18 Şubat 2011

AYAKİZLERİYLE KARAGÖL'DE ZAMBAK BEYAZI BİR KIŞI ARARKEN

AYAKİZLERİYLE KARAGÖL’DE ZAMBAK BEYAZI BİR KIŞI ARARKEN…


İstanbul’dan ayrılırken kuru soğuktan etkilenmemek için oldukça temkinli davranmış, sırt çantalarımıza yedek giysilerimizi almayı ihmal etmemiştik… Bir de bu temkinli davranışımı ayak sobalarını da ilave etmemle perçinlemiştim…

Sakarya ili sınırlarına girinceye kadar kestirdiğimin farkına vardım, Geyve boğazı ve derken AliFuatPaşa’da mola verme zamanı gelmişti… AlifuatPaşa adını, Kurtuluş savaşı Komutanlarından Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’dan almış. Sakarya nehrinin bir kıyıdan diğerine geçişini sağlayan köprü Fatih’in oğlu Sultan Beyazıd tarafından 1495 yılında yaptırılmış ve doğu seferlerinde bu köprü kullanılmış. İpek yolu üzerinde bulunan eski adı ile “köprü” (Alifuatpaşa) tarihte ki önemi her medeniyette kendini hissettirmiştir.

Ali fuatpaşa’dan gereksinmelerimizi aldıktan sonra Taraklı istikametinden İçdedeler köyüne döndük, daracık sokaklardan neredeyse sürtünerek geçtiğimiz evler; bu evlerden birinin penceresinden meraklı gözlerle bakan ihtiyar, başörtülü bir ninenin yüzü ve bakışları beni çok etkiledi…

Bir müddet sonra “Karagöl” bölgesinde araçtan indik… Yürüyüş başladığında… Her zaman olduğu gibi ilk yirmi dakika; yaklaşık beş saatlik araç yolculuğunun etkisinden kurtulma ve bedenin ısınması ile zor geçti diyebilirim… Sonra her adım attıkça doğanın farkına varmaya, bu kez yolculuk başlamadan usumuzda canlandırdığımız “zambak beyazı karla kaplı” doğayı aramaya başladık.

Yokuşlar inişler birbiri ardına devam etti… Ayakizleri Hüseyin beyle bu parkuru sanırım bu dördüncü yürüyüşümüz idi.

Her yürüyüşte zorlu hava koşullarının etkisinde kalmış her seferinde ayrı bir macera ile karşılaşmıştık… Bu kez nelerle karşılaşacağımızı henüz kestiremiyorduk…

Bir müddet sonra yer yer karlarla karşılaşmaya başladık… Tam Karagöl Yaylası sınırlarına yaklaşmıştık ki… Göz alabildiğine bembeyaz karlarla kaplı KARAGÖL düzlüğü sere serpe önümüzde uzanmış duruyor…

Karagöl Yaylası ile ilgili edindiğim bilgiler de şöyle: Taraklı'nın 21 km. kuzeydoğusunda KapıOrman dağları üzerinde yer almasına ragmen hemen ardındaki Köroğlu Dağlarının etkisi altında kalan bu yayla deniz seviyesinden yüksekliği 1.200 m.dir.

Etrafı tamamen çam, kayın, köknar ve meşe ağaçları ile kaplı olan Karagöl Yaylası, 567 hektar genişliğindeki alanıyla, bol oksijenli havası ve soğuk içme sularıyla doğal bir tedavi merkezidir.

İlkbaharda karların erimesiyle sularla kaplanan yayla, nisan ayının ikinci yarısında, sular tamamen çekildikten sonra doğa harikası bir görünüme bürünmektedir. Buranın önceleri göl olduğuna inanıyorum… Keza Göller bölgesinde böyle manzaralarla sıkça karşılaşmıştık…

Şimdi bu zambak beyazı yer yer buz tutmuş, yer yer dereciklerden akan sulardan zıplaya zıplaya güzelliği de her adımda makinamıza kaydederek ilerliyoruz…

Bu göl geçişi sanırım şimdiye kadar yaptıklarımızın en iyisi ve keyiflisi idi… Artık düzlük alan bitmiş çıkacağımız 1450 metredeki diğer yaylaya kadar rakım giderek artmakta idi… Arazi, alçalan yükselen arazi niteliğinde aslında bu tip arazi(ters kompartıman) biz doğa yürüyüşçüleri için o kadar faydalı ki anlatamam…

- Neden der gibisiniz?

