Oh! Oh Be!
Demek geliyor içimden.
Neden mi?
Bu bahar doğa yürüyüşü yapmaktan ümidimi kesmişken…
Gülay; Zirve Dağcılığın 10 Mayıs 2009 günü keşif yürüyüşü düzenlendiğini ve katılmam için iyi bir fırsat olduğunu söyledi…
Birkaç telefon sonrası… Ancak yedeğe yazılabildim… Aysun Hanımın telefonu ile yürüyüşe katılma heyecanı içinde aracın kalkış saatinden yarım saat önce sabah saat altıda soluğu Taksim’de aldım…
Teker teker yürüyüşçülerin duraklardan toplanması ile… Yolculuğumuz başladı… Zirve Dağcılık Kulübünün Kuruluşuna İzmir’de şahit olmuş ve birkaç yürüyüşüne de eşimle birlikte katılmıştık, canlı ve dinamik ve iddialı bir kulüp…
Araçta bildirileri okutulurken önemle ve öncelikle kulübün “bir doğa gezi firması” olmadığı vurgulanıyordu; Gerek Muhittin Bey Gerekse Aysun Hanım… Prensipleri yerleştirmekte ısrarlı ve kararlı bir tavır sergiliyorlardı… Rehber Muhittin Bey ve öncü Faik Bey, artçı Hakan Bey ve yürüyüşün idari ve sıhhi fonksiyonunu üstlenen İlkay Hanım…
Yürüyüş için alınan tedbirler ise üç yıl öncesine göre daha profesyonelce “yürüyüş çeşitliliği 14-15 Km si tamamen GPS üzerinden keşif şeklinde… Diğer 4-5 Km bilinen bir arazide; Yani şansa kadere kısmet… Kısacası benim ve Gülay’ın tercih ettiği adrenalini bol bir yürüyüş…
Vapur yolculuğu ve sonrasında aracımızla Yalova- Gemlik ve Narlı Köyü derken Selimiye Köyünde Yürüyüşe başladık… Öncelikle Beş km. ilerde 2002 yılında Onno Tunç ve kendisiyle beraber uçak kazasında ölen arkadaşı Hasan Kanik ile…1996 Yılında Taz Dağlarına çarparak düşen Onno Tunç’un özel uçağını arama çalışmalarında donarak ölen iki dağcı Emrah Çelebi ile Selçuk Olcay’ın anısına yapılan Anıtı ve dağcıların ne şekilde donduklarını ve ne şekilde bulunduklarını Rehberimiz Muhittin Gürçay; Ünlü Dağcılardan Alper Sesli’nin anlatımlarına dayanarak açıkladı.
Buradaki dikkat çeken durum… Uçağın enkazını bulmak için giden iki dağcının soğuktan donarak ölmeleri… Ve Yazmayı hiç arzu etmezdim ama Anıtın dikenli tellerle çepeçevre kapatılması… Belli ki bu anıtın levhaları ve önceleri yapılan güneş enerjili lambaları olmadığına göre bunlar köylüler tarafından sökülmüş olsa gerek; aldığımız bilgilere göre de öyleymiş… Önlem olarak bu anıt Köylülere emanet edilemez mi idi?
Sonra birden babamın içinde bulunduğu yolcu uçağının Toros’ların eşiğinde düştüğü yeri de görmeyi çok arzuladığımın ayırdına vardım… Belki bir gün o yerlerde de yürürüm? Doğanın dışına kendi dünyama kaydığımın gelgitlerini yaşamaya başladığımda; barış halinde bu düşünce sarmalının içinden Çıkmayı ve tekrar doğanın berraklığına ancak ormanlık alana girdiğimizde becerebildim…
Yürüyüşümüz orman içinden adeta patika izi ararcasına devam etti… Gps, arazi uyumu ile geçen ve bir bir serüveni andıran yürüyüşümüz kimi zaman dere içinde kimi zaman belki de asırlık patikaları ve genellikle de gökyüzünün görünmediği orman içinde geçti… Derin patikaların içinden geçerken doğrusu yüz yıllarca önce buralardan kimlerin geçtiğini hangi şartlarda kullanıldığını merak ettim… Hemen aklıma Likya yolu ve şu andaki durumu bir de Toros’ların Kalbinde Büyük İskender’in Asya seferinde kullandığı ve yazıtlarının bulunduğu “”GÜLEK BOĞAZI”” geldi… Yeni yol açma adına o güzelim dar yol nasıl dinamitlendi… Bu örnekleri artırabiliriz…
