3 Haziran 2008

SULTANPINAR(ADAPAZARI)-SÜLÜKLÜGÖL(BOLU) GEÇİŞİ

“İŞTE ÇOK UZAKLARDA OLSAM DA SÖYLÜYORUM SENİ SEVDİĞİMİ,
VE GÜNLER GEÇTİKÇE BENİ NASIL DEĞİŞTİRDİĞİNİ,
KENDİMİ KABUL ETMEME NASIL YARDIM ETTİĞİNİ VE
ŞUNU DA UNUTMAYACAĞIM EKLEMEYİ,
AŞK ASLA BOŞA GİTMEZ, HATTA OLSA BİLE ZOR AŞK.”
BOB FRANKE


GÜLDÜREN, KEYİF VEREN AĞRILAR VE ACILAR…
— Telefondaki ses; soruyor… Dünden bugüne(02Haziran) nasılsınız, sanırım benim gibi sizin de her yanınız ağrıyordur…
— Ben de; ağrımaz olur mu? Özellikle baldırlarımdan ayak parmaklarıma kadar kaslarım ayağımı kaldırmaya engelmiş gibi…
— Ama Gülay’la birlikte hem kahvaltı yapıyor hem de gördüğümüz doğa güzellikleri ile birlikte bizi etkileyen olayları anlatıp gülüyoruz…
—Üçüncü bir kişi olarak sen de; dayanamayıp kusura bakma ben de konuşmana istemeden kulak misafiri oldum… Kiminle konuştuğundan daha çok… Beni en çok “şaşırtan” şey, ne oldu biliyor musun?
— Ben de; hiç umursamaz bir şekilde… Hayır deyiverdim.
— Sen de; ikinci kez şaşırmış bir şekilde, ağrı üzer, kişinin yüzünü ekşitir, hatta ağlatır, karamsar duygu seline kaptırır, pişmanlık duygularından sonra bir daha yapmamaya yemin ettirir…
Oysa görüyorum ki hem sen hem de eşin; ayaklarınızın üzerine basmakta zorlanıyorsunuz, yüzünüz somurtma yerine keyifli… Üstelik kahkaha da atıyorsunuz… Hem acı hem de gülüş… Bu nasıl keyiftir, beni esas şaşırtan da bu oldu…
—O zaman ben; seni daha da fazla merak içinde bırakmadan dünkü doğa yürüyüşümüzü anlatayım…
—Sen; canı tez bir şekilde atılıveriyor, sözüme başlamadan yine devam ediyorsun… Ama detaylardan önce ne zaman, nerede, ne kadar süreyle yürüdünüz?
—Bu kez sana söz hakkı vermeden başlıyorum… Anlatmaya…
31 Mayıs 2008 günü gece saat 2300’de İstanbul’dan başlayan araç yolculuğumuz, sabaha karşı saat 0350’de Kapıorman Dağlarının Adapazarı- Sultanpınar eşiklerinde, serin mi serin kuytu köşelerinde son buldu… Saat 0400’de burada başlayan yaya doğa yürüyüşümüz, tam on dört saat sürdükten sonra Sülüklü Göl- Bolu da sona erdi…
—Sen; bu kez yine sözümü keserek, kaç kilometre olduğunu sormayı unutmuştum… Diyorsun…
—Ben; otuz beş kilometre dedikten sonra bu kez detayları anlatmama da fırsat vermeden.
—Sen; nasıl olur hala anlayamadım? Bu “acıyı keyfe” dönüştürmeyi deyiverdin…
—Ben; senin üzüleceğini düşünemeden birden ağzımdan “kaç aylıksın” sözcüğünü kaçırıverdim… Ben aslında bu düşüncelerimi sona bırakmıştım. Ama nedense yazımın başında anlatmak zorunda bıraktırdın…
—Şimdi dile getireceğim sözleri; daha önceleri söyleyebilir miydim? Ama şimdi rahatlıkla dile getirebiliyorum…
“Bazen insan; ardımızda bıraktıklarımızın günler olduğunu düşünür, aslında sadece günler değildir, ardımızda kalanlar…
Bazen kendimizde arkada kalırız: Bu kalışa sevdiğiniz de katkı sağlamışsa… Hayatın acımasızlığı; sana veya sevdiğine ya da her ikinize, “varlık ile yokluk” arasındaki ince ama görünmez tülü aralatmış ve diğer yana tam geçerken birbirinizi sırtlamış, o acılarla dolu karamsarlıklarla örülmüş ağın aydınlık yanına yarasız beresiz döndürebilmişseniz…

