kılıçkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kılıçkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2010

DÜŞÜNMENİN DOĞASI

DÜŞÜNMENİN DOĞASI…



Bu kez “düşünmenin doğasına dair “bir şeyler karalamak istedim…


Bilgisayarın tuşlarına basmaya başlarken de usumun bir yarısından: Öncelikle ilkokuldan beri öğretilen düşünce ve söylem şekli; Feylesofların “düşünce” üzerine düşünceleri ile Atatürk’le birlikte günümüzdeki yansımalarının; usumun diğer yarısına akmaya başladığını fark ettim…


İlkokul ve ortaokul sıralarında “okumanın” ne denli önemli olduğu öğretmenlerimiz tarafından anlatılırken… Bazı öğretmenlerimiz de (bunların sayıları bir veya iki idi) özellikle bizleri “Sen ne düşünüyorsun? Sorusu ile çok zorlayanlardı… Ve Kara tahta önüne kalktığımızda okuyup ezberlediğimiz sular seller gibi anlattıklarımızdan sonra takdir veya on numara beklerken…



- Peki evladım… Bu anlattıkların daha doğrusu ezberlediklerini yazar düşünmüş… “SEN NE DÜŞÜNÜYORSUN? … Sorusuyla karşılaştığımızda kıpkırmızı olur… Ne söyleyeceğini bilemez bir durumda kıvranıp dururduk…


Ailenin teşviki ile gitmiş olduğumuz camideki din (kur’an) kurslarında ise… Tek öğreti vardı Hocanın vermiş olduğu sureleri ezberlemek… Ezberlediklerinin dışına çıkmamak… Soru sormadan, yorum yapmadan “Ezberletilenleri” bülbül gibi şakımak…


Ve Feylesoflar… Aklıma ilk gelen feylesof FARABi (870-950) Türk-İslam düşünürü... Türklerin İslamiyeti kabul etikten yüzyıl sonra İslam disiplini içinde yetişmiş, Türk düşünürlerinin en büyüğü. Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuş.


Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır. Kısacası düşüncede “aklı” esas almış bir feylesoftu…


Sonra aklıma gelen feylesof… Schopenhauer oldu… O okumakla düşünmek arasında ters orantı kurar. Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyana “kitap filozofu” der ve okuma yerine ilhama dayalı düşünmeyi öne çıkarır…


Ayrıca Schopenhauer kendi felsefesinin karakterini taşıyan bir yaklaşım sergileyerek. Daha önce yazılmış kitaplara, demem o ki ortaya konulmuş düşüncelere dayanarak düşünmek sonuçsuz bir çabadır. Üstelik bu yanlıştır da. “Okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir” der ve ekler… Hâlbuki gerçek anlamıyla düşünmek isteyen kişi, doğaya, dünyaya bakmalıdır, özgün bir düşünce ortaya koyabilmek için…


Diğer feylesof Heidegger ise; “kendimiz düşünüyorken düşünmenin ne demek olduğunu anlarız” der. Ve hemen ekler… “Bir düşüncenin peşinden gidemem. Ancak bir düşünceye açabilirim kendimi ve düşünce gelip benim aracılığımla kendisini açığa çıkarır”. Kısacası düşünce sahibinin; düşüneni yanlış yönlendirebilecek birikimlerini, düşünme sürecine etkin olarak katmamak ve etkisinde kalmamaktan bahseder…



Nietzsche ise; “ anın getirdiği ilhama dayalı düşünme sistemini” benimser… Ve şöyle yapar
“ önce söylemler infilak ettirilmeli ki gizli, üstü örtülen hakikat sızsın söylemin kalıntıları arasından””. “”Söylem”” Dünya ise eğer, “”Söz”” Dünyanın yarıldığı yerdir; o yerdedir…