Bir ara orman içinden çıkınca bizleri; sapsarı bir mera karşıladı…Burası DELMECE Yaylası idi... Çocuk olup hoplamak ve zıplamak istedim… Bu güzel anı gruptan hiç kimse kaçırmak istemiyordu… Teker teker çekilen pozlar… İşte yürüyüşün heyecanla devam ettiği yerler ve burada bir kez daha Ankara’da bulunan Eşimi aradım… Sanırım yüz ifademden olacak ki grupta ki duygusal arkadaşlar… Birbiri ardına fotoğraflarımı çekmeye koyuldular… Hepsine teşekkür ediyorum…
Sapsarı denizin ortasında eğilip yakından baktığım bembeyaz açan çiçeği, ulaşılması zor çetin yerlerde açan “kardelenlere” benzettim… Sonra boynumda ki çeneme değen “ oyalı yazma” anamın başına taktığı yazmayı anımsattı… Boynumda eşimle yürüyüşe başladığımız ilk günden itibaren “anamın kokusunu taşıyan” yazma takmayı alışkanlık haline getirmiştim… Ve bundan da memnundum… Anneler gününün kutlandığı bugünde doğanın içinden “ruhunu şad etmemin” nedenli hoşuna gideceğini düşündüm ve gülümsedim…
Çünkü içimdeki doğa tutkusunu; daha çocukluk yıllarında; onlarca yıl önce daha doğa yürüyüşü; yaylacılık; pansiyonculuk gibi şeylerin adının bile anılmadığı zamanlarda mayasını çalıp, doğanın içine salan ve Bolkarların, Aladağların çerini çöpünü tanıtan oydu…
Delmece yaylasında bu bakir güzellik içinde kumanyalarımızı yedik… Çaylarımızı içtik… Bu arada doğum günü kutlamaları dahi yapıldı...Bir kaç ay yanılma payı da olsa...Sonra tekrar yollardayız… Yokuş çıkmanın yerini artık inişler almıştı… Erikli şelalesine yaklaştığımız, gerek arazi yapısından gerekse şelalenin sesinden anlaşılıyordu…
Dereyi geçtikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık kayın ve yeşil yapraklı orman içinden Erikli Şelalesi yanındaki seyir teraslarına çıkıp peşi peşine fotoğraf çekmeye başladık… İki yıl önce yine parkurun bu bölümünü Gülay’la birlikte şiddetli bir yağmur altında yürümüştük… Kayalar üzerinde sekerek ilerlerken o kadar düşen olmuştu ki…
Fotoğraf çekimleri ve Şelaleye bakarak ve sesini dinleyerek geçirdiğimiz bir dinlenmeden sonra Bu kez yürüyüşümüzü sonlandıracağımız Teşvikiye köyüne doğru yürüyüşe başladık…
Yokuş aşağı devam eden ancak zaman zaman o denli güzel bağlasam da botumun ucuna çarpan başparmağımın tırnağı artık öylesine acı veriyordu ki… Doğanın bu güzelliği karşısında offfff deme şansım yoktu…
Derken dere kıyısında bir kır bahçesine doğru yürümeye başladık yürüyüşün bittiğini ancak… Muhittin Beyle Aysun Hanımın Bir şeyler planladığını hissettim… Tüm yürüyüşçülerle aynı “”bayramlaşmalarda”” yapıldığı gibi herkes birbirini kutladı... Güzel bir uygulama, tempolu bir yürüyüş ortanın üzerinde bir zorluk derecesi sonucunda 20 km ye varan bir yürüyüşün sorunsuz bitmesi de ayrıca kutlanmış oluyordu…
Buradan doğruca Teşvikiye’ye hareket ettik… (Çınarcık’a bağlı bir şirin köy… )Kahvehane ve hemen yanında işletilen pideci bizleri bekliyordu…
Çaylar birbiri ardına içilirken… Baharda doğanın tüm güzellikleri içinde geçen yürüyüşün tadına varmak işte böyle oluyor diyordum… Masmavi ve çiçeklerle bezenmiş bir köy… Çınar ağaçları altında çaylarını yudumlayan… Zirve’nin doğa yürüyüşçüleri…
Hava kararmaya yüz tuttuğunda feribot kuyruğuna girdik… Öylesine kalabalık ki Muhittin Beyden “araçta beklemeyelim karşıya geçip bir kahvehanede çay içerek bekleyelim “ diye güzel teklif bir geldi… Hemen kabul gördü… Sivrihisar’da hoş geçen dakikalardan sonra İstanbul’a dönüş yolunda Güzel ve düzenli bir yürüyüşün hoş yorgunluğu ile baharın geçmişle yaptığı köprüyü düşünüyordum…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
10MAYIS2009
Demek geliyor içimden.
