”Bir önceki yazımda kısa bahsettiğim: “Belemedik/Karapınar” Adana’nın 70 km kuzeyinde Torosları ikiye ayıran Çakıt vadisine saklanmış, gizemliliğini “Hacıkırı Köyü(Kıralan) ile aralarındaki 100 metreyi aşan uçurumla koruyan, ta ki Alman’ların Bağdat Demiryolu inşaası ile suskunluğunu ve gizemliliğini yitiren bu muhteşem köyün gün yüzüne çıkan öyküsünü anlatmış ve…”
mehmet gülay yücebilgiç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet gülay yücebilgiç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Ocak 2011
YENİ BİR YILA BAŞLARKEN…
ROTA İLE ILGAZ’DA KAYAK VE TERMAL KEYFİ...
Her yeni bir yıla başlarken… Geçen yılın iyi mi kötü mü geçtiğini pek de düşünmeden… Daha da sağlıklı, daha da paralı, daha da… Akla gelen tüm dilekleri peşi peşine öylesine bir çırpıda içimizden geçirir ve bu dileklerimizin hepsinin Tanrı katında onanmasını dileriz ki… Sanki yavaş söylersek…
Veya gecenin 2400 de bu dileği gerçekleştirmezsek, tüm dileklerimiz kabul edilmeyecek şüphesine düşeriz… Bazı yıllar da dilekleri sıralarken öncelikleri şaşırır, bazen de şunları şunları diledim ama şunları unutmuşum diye kendi kendimize üzülürüz…
Doğal olarak dileğimiz; ihtiyaç duyduklarımızı kapsasa da… Yaşa, cinsiyete göre değiştiğini düşünsek de “özellikle doğa tutkunlarının” dileklerinde pek de büyük farklılık olmayacağı görüşündeyim…
-Yine araya “doğayı” kattın der gibisiniz…
-Evet, haklısınız… Belki de bu yaşımıza kadar ki deneyimlerimiz bu şekilde düşünmemizi sağlıyor… Doğadan ne zaman uzak kalsak… Enerjimizin tükendiğini hissediyoruz… Ne zaman ki… Dağlarda doğanın içinde aynı enerjiyi almaktan hoşlananlarla birlikteyiz… Kısacası doğaylabaşbaşayız… İşte o an enerji tanklarımızın dolmaya başladığını hissetmeye başlıyoruz…
Bu düşüncelerimizi yineledikten sonra… Hüzünlü geçen günlerin ardından… Doğa tutkunları olarak; 2011 yılına, doğanın esintilerini ailemize getiren Sevgili Biricik torunumuz RÜZGAR’la girmenin ayrı bir heyecan ve keyfini yaşadık ve yeni yıla girdiğimiz ilk anlarda: Gülay’la birlikte ”Bilinmeyenleri, keşfetme farkındalığını ve gücünü ruhen ve bedenen yaşayabilmeyi” diledik.
Bu satırları yazarken bile… İnsanoğlunun; İlkçağlardan başlayarak, evrenin boyutlarının” beş duyusu ile algıladığı veya ilmen tespit edildiği kadar” olduğu yanılgısını hep taşımış olduğunu hatırlattı.
Sanırım yaşamı anlamlı kılan nokta… Öncelikle Gözlediğimiz (beş duyu ile algılanan) ne kadar? Ve daha daha neler var?
Kısacası keşif…Bilinmeyeni arayıp bulma! Bu buluşun kendinde ve sevdiğinde ne hissettirdiğini birlikte yudumlayabilme.
