21 Kasım 2008

MUŞMULA PARKURUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

İNSANLAR KAYBETMEKTEN KORKTUĞU İÇİN,
SEVMEKTEN KORKUYOR.
SEVİLMEKTEN KORKUYOR,
KENDİSİNİ SEVİLMEYE LAYIK GÖRMEDİĞİ İÇİN.
DÜŞÜNMEKTEN KORKUYOR

SORUMLULUK GETİRECEĞİ İÇİN
KONUŞMAKTAN KORKUYOR
ELEŞTİRİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.
DUYGULARINI İFADE ETMEKTEN KORKUYOR,
REDDEDİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.
YAŞLANMAKTAN KORKUYOR,
GENÇLİĞİNİN KIYMETİNİ BİLMEDİĞİ İÇİN.
UNUTULMAKTAN KORKUYOR,
DÜNYAYA İYİ BİR ŞEY VEREMEDİĞİ İÇİN.
VE ÖLMEKTEN KORKUYOR,
ASLINDA YAŞAMAYI BİLMEDİĞİ İÇİN...
WILLIAM SHAKESPEARE


GEMLİK- KURT KÖY MUŞMULA YÜRÜYÜŞÜ

Muşmula parkurunda geçen yıl yürürken güz serinliğinde sarı renkten kızıla ve sonra kahverengine dönüşen renk cümbüşünü, yağmurda ıslanıp her birimizin ne hallere düştüğünü Gülay’ın da fotoğraf makinesine kaydetmesini çok istemiştim…
Şimdi GEMLİK-KURTKÖY parkuru için bu kez Gülay’la birlikte yine yollardayız. Eskihisar feribot… Sonra Yalova… Orhangazi derken Bursa/Gemlik’teyiz…
Gemlik’te ilk iş Gülay’ı; demirci ve bıçakçıların bulunduğu belki de yüz yıllık arastaya (dar sokaktaki çarşı) götürdüm…
Buradaki demircinin körüğüyle ateşi alevlendirişini ve örsteki demiri kendi imal ettiği bir aygıtla dövmesini kare kare fotoğraflamayı öylesine istedim ki anlatamam… Özellikle de İcadı olan örs ve çekiç makinesini kaydetmeyi çok istedim…
Fotoğraflayamazdım… Çünkü fotoğraf makinemiz geçen hafta arızalandı…
Elimizde makinemiz yoktu… Ama usumuzda her bir bakışı her bir hareketi nasıl yakalarım düşüncesiyle bakma alışkanlığını devam ettiriyorduk…
Bu alışkanlık doğrusu yıllardır doğa yürüyüşlerinde çektiğimiz fotoğraflardan mı? Kaynaklanıyor du? Yoksa içselliğimizden mi? Ya da doğaylabaşbaşalığın verdiği huzurun siz okur veya bakarlara da yansıtılma isteğinden mi? Öncelik veremiyorum… Hangisi bir diğerinin önündedir… Yoksa… Bana Gülay’ın zorlamasıyla katıldığım “İFSAK” ta ki fotoğrafçılık kursunda edindiğim bir alışkanlık mı?
John Berger ile Jean Mohr’un bir kitabında bahsettiği gibi:”Anlatmanın başka bir biçimi” imiş fotoğrafçılık… Ondan mı?
Unutmadan aktarayım; Berger dünyanın önde gelen sanat eleştirmenlerinden Mohr ise; dünyaca ünlü bir fotoğrafçı…
Jean Mohr; kitabında “ben fotoğraflarımı açıklama, onların hikâyelerini anlatma ihtiyacını genellikle hissederim. Nadiren de bir görüntünün kendi kendine yettiğini bilirim… Diyor”
Ben ve eşimin düşüncesi; doğrusu bu alanda profesyonel değiliz ama: Özellikle doğada ve doğanın bir parçası olan köylerde veya köydeki bir köşede çekilen bir fotoğraf; bakan kişiye hiçbir açıklamaya fırsat vermeden bir şeyler anlatabilmeli, o fotoğraf dillenmeli kendi kendini anlatabilmelidir… Amacımız bu konseptte o” anı” yakalayabilmek.…