Neden mi?
Bu bahar doğa yürüyüşü yapmaktan ümidimi kesmişken…
Gülay; Zirve Dağcılığın 10 Mayıs 2009 günü keşif yürüyüşü düzenlendiğini ve katılmam için iyi bir fırsat olduğunu söyledi…
Birkaç telefon sonrası… Ancak yedeğe yazılabildim… Aysun Hanımın telefonu ile yürüyüşe katılma heyecanı içinde aracın kalkış saatinden yarım saat önce sabah saat altıda soluğu Taksim’de aldım…
Teker teker yürüyüşçülerin duraklardan toplanması ile… Yolculuğumuz başladı… Zirve Dağcılık Kulübünün Kuruluşuna İzmir’de şahit olmuş ve birkaç yürüyüşüne de eşimle birlikte katılmıştık, canlı ve dinamik ve iddialı bir kulüp…
Araçta bildirileri okutulurken önemle ve öncelikle kulübün “bir doğa gezi firması” olmadığı vurgulanıyordu; Gerek Muhittin Bey Gerekse Aysun Hanım… Prensipleri yerleştirmekte ısrarlı ve kararlı bir tavır sergiliyorlardı… Rehber Muhittin Bey ve öncü Faik Bey, artçı Hakan Bey ve yürüyüşün idari ve sıhhi fonksiyonunu üstlenen İlkay Hanım…
Yürüyüş için alınan tedbirler ise üç yıl öncesine göre daha profesyonelce “yürüyüş çeşitliliği 14-15 Km si tamamen GPS üzerinden keşif şeklinde… Diğer 4-5 Km bilinen bir arazide; Yani şansa kadere kısmet… Kısacası benim ve Gülay’ın tercih ettiği adrenalini bol bir yürüyüş…
Vapur yolculuğu ve sonrasında aracımızla Yalova- Gemlik ve Narlı Köyü derken Selimiye Köyünde Yürüyüşe başladık… Öncelikle Beş km. ilerde 2002 yılında Onno Tunç ve kendisiyle beraber uçak kazasında ölen arkadaşı Hasan Kanik ile…1996 Yılında Taz Dağlarına çarparak düşen Onno Tunç’un özel uçağını arama çalışmalarında donarak ölen iki dağcı Emrah Çelebi ile Selçuk Olcay’ın anısına yapılan Anıtı ve dağcıların ne şekilde donduklarını ve ne şekilde bulunduklarını Rehberimiz Muhittin Gürçay; Ünlü Dağcılardan Alper Sesli’nin anlatımlarına dayanarak açıkladı.
Buradaki dikkat çeken durum… Uçağın enkazını bulmak için giden iki dağcının soğuktan donarak ölmeleri… Ve Yazmayı hiç arzu etmezdim ama Anıtın dikenli tellerle çepeçevre kapatılması… Belli ki bu anıtın levhaları ve önceleri yapılan güneş enerjili lambaları olmadığına göre bunlar köylüler tarafından sökülmüş olsa gerek; aldığımız bilgilere göre de öyleymiş… Önlem olarak bu anıt Köylülere emanet edilemez mi idi?
Sonra birden babamın içinde bulunduğu yolcu uçağının Toros’ların eşiğinde düştüğü yeri de görmeyi çok arzuladığımın ayırdına vardım… Belki bir gün o yerlerde de yürürüm? Doğanın dışına kendi dünyama kaydığımın gelgitlerini yaşamaya başladığımda; barış halinde bu düşünce sarmalının içinden Çıkmayı ve tekrar doğanın berraklığına ancak ormanlık alana girdiğimizde becerebildim…
Yürüyüşümüz orman içinden adeta patika izi ararcasına devam etti… Gps, arazi uyumu ile geçen ve bir bir serüveni andıran yürüyüşümüz kimi zaman dere içinde kimi zaman belki de asırlık patikaları ve genellikle de gökyüzünün görünmediği orman içinde geçti… Derin patikaların içinden geçerken doğrusu yüz yıllarca önce buralardan kimlerin geçtiğini hangi şartlarda kullanıldığını merak ettim… Hemen aklıma Likya yolu ve şu andaki durumu bir de Toros’ların Kalbinde Büyük İskender’in Asya seferinde kullandığı ve yazıtlarının bulunduğu “”GÜLEK BOĞAZI”” geldi… Yeni yol açma adına o güzelim dar yol nasıl dinamitlendi… Bu örnekleri artırabiliriz…