İşte böyle düşünceler sarmalında;Rota grubu ile sabaha karşı Kurşunlu/Çavundur Termal tesislerinde odalarımıza yerleştik ve kısa süreli dinlenmenin ardından kahvaltı ve doğruca Ilgaz Kayak merkezine yola koyulduk…
Henüz Gülay’la 2011 yılı kayak sezonunu açmamıştık… Ilgaz pistinde daha önce de kaymamıştık… Otobüsten iner inmez… Bilinmeyenlerle dolu bir güne başlamanın heyecanı tüm bedenimizi sarmıştı…
Kayak pistinin girişinden zirveye doğru baktık oldukça dik bir görünüşü vardı…Zirve rakımının 1997 m. olduğunu öğrendik…
Ancak teleferik biniş alanı, öylesine kalabalık ki kayak yapacaklardan çok teleferiğe turistik amaçlı binen çok…
Sıra zor da olsa geldi ve zirveye çıktık, gökyüzü berrak,manzara oldukça güzel, Gülay’la birbirimizin fotoğrafını çekmekle yetiniyor,zirveye çıkınca nasıl bir durumla karşılaşacağımızı merak ediyoruz…
Teleferikten indikten sonra, gezgin grubunun arasından sıyrılarak piste doğru kaymaya başladık…Aman Allahım…Snowboardcular, acemi kayakcılara ders verenler, pis girişinde gezinti yapanlar… Kaymaktan vazgeçmeyi düşündük… Ama buraya kadar gelmişken yarıda bırakmaya gönlümüz razı olmadı… Gülay’la birbirimize yakın kaymaya başladık… Kayma sayısı arttıkça etrafımızı pek de görmemeye dikkat ettik…
Önemli olan bu şartlarda bir kazaya uğramadan zevk alabilmek idi…Bu durumda bizim için yeni bir deneyimdi…Öyle de Kabul ettik…
Akşam 1600 ya kadar kaydıktan sonra 1630 da Kurşunlu/Çavundur Termal tesislerine hareket ettik…Yaklaşık bir,bir buçuk saat arası bir uzaklıkta…Çok uzun süredir, böyle sıcak bir otelde kalmamıştık, ısınma termal sudan olunca, ısınma da böyle sorunsuz oluyordu…
Ama en keyifli ve dinlendirici bölümü sanırım…Saatlerce karlar içinde kaymışsınız ve gelip termal suda yorgunluk atıyorsunuz…Havuzda sohbet ediyorsunuz… Termal tesis içinde; ister ailenizle özel termal banyo isterseniz genel havuzda erkek ve bayan ayrı ayrı olmak üzere yararlanabiliyorsunuz…
İsterseniz sauna keyfi de hazır…Çavundur Termal tesis oldukça kalabalık , özelliği de suyun şifalı oluşu imiş… Asef’in yer ayırtmak için ne denli uğraştığı ve güçlük çektiğini şimdi daha iyi anlamış olduk… Canlı müzikli akşam yemeği ve sohbet faslını müteakip…
Büyük bir beklenti ile Ilgaz Kayak merkezine doğru yaklaştıkça hava şartları bozuluyordu, yerlerde ki karlar akşam kar yağdığını gösteriyor ve pus içinde Ilgaz Kayak Merkezine giriş yaptık neredeyse koşar adım…Teleferiklere koştuk, düşündüğümüz gibi de oldu.
Teleferikler çalışmıyordu, TSK Eğt. ve Kayak Merkezinde bir süre dinlenip birşeyler içtikten sonra Kurşunlu’ya dönmeye karar verdik.
Hemen teslim ettiğimiz kayak takımlarını geri aldık, kuşandık doğruca teleferiğe… Bindik yukarı çıkıyoruz, ama göz gözü görmüyor, bu koşullarda nasıl kayacaktık… Yine bir bilinmezlik ve heyecan içinde kayak pist başına kadar gittik…Bir şey görünmüyor…
Kayalım mı? Kaymayalım mı? Gülay’la yine geriye dönmemeye karar verdik…Kısa mesafeli bir kayışla kendimizi denedik, bir yer görünmüyor?
Acaba gözlüklerden dolayı mı diye merak ettik? Taktığımız gözlükler daha net gösteriyordu.