Usum durmuyor… Sırada Atatürk var ve onun düşünce sisteminin temel taşlarını oluşturmasında ki yardımcılar olarak algıladığım “özümseyerek ve aklı önde tutarak” okumuş olduğu 3997 Kitap aklıma geliyor… Atatürk’ün okuduğu kitapların özetlerini tam 24 cilt üç senede okuyabildim… Sadece “o Neleri, Hangi konuları Okumuşu ve Yöntemini merak ettiğim için… Okumuştum… Okuduğu kitapların yanlarına çoğunlukla kırmızı kalemle almış olduğu düşüncelerini yansıtan notları Anıt Kabir’de müzede de görebilirsiniz…



Sonuç olarak; Çağdaş Düşünce sisteminde; ezberden uzak, düşünenin esiri olmadan ya da ön şartlar, varsayımlar koymadan düşüncenin tanımlanması, doğurulması ve ortaya çıkartılmasının esas olduğu ortaya çıkmaktadır…


Önemli ve gizemli olan nokta sanırım… Tanımlanmamış düşünce kırıntılarının ne olacağıdır…


Artık yazımın sonuna geldim diye düşünürken… Can YÜCEL’İN (bana göre feylesof)aşağıdaki şiirinin şu son mısrası aklıma geldi… Ben son satırını şöyle yazmak istiyorum… HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN… VE DÜŞÜNÜRSÜN…


“”…Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak!


Bunu hatırladığın kadar yaşarsın.

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün,

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun.


Çiçek sulandığı kadar güzeldir,

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,

Bebek ağladığı kadar bebektir.




Ve HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN bunu da öğren... Sevdiğin kadar sevilirsin…


Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL-2010


HARK KÖYÜ-KILIÇKAYA ZİRVE-BELPINAR KÖYÜ TRANS GÜNDÜZDEN GECEYE

12 Kasım 2008

KILIÇKAYA ZİRVESİNDE

DÜŞÜNCENİN DOĞASI
Yazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…
Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…
Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?
Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_ “Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…
Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…
Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor… Damadı oynatıyor… Damat “laci” leri giymiş… Yüzündeki ifade özgüvenden daha çok ikircikli bir halde… Ben doğru mu yapıyorum… Düşüncesi hâkim… Erişkinlerde onları izliyor…
İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…