-Kondisyon ve direnci artırıcı etkisi olduğu için…

Tekrar bir yokuş ve düzlük bu kez yeni bir gölet; ama buz tutmuş kıyısında hemen yanımızdan geçen Muhittin Tetikli’nin pozitif enerjisi ile biz de manken gibi pozlarımızı veriyoruz…

Tekrar yürüyüş kısa süreli bir mola sonrası… Geldiğimiz Karagöl bölgesini gören “boyun” bölgesinden bir poz daha alıyor ve son yükseltiye kalan gücümüzle ağır ağır çıkmaya başlıyoruz…

Serinlik yerini kuvvetli rüzgâra ve soğuğa bırakmıştı… Doğal olarak Güneş batmakta bu anı kaçırmakta istemiyoruz… Ancak soğuğun etkisiyle de bu tepeden hemen uzaklaşmak istiyoruz… İkircikli bir gidip gelme yaşıyorum ama Gülay’la fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi ihmal etmiyoruz…

Tepeden aşağı inişle birlikte hava da kararmaya başladı, Ay ışığı şimdilik yeterli ama ormana girince tepe lambasını yakma ihtiyacı hissettik…

Meyil oldukça fazla yer yer kar örtüsü altındaki bayır aşağı inişte yardımlaşmayla engeller aşıldı…

Bir müddet yürüdükten sonra burnuma o çok sevdiğim sobalardan tüten meşe odunun kokusu geldi… Artık bir köye ulaşıyorduk…

Karanlığın aralarından tek tük ışıklar görünmeye başlamıştı…

İlk karşılaştığımız evin çamaşırlar asılmış balkonu dikkatimi çekti… Gülay’ın bir pozunu burada çektim…

Gözüm henüz karanlıktan aydınlığa alışmak üzere iken: Köyün girişinde hem tokalaşıp hem de “Aç mısınız? Buyurun yemek yiyelim! Hoş Geldiniz köyümüze! Diyen köylüye şaşkın şaşkın bakarken birden irkildim, şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalıştım… Teşekkür ettim…

Ve yan gözle köylünün kısa kollu gömleği ile o soğukta her karşılaştığı kişiye aynı içten davranışı sürdürmesini izledim…

Şehrin alıp götürdüğü “insanlığın, buralarda hala ölmediğini” düşündüm… Kendimize olan güveni(özgüven) başkalarının verdiği değere; özellikle de kişisel menfaat kaynaklarına göre şekillendirmeyi görev edinmenin buralarda geçer akçe olmadığını düşündüm.

Nezaketin; dürüst ve içten gelen davranışın sergilenmesi için kesinlikle başkalarının tanıklığına gereksinim duyulmadığına şahit oldum… Bu mekânda burnu havada kendinden başka herkesin aptal olduğunu düşünen tiplerin barınamayacağını düşündüm…

Artık yürüyüş bitmiş, üzerimizdeki giysileri değiştirmiş… Yemek için ateş başındaki yerimizi almıştık… Hüseyin Beyin, köylülere hazırlattığı yemekleri yerken “köylü kadının” bizlere hizmet daha doğrusu misafirperverliğini görünce etkilenmedim dersem yalan olur…

Dönüş yolundayız… Ne zaman İstanbul’a varırız düşünmüyorum…

Aklımda kalanlar… Gözümün önünde uçuşanlar…


-İhtiyar ninenin buğulu pencere ardından bakan şaşkın bakışları…


-Köyde bizleri karşılayan köylülerin “statü endişesi” hissetmeyen davranışları karşısındaki şaşkınlığımız ve bu davranışlarla kendi “benlik imgelerimizi” de gözden geçirmemiz gerektiği…


MEHMET YÜCEBİLGİÇ

ŞUBAT 2011 -İSTANBUL