardı ki beni hemencecik Toros’lara götürüverdi… Selim Beyin o dikenli bitkiler içindeki görüntüsünü makineme kaydediverdim…
Şu anda sarı sıcağın etkisinden kurtulmak üzere kocaman bir ağacın gölgesindeyiz, tam keyif aldık derken Hüseyin Beyin devam komutu… Keyfimizi yarıda bıraktı…
Bu kez başka bir keyif kendini gösteriverdi “böğürtlenler” bahçesi hurrraaaa!!! Böğürtlenlerin içinde, altında, kenarında, her bir yanında bir Ayakizi beliriverdi…
Artık “böğürtlen uzmanı olmuştuk… Aroması damak tadımıza uymuyorsa bırakıp diğerlerine seğerti veriyorduk…
Kızılca pınar’a varmak o kadar kolay olmadı yamaçlar bir bir geçildi… Ama şekilden şekle girerek…
Sonra “Kızılca pınar” çatağına öylesine yayıldık ki… Sormayın gitsin… Amaç kumanya yemek değil… Kahkaha atmak… Hem de… Espirinin dolusuna boşuna bakmadan…
Gözümüzün ucuyla göğe doğru bakışımızda ağaçlar üzerine teğet olarak, adeta bizlerin ne yaptığını merak edercesine aşağılara salına salına geçen, yağmuru muştulayan bulutlarla göz göze geldik… Kemal Beyin uzun atlama rekor denemeleri...

Bol kahkahalı bir mola sonrası tekrar yürüyoruz…
Aman Allah’ım bu kez de böğürtlen tarlası diyebilirim… Diyeyim mi? Evet tarla… Bahçe değil!

Ayak izleri bu kez tarlanın tam göbeğinde aroması çok farklı ben devamlı yiyorum… Gülay şişe içerisine koyuyor Tuğçe’ye götürecek…
Bu yürüyüş diyebilirim ki tamamıyla böğürtlen toplama yürüyüşü oldu… Buraya kadar her şey iyi…
Sarı sıcağın etkisi kırılmıştı ancak bu kadar da lay lom yürüyüş de olmaz ki???
Hüseyin Beyin yıllardır yürümediği bu parkurun bundan sonraki bölümünde başımıza neler geleceğini bir ara düşünmedim değil???
Yürüyüşün bundan sonra sanırım bizi büyük bir sürpriz bekliyordu… İşte keyif anı bu andı?
Bilinmeyeni keşfetme duygusu… Ne ile karşılaşacağını bilmeme duygusu… Sanırım “adrenalin” denilen şey bu?
Etrafımızda öylesine bir doğa var ki yemyeşil ama acilen yağmura ihtiyaçları var…
Karşımıza ilk çıkan şey; fındık bahçeleri idi şimdiye kadar fındık bahçesinden böylesine fındık toplamamıştım... Benim bildiğim fındık dalından kopartılır... Ama Selim Beyin öğrettiğine göre hasatı yapılan bahçede fındık yerden toplanırmış...Tüm AYAKİZLERİ yerlere eğilmiş durumda...
Sonra fındık bahçeleri içinde bir köy... Fındıklar toplanmış kilosu beş ytl den fındık alıp Kemal Beyle fındığı baltayla kırmanın keyfini deneyimledik... Hiç böyle bir şey denememiştim doğrusu...
Yürüyüşümüz bu kez orman içinde tam tamına bir yağmur ormanları görünümünde devamlı iniyoruz 1350 metrede idik şimdi 900 metre bu iniş öylesine kabak tadı vermeye başladı ki bilek ve üst baldırlar fren yapmaktan, yan basmaktan acımaya başladı, hem de ne acı…