Dikkatli bir şekilde boş sayılacak pistte kaymayı tamamladık…Artık devamı getirilmeliydi… Adrenalin tam tavan yapıyordu…
Gülay’I pistten almak pek de kolay olmadı… Ilgaz Kayak merkezinden hiç ayrılmayı istemesek de 1430 da zorunlu olarak ayrıldık…
Kurşunlu/Çavundur Termal Tesislerinde Rota grubunun kalanları ile buluşarak İstanbul’a harekete geçtik…Yolda mola” İsmail’in Yerinde” verildi…
Burada külbastı,yogurt ve sütlaç yemeyi ihmal etmeyin derim… İstanbul Avrupa yakasına geçtiğimizde yağmurla karşılaştık…
Uzun süredir araladığımız doğayla buluşmamız bir Rota etkinliği sayesinde oldu…Bu etkinliği düzenleyen Asef ve Nazan Özhan’a gönülden teşekkür ediyoruz…
Keyifli doğa etkinliklerinde buluşmak ümidiyle…
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
OCAK 2011 ILGAZ-ÇAVUNDUR
Her yeni bir yıla başlarken… Geçen yılın iyi mi kötü mü geçtiğini pek de düşünmeden… Daha da sağlıklı, daha da paralı, daha da… Akla gelen tüm dilekleri peşi peşine öylesine bir çırpıda içimizden geçirir ve bu dileklerimizin hepsinin Tanrı katında onanmasını dileriz ki… Sanki yavaş söylersek…
Veya gecenin 2400 de bu dileği gerçekleştirmezsek, tüm dileklerimiz kabul edilmeyecek şüphesine düşeriz… Bazı yıllar da dilekleri sıralarken öncelikleri şaşırır, bazen de şunları şunları diledim ama şunları unutmuşum diye kendi kendimize üzülürüz…
Doğal olarak dileğimiz; ihtiyaç duyduklarımızı kapsasa da… Yaşa, cinsiyete göre değiştiğini düşünsek de “özellikle doğa tutkunlarının” dileklerinde pek de büyük farklılık olmayacağı görüşündeyim…
-Yine araya “doğayı” kattın der gibisiniz…
-Evet, haklısınız… Belki de bu yaşımıza kadar ki deneyimlerimiz bu şekilde düşünmemizi sağlıyor… Doğadan ne zaman uzak kalsak… Enerjimizin tükendiğini hissediyoruz… Ne zaman ki… Dağlarda doğanın içinde aynı enerjiyi almaktan hoşlananlarla birlikteyiz… Kısacası doğaylabaşbaşayız… İşte o an enerji tanklarımızın dolmaya başladığını hissetmeye başlıyoruz…
Bu düşüncelerimizi yineledikten sonra… Hüzünlü geçen günlerin ardından… Doğa tutkunları olarak; 2011 yılına, doğanın esintilerini ailemize getiren Sevgili Biricik torunumuz RÜZGAR’la girmenin ayrı bir heyecan ve keyfini yaşadık ve yeni yıla girdiğimiz ilk anlarda: Gülay’la birlikte ”Bilinmeyenleri, keşfetme farkındalığını ve gücünü ruhen ve bedenen yaşayabilmeyi” diledik.
Bu satırları yazarken bile… İnsanoğlunun; İlkçağlardan başlayarak, evrenin boyutlarının” beş duyusu ile algıladığı veya ilmen tespit edildiği kadar” olduğu yanılgısını hep taşımış olduğunu hatırlattı.
Sanırım yaşamı anlamlı kılan nokta… Öncelikle Gözlediğimiz (beş duyu ile algılanan) ne kadar? Ve daha daha neler var?
Kısacası keşif…Bilinmeyeni arayıp bulma! Bu buluşun kendinde ve sevdiğinde ne hissettirdiğini birlikte yudumlayabilme.