İşte bu görüntüyü aramak ve elde etmek için yürüyoruz…
Bulduğumuz an “Doğa bizim parçamız biz doğanın parçası oluyoruz… Aynı dilden konuşmaya başlıyoruz…” Ve anladığımızı alıp, dondurup o anı sizlere vermeye gayret ediyoruz… Şayet çektiğimiz fotoğraf içindeki görüntüleri, bir tramplenden atlar gibi sizin üzerinize atlatabiliyorsak ne mutlu bize…
Doğrusu… “Ne mutlu bize sözcüğünü” ister istemez yazıverdim… “Usumdaki düşünce sadece” o an bizim ne hissettiğimizdir”…
O an” öylesine kıymetli bir an ki; bizim de doğa kadar köylülerin ve mazide kalan zanaat erbaplarının: İşlevsel görüntülerini kaydederken görüntüden daha çok bizi duygulandıran içimizi kıpraştıran tanımlayamayacağım “o anı” edinimlemeyi arzuluyoruz…
Samimi olmak gerekirse; “O an” sadece odaklandığım obje ve ben varım… Başka hiç kimse yok…“O an” bizim kadar bakanı da etkileyeceği veya o işlevsel görünümün hayal dünyasında yeni tanımlar yaratacağı bir deneyim bizde iz bırakmasını ve baktığımızda yine yaşatmasını arzuluyoruz…
Demirci ustasının; Demir döven elleri ve alnındaki kırışıkları yaşının daha ellilere varmamasına karşın toprağın yüzünü yansıtması belli ki yaşamı zorlu geçmiş diye düşündürüyor…
Yürüyüş başladığında yamaçlardan vadiye doğru baktığımızda güzün hazinli bakışı ile karşılaşıverdik… Tüm güzelliklerini kaybettiği sanısını yaşayan; sarımsı kahverengimsi doğa ananın: Dudakları kundakta anne sütünü bekleyen ağlamaklı bebeğin dudakları gibi büzülüveriyor… Siz de ona kendi enerjinizden bir şeyler veriveriyorsunuz… Az sonra doğa ananın gülümsediği ve tüm toparladığı gücü altında kalmak istemişçesine size veriveriyor…
Koşturuyorsunuz yamaçlardan, vadi tabanına doğru… Düz bir patika sizi sıralı muşmula ağaçları ile tanıştırıyor… Ayakizleri; her biri muşmula(döngel) ağacı ile bütünleşiveriyor… Bu olgunlaşmış yok bu olgunlaşmış… Bu olgunlaşmışları aman torbalara koymayın yiyiverin deyiveriyor… Bizim gibi gözü açıklar Hüseyin Beyin peşinde ne de olsa o yenecek muşmulaları bilir…
Bir diğeri Ayakizi’nin; yok bu sene muşmulalar henüz olgunlaşmamış ve çok az… Yorumları ekleniveriyor…
Yürüyüşümüz bazı zamanlar yağmur atıştırmaları ile devam ediyor… Ta ki Yalova/ Kurtköy’e varıncaya kadar… Hava kararmış aşağı iniyoruz, patikalardan kıvrıla kıvrıla baktım arkamdan inek sürüsü geliyor… Kenara çelip KEEOHHHH! Diye bağırıverdim… Ne bileyim? Bu Cümleciğin, İNEKÇEDE “bana doğru gel anlamını” taşıdığını… Hazırlıksız yakalandık ben bir yana Gülay bir yana nasıl kaçıyoruz… Bir yandan da gülüyoruz… Gülay o an kararını verdi “ önümüz deki ay inekçe kursuna yazılacağız… Daha bu korkuyu atlatmadan bu kez karanlık içinde beliren ve yürüyenlere çarparım düşüncesinden uzak bir atlının üzerimize doğru gelişine tanık olduk bu kez nerelere savrulduğumuzu bilmeden kendimizi bir yarın başında bulduk… Gülüşmeler… Yürüyüş Kurt Köyde sona erdi… Öylesine terlemiştik ki… Hemen yedek kıyafetleri giyiniverdik… Sanki banyo yapmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz…
Köy meydanındaki kahvehanenin bahçesinde ızgara hamsi ve karalâhana çorbası ve helva ziyafetinden sonra… Arabalı vapur yolculuğunu takiben İstanbul’dayız…
Usumuzda: Demirci ustasının kendi imali örs ve çekiç aygıtı… Bir iniyor bir kalkıyor… Alaca karanlıkta üzerimize yürüyen inek ve atına yan binmiş atlı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ- 15KASIM2008
İSTANBUL

12 Kasım 2008

KILIÇKAYA ZİRVESİNDE

DÜŞÜNCENİN DOĞASI
Yazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…
Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…
Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?
Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_ “Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…
Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…
Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor… Damadı oynatıyor… Damat “laci” leri giymiş… Yüzündeki ifade özgüvenden daha çok ikircikli bir halde… Ben doğru mu yapıyorum… Düşüncesi hâkim… Erişkinlerde onları izliyor…
İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…