Bu acıya mola öylesine iyi geldi ki artık gökyüzü görünmüyordu…
Yem yeşil; yerini gizemli bir yeşil- gri- siyah tonlarının ortaklığına bırakıyordu… Bundan sonraki parkur iyice gizemli bir havaya bürünmüştü…
Bu kez ulu asırlık ağaçlar arasında öylesine iniyoruz ki ve yokuş öylesine dikleşti ki inmek de hatta adım atmak da zorlaşmaya başladı…
Önden sincap çevikliğiyle ilerleyen Emrah muştulu haberi aşağıdan duyuruyordu… Çayı buldum!
Aşağılara inmeye çalışan bizler; “Kanlı Çay’ın” kollarından bir dereyi bulup ayaklarını da daldıran Emrah’ın yanında, ben de ilk iş olarak ayaklarımı suya daldırmak oldu...
Hüseyin Beye ilk sorumuz daha iniş var mı? İdi…
Aldığımız haber iyi idi iniş yok tu?
Ama? Bu kez ilerlememiz esnasında dikenli çalıların içinde kalıp da kollarımız bacaklarımız jiletle çizilir gibi çizilmeye başladığında inişe razı olur durumdaydık…
Hem “haz” var hem “acı”. Bu nasıl bir duygudur? Anlatılması güç bir duygu: Bu benim hissettiğim!
Ya siz okuyanlar ne hissedersiniz bilemiyorum?
İsterseniz bu ikilem arasındaki farkı; 1689 tarihinde ünlü filozof “John Loke” “İNSAN ANLIĞI ÜZERİNE BİR DENEME” kitabında nasıl anlatmış… Bir bakalım…
“Haz ve Acı; belli nesnelerin ya zihinlerimizdeki ya da bedenlerimizdeki değişik derecelerdeki etkileriyle üretilmiş olduğundan, biz de bir haz üretme özelliği olan şeye iyi; bizde bir acı üretme özelliği olan şeye de kötü diyoruz.
Çünkü bunlarda mutluluğumuzun ve mutsuzluğumuzun kendilerine bağlı olduğu haz ve acı üretme özelliği vardır.

HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ… Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.
Bu yönden görülen mutluluğun her insan her zaman ardından gider ve onun bir bölümünü oluşturan şeyi herkes arzular, insan iyi olduğu kabul edilen öteki şeylere, onları arzulamadan bakar, yanlarından geçer ve onları gerekli bulmaz…”
Biz de acı ile söylenerek dikenlerin içinden büyük bir mücadeleyle çıktıktan sonra Kanlı Çayı ve yanında ki yolu görür görmez tüm acılar uçup gitti… Biraz önce göremediğimiz ama şu anda duyumsadığımız…
İyi olan öteki şeyleri arar durumda idik…
İlerlerden burnumuza yakılan ateşin duman kokusu geliyor… Yaklaştıkça bunların bizim öncü ekibin yaktığı ateş olduğunu gördük…
İçimiz de oruç olanlar da vardı… Onlara gıpta ile bakmamak elde değil… Bu zorlu inişe nasıl katlandılar? Çeşme başında mangal keyfi sormayın gitsin… Duyumsadığımız iyi olan şeyleri adım adım yakalayabiliyorduk… Bu sofrayı bizlere hazırlayan tüm ekibe ne kadar teşekkür etsem azdır…
Zaten bu Ayakizleri’nin değişmez özelliği: İş hayatınızda yakalayamadığınız; yardımlaşmayı, paylaşmayı, bilgi değişimini, rekabetsizliği, dedikodusuzluğu, tarafsızlığı burada iliklerinize kadar yaşayabilirsiniz…
Ancak bir duygu vardır ki; makamca veya paraca güçlülüğün verdiği büyüklük tafrasına burada yer yoktur…
Bu duygu ve düşünce içinde olan bir kişi yanlışla yürüyüşe katılabilir… Ama diğer yürüyüşte yalnız kalır…

Oruç olanların dahi hazırladığı sofra sucuk, köfte, karpuz, erik, üzüm ne sayayım sofra Halil İbrahim sofrası gibi donatılmıştı…
Evlerimize dönerken mi?
Sadece uyuduğumu ve Mecidiyeköy’de indiğimi hatırlıyorum…
Teşekkürler Ayakizleri ve Onun Tonton Başkanı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15EYLÜL2008