İşte böyle düşünceler sarmalında;Rota grubu ile sabaha karşı Kurşunlu/Çavundur Termal tesislerinde odalarımıza yerleştik ve kısa süreli dinlenmenin ardından kahvaltı ve doğruca Ilgaz Kayak merkezine yola koyulduk…
Henüz Gülay’la 2011 yılı kayak sezonunu açmamıştık… Ilgaz pistinde daha önce de kaymamıştık… Otobüsten iner inmez… Bilinmeyenlerle dolu bir güne başlamanın heyecanı tüm bedenimizi sarmıştı…
Kayak pistinin girişinden zirveye doğru baktık oldukça dik bir görünüşü vardı…Zirve rakımının 1997 m. olduğunu öğrendik…
Ancak teleferik biniş alanı, öylesine kalabalık ki kayak yapacaklardan çok teleferiğe turistik amaçlı binen çok…
Sıra zor da olsa geldi ve zirveye çıktık, gökyüzü berrak,manzara oldukça güzel, Gülay’la birbirimizin fotoğrafını çekmekle yetiniyor,zirveye çıkınca nasıl bir durumla karşılaşacağımızı merak ediyoruz…
Teleferikten indikten sonra, gezgin grubunun arasından sıyrılarak piste doğru kaymaya başladık…Aman Allahım…Snowboardcular, acemi kayakcılara ders verenler, pis girişinde gezinti yapanlar… Kaymaktan vazgeçmeyi düşündük… Ama buraya kadar gelmişken yarıda bırakmaya gönlümüz razı olmadı… Gülay’la birbirimize yakın kaymaya başladık… Kayma sayısı arttıkça etrafımızı pek de görmemeye dikkat ettik…
Önemli olan bu şartlarda bir kazaya uğramadan zevk alabilmek idi…Bu durumda bizim için yeni bir deneyimdi…Öyle de Kabul ettik…
Akşam 1600 ya kadar kaydıktan sonra 1630 da Kurşunlu/Çavundur Termal tesislerine hareket ettik…Yaklaşık bir,bir buçuk saat arası bir uzaklıkta…Çok uzun süredir, böyle sıcak bir otelde kalmamıştık, ısınma termal sudan olunca, ısınma da böyle sorunsuz oluyordu…
Ama en keyifli ve dinlendirici bölümü sanırım…Saatlerce karlar içinde kaymışsınız ve gelip termal suda yorgunluk atıyorsunuz…Havuzda sohbet ediyorsunuz… Termal tesis içinde; ister ailenizle özel termal banyo isterseniz genel havuzda erkek ve bayan ayrı ayrı olmak üzere yararlanabiliyorsunuz…
İsterseniz sauna keyfi de hazır…Çavundur Termal tesis oldukça kalabalık , özelliği de suyun şifalı oluşu imiş… Asef’in yer ayırtmak için ne denli uğraştığı ve güçlük çektiğini şimdi daha iyi anlamış olduk… Canlı müzikli akşam yemeği ve sohbet faslını müteakip…
Yarın ki Ilgaz’da kayak/snowboard etkinliğine katılacak sadece “yedi kişi” bulabildik… Bunların iki kişisi biz idik…
Rota grubunun; diğer elemanları yürüyüş veya kaplıca keyfi yapacaktı…Sabah erkenden kalkıp neşeli bir şekilde kahvaltıyı yaptık saat sekizde yola düşmüştük…
Dönüş için hazırlık yaparken Kemal beyden telefon geldi, pist açıldı bizimkiler kayak için teleferiğe gittiler dedi… Biz durur muyuz?
Hemen teslim ettiğimiz kayak takımlarını geri aldık, kuşandık doğruca teleferiğe… Bindik yukarı çıkıyoruz, ama göz gözü görmüyor, bu koşullarda nasıl kayacaktık… Yine bir bilinmezlik ve heyecan içinde kayak pist başına kadar gittik…Bir şey görünmüyor…
Kayalım mı? Kaymayalım mı? Gülay’la yine geriye dönmemeye karar verdik…Kısa mesafeli bir kayışla kendimizi denedik, bir yer görünmüyor?
Acaba gözlüklerden dolayı mı diye merak ettik? Taktığımız gözlükler daha net gösteriyordu.
Dikkatli bir şekilde boş sayılacak pistte kaymayı tamamladık…Artık devamı getirilmeliydi… Adrenalin tam tavan yapıyordu…
Gülay’I pistten almak pek de kolay olmadı… Ilgaz Kayak merkezinden hiç ayrılmayı istemesek de 1430 da zorunlu olarak ayrıldık…
Kurşunlu/Çavundur Termal Tesislerinde Rota grubunun kalanları ile buluşarak İstanbul’a harekete geçtik…Yolda mola” İsmail’in Yerinde” verildi…
Burada külbastı,yogurt ve sütlaç yemeyi ihmal etmeyin derim… İstanbul Avrupa yakasına geçtiğimizde yağmurla karşılaştık…
Uzun süredir araladığımız doğayla buluşmamız bir Rota etkinliği sayesinde oldu…Bu etkinliği düzenleyen Asef ve Nazan Özhan’a gönülden teşekkür ediyoruz…
Keyifli doğa etkinliklerinde buluşmak ümidiyle…
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
OCAK 2011 ILGAZ-ÇAVUNDUR
12 Ocak 2009
ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU FELSEFESİYLE:TARAKLI'DAN GÖYNÜK VE ÇUBUK GÖLÜNE YAŞADIKLARIMIZ
BURJUVAZİ BİZİ ÇALIŞARAK VE ÂŞIK OLARAK MUTLULUĞU BULABİLECEĞİMİZE İNANDIRDI…
Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Dedikten sonra başka bir konuyu yazmaya başlamıştım… Geçen ay… Şimdi ise öncelikle Alain De Botton’un düşünceleri ile kendi düşüncelerim arasındaki ayrıntılardan bahsettikten sonra… Taraklı’da yaşadıklarımızın ikinci bölümünü yazmak istiyorum…
Alain kitabında; yaptığımız” işin bizi mutlu etmesi gerektiği” yolundaki kanının çoğu kişi tarafından paylaşılan yaygın bir kanı olduğunu belirtmekte.