Sıra onları Gülay’la birlikte güzel bir “kısa süreli görüntüleme” haline getirip yayınlamak ayrı bir keyif verecekti…
Çekimi kısa kesip… Koşarak gruba yetiştim… Hark Köyünü çıkıp Kılıçkaya’ya tırmanma yoluna girmişlerdi…
O!!! Bu kez orman ile tarlaların kesiştiği yerde çiçeklerle bezenmiş bir tarla tam tamına mevsimin çiçekleri? Bu çiçeklerle ilgili bakın Hüseyin Bey ne diyor: “Sevgili ayak izleri, tarlaların etrafına göz alıcı çiçekler ekmek, Anadolu’da eski çağlardan beri süre gelen bir gelenektir. Bu çiçekler bir anlamda tılsımdır. Kem gözlere şiş misali, kıskanç ve zarar verici nazarlar bakışlar, tarladaki bereketli ürünü görmeyip, çiçeklerde yoğunlaşsın diye.”
Sonra sizi sizden geçiren Köknar Ormanı” renkleri bozaran eğrelti otlarına; sanki dimdik, gururlu ve yemyeşil renkleri ve bilge kişiliğiyle yılkılığa meydan vermemek için; Dinamik ve olumlu enerji veriyorlardı.
Bu enerjiyi almadım dersem yanlış olur beklediğiniz de bu değil mi?
Sizin yorgunluğunuzun izafi olduğunu tanımlayan duygu bu değil mi?
Değil diyorsanız! Hemen cevap vereyim…
_Sizin ya elinizde doğal ortamı bozan sesi sonuna kadar açılmış o mekanik sesiyle dır dırlanan ya bir radyo ya da kulağınızda bir müzik çalar… Vardır… Nerede kaldı o doğa ve doğaylabaşbaşalık?
_Ya belki siz hoşlanıyorsunuz da benim doğamın sessizliğini neden bozuyorsunuz?
_Hayır der gibisiniz? Doğal ortamı bozan ben değilim! Der gibisiniz?
_Köknarlar; mağrur duruşları ve esen yelle birlikte salınımlarıyla birlikte “sen onlara aldırma”; onlar da zamanla:Doğanın duruluğunu sizin gibi içselleştirip, doğanın duru ve yaşayan bir yerleşik değer olduğunun farkındalığını yakalayıp, Keyif olma sürecini yakalarlar deyiverdi…
Zirvede ki Orman gözetleme kulübesi; önümde yürüyen ve işte başardık dercesine gözümün içine bakan Gülay’ın ötesinde…
Tam zirvedeyiz… İnsan eli değdiği belli… İnşaat için yol… Yol olunca araç ve doğallık ortadan kalkı veriyor…
Bulutlar biraz önce tepemizdeydi… Onların hep tepemizde oluşlarına öylesine alışmışız ki… Şimdi biz onların tepesindeyiz… Bu düşüncelerim sakın ola üstünlükle karıştırılmamalı… Amacım sadece şartlandırılmışlık, kıstırılmışlık ve alışkanlıkların göreceli olması yönündedir.
Zirve; bize sadece “anlık gücümüzün”: duyu ve irade olarak düşünme, algılama yetimizin diğer varlıklarla ne denli benzer olduğunu hatırlatır…
Bunu anımsadığınız an; “iç disiplininizin ve zenginliğinizin kendinizi kendinize ve sevdiğinize beğendirme olgunluğuna erişmek üzere olduğunuz hazzını yakalarsınız…
Başkaları… Çok… Çok… Ötede kalmıştır…
İşte Zirvelerin ”DÜŞÜNCENİN DOĞASI” nı nasıl şekillendirdiği şey bu olsa gerek…
Bir şeyler atıştırıp, bol bol fotoğraflar çekip ve biraz da yarenlik yaptıktan sonra… İniyoruz… Kılıçkaya’dan aşağı…
İnmenin bir kez daha zorluğunu bedenimizde hissettiğimiz acılardan anlıyoruz…
Bu hissediş de “anlık doğanın sihirli eli” sizi bu düşünce sarmalından uzaklaştırdığını Gülay’ın bot içinde tırnağının sökülmesine rağmen iniş disiplinini bozmamasından anlıyorum…
Hava alacalı bulacalı olmaya başladığında serinlik cildimizi ısıran bir soğukluğa dönüşüverdi: Hava iyice karardığında artık Köyümüze BELPINAR Köyüne varmıştık…
Bize ilk hoş geldin diyen: Bacalardan tüten odun kokan “duman” ve “tezek” kokusu ve evlerin bahçelerinde havlayan köpeklerdi…
Muhtar ve eşi; bizlere öylesine bir sofra hazırlamıştı ki öncelikle köy sütünden yapılmış yoğurtun sonra İzmir’den alışkanlık yapan yaprak sarmasının tadına baktım…
Köy meydanında satılan Kanlıca Mantarını sadece izledim… Almayı çok istedim ama korkumu yenemedim? Ama yemeyi tutkuya dönüştürdüğüm “finduk”tan vazgeçemedim…
Gecenin karanlığında Belpınar Köyünden ayrılıyoruz… Ali Fuat Paşa… Bölgenin meyve ve sebze deposu… Doğrusu Ali Fuat Paşa kasabasının “cennet hurmasını” unutmayayım… Her defasında alış veriş yapmadan ayrılmak olmuyor…
Yorulduğumuzu araçta koltuğumuza oturunca anlıyoruz… Ağrıyan yerler bir bir kendini belli etmeye çalışıyor… Ama usumuzdaki “ayaklarımızın altından kayan bulutlar” bu karamsar düşünceleri öteleyiveriyor…
Teşekkür ederim Can dostum Gülay’ım bu zorlu keyfi birlikte yaşattığın için… Teşekkür ederiz… Tonton Başkan Hüseyin Bey bize Ayakizleri ile bu naif keyfi yaşattığın için…
TEŞEKKÜR EDERİZ… SEVGİLİ ATAM… BU ÖZGÜR TOPRAKLARDA ÖZGÜRCE YAŞAMAMIZI SAĞLADIĞIN İÇİN…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
09 KASIM 2008