Bir ara orman içinden çıkınca bizleri; sapsarı bir mera karşıladı…Burası DELMECE Yaylası idi... Çocuk olup hoplamak ve zıplamak istedim… Bu güzel anı gruptan hiç kimse kaçırmak istemiyordu… Teker teker çekilen pozlar… İşte yürüyüşün heyecanla devam ettiği yerler ve burada bir kez daha Ankara’da bulunan Eşimi aradım… Sanırım yüz ifademden olacak ki grupta ki duygusal arkadaşlar… Birbiri ardına fotoğraflarımı çekmeye koyuldular… Hepsine teşekkür ediyorum…
Sapsarı denizin ortasında eğilip yakından baktığım bembeyaz açan çiçeği, ulaşılması zor çetin yerlerde açan “kardelenlere” benzettim… Sonra boynumda ki çeneme değen “ oyalı yazma” anamın başına taktığı yazmayı anımsattı… Boynumda eşimle yürüyüşe başladığımız ilk günden itibaren “anamın kokusunu taşıyan” yazma takmayı alışkanlık haline getirmiştim… Ve bundan da memnundum… Anneler gününün kutlandığı bugünde doğanın içinden “ruhunu şad etmemin” nedenli hoşuna gideceğini düşündüm ve gülümsedim…
Çünkü içimdeki doğa tutkusunu; daha çocukluk yıllarında; onlarca yıl önce daha doğa yürüyüşü; yaylacılık; pansiyonculuk gibi şeylerin adının bile anılmadığı zamanlarda mayasını çalıp, doğanın içine salan ve Bolkarların, Aladağların çerini çöpünü tanıtan oydu…
Delmece yaylasında bu bakir güzellik içinde kumanyalarımızı yedik… Çaylarımızı içtik… Bu arada doğum günü kutlamaları dahi yapıldı...Bir kaç ay yanılma payı da olsa...Sonra tekrar yollardayız… Yokuş çıkmanın yerini artık inişler almıştı… Erikli şelalesine yaklaştığımız, gerek arazi yapısından gerekse şelalenin sesinden anlaşılıyordu…
Dereyi geçtikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık kayın ve yeşil yapraklı orman içinden Erikli Şelalesi yanındaki seyir teraslarına çıkıp peşi peşine fotoğraf çekmeye başladık… İki yıl önce yine parkurun bu bölümünü Gülay’la birlikte şiddetli bir yağmur altında yürümüştük… Kayalar üzerinde sekerek ilerlerken o kadar düşen olmuştu ki…
Fotoğraf çekimleri ve Şelaleye bakarak ve sesini dinleyerek geçirdiğimiz bir dinlenmeden sonra Bu kez yürüyüşümüzü sonlandıracağımız Teşvikiye köyüne doğru yürüyüşe başladık…
Yokuş aşağı devam eden ancak zaman zaman o denli güzel bağlasam da botumun ucuna çarpan başparmağımın tırnağı artık öylesine acı veriyordu ki… Doğanın bu güzelliği karşısında offfff deme şansım yoktu…
Derken dere kıyısında bir kır bahçesine doğru yürümeye başladık yürüyüşün bittiğini ancak… Muhittin Beyle Aysun Hanımın Bir şeyler planladığını hissettim… Tüm yürüyüşçülerle aynı “”bayramlaşmalarda”” yapıldığı gibi herkes birbirini kutladı... Güzel bir uygulama, tempolu bir yürüyüş ortanın üzerinde bir zorluk derecesi sonucunda 20 km ye varan bir yürüyüşün sorunsuz bitmesi de ayrıca kutlanmış oluyordu…
Buradan doğruca Teşvikiye’ye hareket ettik… (Çınarcık’a bağlı bir şirin köy… )Kahvehane ve hemen yanında işletilen pideci bizleri bekliyordu…
Çaylar birbiri ardına içilirken… Baharda doğanın tüm güzellikleri içinde geçen yürüyüşün tadına varmak işte böyle oluyor diyordum… Masmavi ve çiçeklerle bezenmiş bir köy… Çınar ağaçları altında çaylarını yudumlayan… Zirve’nin doğa yürüyüşçüleri…
Hava kararmaya yüz tuttuğunda feribot kuyruğuna girdik… Öylesine kalabalık ki Muhittin Beyden “araçta beklemeyelim karşıya geçip bir kahvehanede çay içerek bekleyelim “ diye güzel teklif bir geldi… Hemen kabul gördü… Sivrihisar’da hoş geçen dakikalardan sonra İstanbul’a dönüş yolunda Güzel ve düzenli bir yürüyüşün hoş yorgunluğu ile baharın geçmişle yaptığı köprüyü düşünüyordum…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
10MAYIS2009