Oysa 18 nci yüzyıl burjuvazisinin “ zevkli olan her şeyin gerekli olana bağlı olduğu felsefesini” kişilere dayattığı için bu şekilde düşünülmek zorunda bırakıldığını açıklamaktadır.
Ve bu genel düşüncenin etkisiyle “Bir zamanlar çalışan bir kişinin mutlu olması mümkün değilken, şimdiyse boşta gezenin mutlu olmasının mümkün görülmediği düşüncesinin ağır bastığını vurgulamaktadır.
Ayrıca herkesin “iş ve aşkla mutluluğu” bulabileceği yolunda gayet burjuva güvencesinin içinde gizlice çöreklenmiş saygısızca bir acımasızlığın yeni farkına vardığını açıkladıktan sonra; İş ve aşkın (asla demese de) “ruhsal tatmin duygusunu” vermeyeceğini dillendirmektedir.
Kitabın ana fikri kendimce bu şekilde; bu düşünceleri bir yandan yazarken bir yandan da ilkokuldan meslek erbabı olmama ve emekliliğime kadar ki ve taze emeklilik dönemim yaşadıklarım ve yaşamakta olduklarım usumdan geçiveriyordu…
Ben Alain’in düşüncelerine aynen katılmakla birlikte kendisi bu incelemeyi ve düşüncelerini bir dünya kesitini izleyerek ve gözlemleyerek dile getirmiş… Ancak “kendi kalıtımsal kültürünün etkisiyle…”
Türkiye çok farklı bir ülke yöre üslupları farklı da olsa, Prf. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun tanımlamasıyla; “kültürel kalıtımın aynı olması” Türkiye’de; dünyanın her yerinde meydana gelen söz gelimi “ekonomik kriz” dâhil olmak üzere tüm krizlere gösterilen tepki çok farklı… Kısacası daha metanetli ve aile dayanışma içine girivermekte… Kızını veya oğlunu o kriz anında kendi ailesi içine alıvermekte ve krizi def etmeye çalışabilmektedir.
Bunun yanında Türkiye’mde Ortak düşünce; “ İş olmazsa aş olmaz “ hayat felsefesidir…
İlk bakışta yazarın düşündüğüne benzer gibi görülmektedir… Ama aynısı değildir… Huzuru ve mutluluğu da rafa kaldırmadan: Sadece karın doyurma sadeliğindedir…
“Anadolu Hayatının” özünde; olanla yetinme ve onunla huzurlu olabilme felsefesi hâkimdir… Hırs düzeyini asgariye indirerek yaşam kalite seviyesini gönlünün gülmesine odaklamıştır…
İlla ki; lüks evlerde, lüks arabalarda, lüks hayatı arama duygusunda değildir… Doğrusu materyalist düşünceden arınmış yapısı vardır… Dönüp aslı bozulmamış köylerimizin ruhsal dinginliği doğayla birlikte nasıl özümlediğini görebiliriz…
Kızdığınızı duyar gibiyim… Sen nerede yaşıyorsun, tuzun kuru der gibisiniz… Kızmanıza gerek yok…
Ben sadece gözlemlerime dayanarak gerçek, saf olarak; Türk’ün, “Kalıtsal Kültürünün binlerce yıl etkisiyle büyüyüp birbirine sarmal olmuş bu vatanda yaşayanların hatta aynı “kalıtsal Kültürü diğer kıta’larda devam ettirenlerin davranış bütünlüğünden bahsediyorum… Anadolu’nun öz olan felsefesini ortaya koyuyorum…
Şehirleşmiş… Ancak… Aslını kaybetmişlerden bahsetmiyorum…