Ve o günlerin geride kaldığının… Birbirinize karı koca yerine “can dostum” “iyi ki varsın” diyebilmelerin farkındalığını yakalayabilmişseniz: Yürüyüşünüz esnasında oluşan kas ağrıları, bot vurmaları sadece bedeninizin o bölgesinde oluşmasına ve oradan yukarılara RUHUNUZA VE YÜREĞİNİZE sıçramamasına sebep olur…
Ruhunuz ve yüreğiniz, doğaylabaşbaşadır: Olgun yaş eşiğine gelmişlik klasik davranışından daha uzak… Seni “can dostunla” birlikte “şaşırtıcı keyiflerin” peşinde el ele koşturmaya iter…

—Sen; elin şakağında, biraz da ağzın aralanmış, gözlerimin içine bakarken… Mehmet ağabey; varlığından taşan gürültünün dinmesini beklemeye başlayacağım… Sözünü bitirinceye kadar soru sormayacağım, diyorsun…
—Ve ben; nerede kalmıştık diyor ve tekrar anlatmaya başlıyorum…
—Geçen yıl bu parkuru Ayakizleri-Hüseyin Beyle yürürken öylesine şaşırtıcı keyifler almıştım ki gerek doğa gerekse saatlerce bülbül sesleri eşliğinde doğal çayırlık üzerindeki yürüyüş beni çok etkilemişti…
Bu kez böyle zorlu ama keyifli yürüyüşü “can dostumla” birlikte yapmayı çok arzu etmiştim… Beni kırmadı yürümeyi kabul etti…
Araç yolculuğumuz genellikle uyuyarak geçti, Gülay’ın da uyumasını çok istedim… Yürüyüşün olumsuz etkilerinden asgari derecede etkilensin diye…
Sultanpınar Yaylası dört kilometre kadar yakınlarında araçlardan indik, karanlık göz gözü görmüyor… Ay “yeni ay” safhasında ışık oranı yüzde beş oranında, vadi tabanında olduğumuz için ışıktan faydalanamıyoruz…
Karanlıkla yüz yüze geldiğimde göz yordamıyla Gülay’ı aradım… Ve kendi kendime gülümsedim… Fotoğraf makinası ile “anı dondurma” peşindeydi…
—Ben; bulanık alacakaranlığın ürperten serinliğini tüm bedenimde hissediyor… Bu hissedişe; Çağdaş Edebiyatın öncülerinden Arjantinli yazar, bana göre çağdaş feylesof “Jorge Luis Borges’in” kör olmasına rağmen körlüğün, onu asla yıldırmayışını ve körler için asla karanlıktayız fikrini benimsemeyişini ve ölümsüz eserler ürettiği düşüncesinin de eşlik ettiğini fark ettim…
Uzunca bir süre içinde bulunduğum düşünce çığından kurtulmamak için tepe lambamı yakmadım…
Gülay’ın makina flaşları, beni benle buluşturduğunda bayır yukarı yürüdüğümüzün farkına vardım, burnuma en çok sevdiğim uzaklarda yanan kuru meşe odun dumanı kokuları gelmeye başlamıştı… Derken ağaçlıklar içinde kıprayan ve tan yerinin ağarmaya başladığını muştulayan bülbül sesleri, bizlerin yürüyüşüne eşlik etmeye başlamıştı…
Sultanpınar Yaylası’na varmıştık, buradan doğruca pınarın gözüne doğru yürüyüşümüzü devam ettirdik…
Havanın karanlık ve serinliği kahvaltı yapmanın iyi bir düşünce olmadığını ortaya koyuyordu öyle de yaptık…
Ucu bucağı görünmeyen çiğli yemyeşil doğal çimenlerin üzerinde yürüyüşümüze devam ettik… Gökçesaray Yaylasına vardığımızda Hüseyin ve Selim Bey ve onlara yardım eden arkadaşlar kahvaltı için hazırlık yaptı…