Sıra onları Gülay’la birlikte güzel bir “kısa süreli görüntüleme” haline getirip yayınlamak ayrı bir keyif verecekti…
Çekimi kısa kesip… Koşarak gruba yetiştim… Hark Köyünü çıkıp Kılıçkaya’ya tırmanma yoluna girmişlerdi…
O!!! Bu kez orman ile tarlaların kesiştiği yerde çiçeklerle bezenmiş bir tarla tam tamına mevsimin çiçekleri? Bu çiçeklerle ilgili bakın Hüseyin Bey ne diyor: “Sevgili ayak izleri, tarlaların etrafına göz alıcı çiçekler ekmek, Anadolu’da eski çağlardan beri süre gelen bir gelenektir. Bu çiçekler bir anlamda tılsımdır. Kem gözlere şiş misali, kıskanç ve zarar verici nazarlar bakışlar, tarladaki bereketli ürünü görmeyip, çiçeklerde yoğunlaşsın diye.”
Sonra sizi sizden geçiren Köknar Ormanı” renkleri bozaran eğrelti otlarına; sanki dimdik, gururlu ve yemyeşil renkleri ve bilge kişiliğiyle yılkılığa meydan vermemek için; Dinamik ve olumlu enerji veriyorlardı.
Bu enerjiyi almadım dersem yanlış olur beklediğiniz de bu değil mi?
Sizin yorgunluğunuzun izafi olduğunu tanımlayan duygu bu değil mi?
Değil diyorsanız! Hemen cevap vereyim…
_Sizin ya elinizde doğal ortamı bozan sesi sonuna kadar açılmış o mekanik sesiyle dır dırlanan ya bir radyo ya da kulağınızda bir müzik çalar… Vardır… Nerede kaldı o doğa ve doğaylabaşbaşalık?
_Ya belki siz hoşlanıyorsunuz da benim doğamın sessizliğini neden bozuyorsunuz?
_Hayır der gibisiniz? Doğal ortamı bozan ben değilim! Der gibisiniz?
_Köknarlar; mağrur duruşları ve esen yelle birlikte salınımlarıyla birlikte “sen onlara aldırma”; onlar da zamanla:Doğanın duruluğunu sizin gibi içselleştirip, doğanın duru ve yaşayan bir yerleşik değer olduğunun farkındalığını yakalayıp, Keyif olma sürecini yakalarlar deyiverdi…
Zirvede ki Orman gözetleme kulübesi; önümde yürüyen ve işte başardık dercesine gözümün içine bakan Gülay’ın ötesinde…
Tam zirvedeyiz… İnsan eli değdiği belli… İnşaat için yol… Yol olunca araç ve doğallık ortadan kalkı veriyor…
Bulutlar biraz önce tepemizdeydi… Onların hep tepemizde oluşlarına öylesine alışmışız ki… Şimdi biz onların tepesindeyiz… Bu düşüncelerim sakın ola üstünlükle karıştırılmamalı… Amacım sadece şartlandırılmışlık, kıstırılmışlık ve alışkanlıkların göreceli olması yönündedir.
Zirve; bize sadece “anlık gücümüzün”: duyu ve irade olarak düşünme, algılama yetimizin diğer varlıklarla ne denli benzer olduğunu hatırlatır…
Bunu anımsadığınız an; “iç disiplininizin ve zenginliğinizin kendinizi kendinize ve sevdiğinize beğendirme olgunluğuna erişmek üzere olduğunuz hazzını yakalarsınız…
Başkaları… Çok… Çok… Ötede kalmıştır…
İşte Zirvelerin ”DÜŞÜNCENİN DOĞASI” nı nasıl şekillendirdiği şey bu olsa gerek…
Bir şeyler atıştırıp, bol bol fotoğraflar çekip ve biraz da yarenlik yaptıktan sonra… İniyoruz… Kılıçkaya’dan aşağı…
İnmenin bir kez daha zorluğunu bedenimizde hissettiğimiz acılardan anlıyoruz…
Bu hissediş de “anlık doğanın sihirli eli” sizi bu düşünce sarmalından uzaklaştırdığını Gülay’ın bot içinde tırnağının sökülmesine rağmen iniş disiplinini bozmamasından anlıyorum…
Hava alacalı bulacalı olmaya başladığında serinlik cildimizi ısıran bir soğukluğa dönüşüverdi: Hava iyice karardığında artık Köyümüze BELPINAR Köyüne varmıştık…
Bize ilk hoş geldin diyen: Bacalardan tüten odun kokan “duman” ve “tezek” kokusu ve evlerin bahçelerinde havlayan köpeklerdi…
Muhtar ve eşi; bizlere öylesine bir sofra hazırlamıştı ki öncelikle köy sütünden yapılmış yoğurtun sonra İzmir’den alışkanlık yapan yaprak sarmasının tadına baktım…
Köy meydanında satılan Kanlıca Mantarını sadece izledim… Almayı çok istedim ama korkumu yenemedim? Ama yemeyi tutkuya dönüştürdüğüm “finduk”tan vazgeçemedim…
Gecenin karanlığında Belpınar Köyünden ayrılıyoruz… Ali Fuat Paşa… Bölgenin meyve ve sebze deposu… Doğrusu Ali Fuat Paşa kasabasının “cennet hurmasını” unutmayayım… Her defasında alış veriş yapmadan ayrılmak olmuyor…
Yorulduğumuzu araçta koltuğumuza oturunca anlıyoruz… Ağrıyan yerler bir bir kendini belli etmeye çalışıyor… Ama usumuzdaki “ayaklarımızın altından kayan bulutlar” bu karamsar düşünceleri öteleyiveriyor…
Teşekkür ederim Can dostum Gülay’ım bu zorlu keyfi birlikte yaşattığın için… Teşekkür ederiz… Tonton Başkan Hüseyin Bey bize Ayakizleri ile bu naif keyfi yaşattığın için…
TEŞEKKÜR EDERİZ… SEVGİLİ ATAM… BU ÖZGÜR TOPRAKLARDA ÖZGÜRCE YAŞAMAMIZI SAĞLADIĞIN İÇİN…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
09 KASIM 2008