Sanırım asıl olan… Aslına dönmek, duru ve mukayesesizliği esas alan bir doğal yaşam olmalıdır…
Şimdi aslımızın saklı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun ilk yurtlarından… Taraklı İlçesindeyiz… Her yanı buram buram Anadolu kokuyor… Asırlık 200’ü aşan konaklar… Ve yeniden aslına uygun yapılanmalar… İnsanın göğsünü kabartıyor… Ve aynı ruhu yansıtan Pazar yeri…
Ayakizleri o gün kurulan yerel pazarın havasını solumadan edemiyor… Hep birlikte pazardayız…
Dikkati çeken ürünlerin başında cam kavanozlarda marmelat görünümlü “UĞUT” geliyor… Buğdayın çimlendirilmesiyle elde edilen bir ürün… Bana göre bu ürün antik öncesi bir ürün olmalı… Kısa bir alış veriş sonrası…300 yıllık konakların ve Ulu Tarihi çınar ağacının bulunduğu mahalleler arasında dolaşmaya başlıyoruz…
Ama mahallenin çocukları öylesine bizleri kartopu yağmuruna tuttular ki… Sizler çocuksunuz da biz sizden geri kalır mıyız? Hücum… Barış… Öncü… Ya ben? Ondan geri kalır mıyım? Soğuk etkilemedi dersem yalan olur?
Soğuğun etkisinden kurtulmak için doğruca şehir meydanındaki kahvehanedeyiz…
Sonra ver elini karlar içindeki kaplıcaya… Su sıcaklığı… 30 derece seviyesinde… Kaplıca içinde sohbet öylesine etkindi ki Kaptan Atilla Beyin uyarısıyla çıkabildik…
Kaplıca sonrası… Dinlenme soba başın da idi…
Akşamsefası tarihi konakta kuzinelerde hazırlanan folyoda hamsi, teside kerevizli köfte… Ve neler neler… Ya ilerleyen saatlerde Hüseyin Beyin “sıcak meyveli şarap” ikramı… Konak sahibi İrfan Beyin, isteğimiz üzerine gönderdiği “”cümbüş”” faslı… Şarkılar… Şakalar… Oyunlarla geçen neşeli saatler sonrası sabah erken kalkmak üzere… Gece sona eriyor…
Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Dedikten sonra başka bir konuyu yazmaya başlamıştım… Geçen ay… Şimdi ise öncelikle Alain De Botton’un düşünceleri ile kendi düşüncelerim arasındaki ayrıntılardan bahsettikten sonra… Taraklı’da yaşadıklarımızın ikinci bölümünü yazmak istiyorum…

Alain kitabında; yaptığımız” işin bizi mutlu etmesi gerektiği” yolundaki kanının çoğu kişi tarafından paylaşılan yaygın bir kanı olduğunu belirtmekte.
Oysa 18 nci yüzyıl burjuvazisinin “ zevkli olan her şeyin gerekli olana bağlı olduğu felsefesini” kişilere dayattığı için bu şekilde düşünülmek zorunda bırakıldığını açıklamaktadır.
Ve bu genel düşüncenin etkisiyle “Bir zamanlar çalışan bir kişinin mutlu olması mümkün değilken, şimdiyse boşta gezenin mutlu olmasının mümkün görülmediği düşüncesinin ağır bastığını vurgulamaktadır.
Ayrıca herkesin “iş ve aşkla mutluluğu” bulabileceği yolunda gayet burjuva güvencesinin içinde gizlice çöreklenmiş saygısızca bir acımasızlığın yeni farkına vardığını açıkladıktan sonra; İş ve aşkın (asla demese de) “ruhsal tatmin duygusunu” vermeyeceğini dillendirmektedir.