Kahvaltıyı yaparken sırtımı ısıtan güneşi yakaladım… Kahvaltı sonrası yine çayırlıklar üzerinde yürüyoruz… Uzun mezar Tepedeki kısa mola sonrası manzarayı seyrettikten sonra diğer tepeler de bir biri ardına arkamızda kalıyordu.
Asırlık kayın ormanları arasından geçerek bir tepenin ön yamacında durup aşağımızdaki Küçük Karapınar yaylasını kuşbakışı seyrediyoruz…
Bu kez içimdeki çocuk Barış’ı da kışkırtıyor ve yokuş aşağı kendimizi bırakıyoruz… Ta ki aşağıdaki çeşmeye kadar koşuyoruz… Koşarken bir ara kanatlarımın olmasını ilk kez duyumsadım.
İşte bu noktadan sonra saatler süren daha yoğun bülbül sesleri içindeyiz… Yol boyu on binlerce sinek içinden geçiyoruz, bayır yukarı verdiğimiz ayak üzeri molalarda yarenlik etmeye devam ediyoruz...
Az ilerdeki tepede yarım saatlik uyku molası verildi…
Talat Bey, Barış, Gülay ve ben yarenlik yaptığımız için uyumaya vakit bulamadık… Tekrar yollardayız… Bu kez güneşin sıcaklığını ensemde hissediyorum… Saatler sonra başka bir yayladayız… Basacakalan Yaylası… Köylü kadından taze peynirler alınıyor… Ve öğle yemeği bu yaylada yeniyor… Gülay fazla ekmek yememem konusunda sık sık uyarıyor… Çünkü yaklaşık altı saatlik daha yolumuz var…
Tepelerden iniyoruz… Çıkıyoruz… Bitti derken diğeri, bitti derken bir diğeri… Hepimiz yorulmuştuk ama bir çift vardı ki Gamze ve Hasan GÖLER çifti onların hali ve birbirlerini koruma hissi hala gözümüzün önünde…
Şu anda artık tepelerin en ucundaki 1500 metre yükseklikten 650 metre aşağıdaki Sülüklü Gölü seyrediyoruz…
Sanırım fotoğraftaki güzelliği sizde beğenmişsinizdir… Gülay’la birlikte Sülüklü Gölü böylece tüm dört yöndeki tepelerden seyretme şanslılığını yakalamış oluyorduk… Burada fotoğraf ve kamera çekimleri tamamlandıktan sonra Tavşan suyu deresi kenarındaki toplanma noktamıza varışımız yaklaşık iki saati buldu… Tepeden aşağı inerken yokuş öylesine dik idi ki anlatamam… Ayaklarımızın ağrısının tadına bile varamadan kemikli sivrisineklerin taarruzuna maruz kaldık…
Soktukları yer anında şişiyordu… Sözüm ona haşarat kovucu ilaç da sürmüştük…
Dere kenarına vardığımızda ilk yaptığımız iş defalarca dondurucu su içine ayaklarımızı sokmak oldu…
Sonra mangal partisi, sucuklar, köfteler Hüseyin Bey bağırıyor… Köfteler daha var diye… Ama bizim için iki adedi geçmek yok… Gülay’la öyle karar aldık…
Onca emek heder olmamalıydı…
Dönüş yolculuğumuz… Biraz sohbet ve türkü söyleyenleri dinleyerek, çoğunlukla da uykuyla geçti diyebilirim…
Yorgunluk olmasına rağmen hiç kimsenin yüzünde keyifsizlik veya pişmanlık yoktu…
Sadece kendine ve yoldaşına güven ve dik duruş vardı…



Mehmet YÜCEBİLGİÇ
31MAYIS-01HAZİRAN 2008