Kitabın ana fikri kendimce bu şekilde; bu düşünceleri bir yandan yazarken bir yandan da ilkokuldan meslek erbabı olmama ve emekliliğime kadar ki ve taze emeklilik dönemim yaşadıklarım ve yaşamakta olduklarım usumdan geçiveriyordu…
Ben Alain’in düşüncelerine aynen katılmakla birlikte kendisi bu incelemeyi ve düşüncelerini bir dünya kesitini izleyerek ve gözlemleyerek dile getirmiş… Ancak “kendi kalıtımsal kültürünün etkisiyle…”
Türkiye çok farklı bir ülke yöre üslupları farklı da olsa, Prf. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun tanımlamasıyla; “kültürel kalıtımın aynı olması” Türkiye’de; dünyanın her yerinde meydana gelen söz gelimi “ekonomik kriz” dâhil olmak üzere tüm krizlere gösterilen tepki çok farklı… Kısacası daha metanetli ve aile dayanışma içine girivermekte… Kızını veya oğlunu o kriz anında kendi ailesi içine alıvermekte ve krizi def etmeye çalışabilmektedir.
Bunun yanında Türkiye’mde Ortak düşünce; “ İş olmazsa aş olmaz “ hayat felsefesidir…
İlk bakışta yazarın düşündüğüne benzer gibi görülmektedir… Ama aynısı değildir… Huzuru ve mutluluğu da rafa kaldırmadan: Sadece karın doyurma sadeliğindedir…
“Anadolu Hayatının” özünde; olanla yetinme ve onunla huzurlu olabilme felsefesi hâkimdir… Hırs düzeyini asgariye indirerek yaşam kalite seviyesini gönlünün gülmesine odaklamıştır…
İlla ki; lüks evlerde, lüks arabalarda, lüks hayatı arama duygusunda değildir… Doğrusu materyalist düşünceden arınmış yapısı vardır… Dönüp aslı bozulmamış köylerimizin ruhsal dinginliği doğayla birlikte nasıl özümlediğini görebiliriz…
Kızdığınızı duyar gibiyim… Sen nerede yaşıyorsun, tuzun kuru der gibisiniz… Kızmanıza gerek yok…
Ben sadece gözlemlerime dayanarak gerçek, saf olarak; Türk’ün, “Kalıtsal Kültürünün binlerce yıl etkisiyle büyüyüp birbirine sarmal olmuş bu vatanda yaşayanların hatta aynı “kalıtsal Kültürü diğer kıta’larda devam ettirenlerin davranış bütünlüğünden bahsediyorum… Anadolu’nun öz olan felsefesini ortaya koyuyorum…
Şehirleşmiş… Ancak… Aslını kaybetmişlerden bahsetmiyorum…
Sanırım asıl olan… Aslına dönmek, duru ve mukayesesizliği esas alan bir doğal yaşam olmalıdır…
Şimdi aslımızın saklı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun ilk yurtlarından… Taraklı İlçesindeyiz… Her yanı buram buram Anadolu kokuyor… Asırlık 200’ü aşan konaklar… Ve yeniden aslına uygun yapılanmalar… İnsanın göğsünü kabartıyor… Ve aynı ruhu yansıtan Pazar yeri…
Dikkati çeken ürünlerin başında cam kavanozlarda marmelat görünümlü “UĞUT” geliyor… Buğdayın çimlendirilmesiyle elde edilen bir ürün… Bana göre bu ürün antik öncesi bir ürün olmalı… Kısa bir alış veriş sonrası…300 yıllık konakların ve Ulu Tarihi çınar ağacının bulunduğu mahalleler arasında dolaşmaya başlıyoruz…
Ama mahallenin çocukları öylesine bizleri kartopu yağmuruna tuttular ki… Sizler çocuksunuz da biz sizden geri kalır mıyız? Hücum… Barış… Öncü… Ya ben? Ondan geri kalır mıyım? Soğuk etkilemedi dersem yalan olur?
Sonra ver elini karlar içindeki kaplıcaya… Su sıcaklığı… 30 derece seviyesinde… Kaplıca içinde sohbet öylesine etkindi ki Kaptan Atilla Beyin uyarısıyla çıkabildik…
12 Kasım 2008
KILIÇKAYA ZİRVESİNDE
DÜŞÜNCENİN DOĞASI
Yazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…
Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…
Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?
Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_ “Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…
Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…
Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor…
Damadı oynatıyor… Damat “laci” leri giymiş… Yüzündeki ifade özgüvenden daha çok ikircikli bir halde… Ben doğru mu yapıyorum… Düşüncesi hâkim… Erişkinlerde onları izliyor… 
İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…
Yazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…
Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…
Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?
Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_ “Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…
Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…
Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor…
İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)