nüzhetiye şelalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nüzhetiye şelalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2008

HİSAREYN-NÜZHETİYE-KUTLUCA-KIRINTI KÖYÜ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

İYİ DÜŞÜNÜN...
Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin. Er veya geç Çimenler yayılacak üzerinize
CAN DÜNDAR


BİR DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ; ANNE AYI İLE YAVRUSUNUN AYAK İZLERİ…


Yeni yaşımın ikinci gününde: 19 Ocak 2008 Cumartesi; Kocaeli yollarındayız…
Yürüyüşümüz keşif niteliğinde kısacası zaman, hava ve arazi yönünden bahtımıza ne çıkarsa, ona katlanarak yürüyeceğiz…
Bu nedenle Hüseyin Bey grubu otuz kişiyle sınırlı tutmuş…
Keşif; Gölcük ile İznik ilçelerinin beldelerini kapsayacak şekilde Samanlı Dağlarında(Nüzhetiye-Kırıntı köyleri arasında) yapılacak…
Mesut kaptanın seri yönetimi ile midibüsümüz, Hisareyn beldesinin dar sokaklarından yukarı doğru tırmanıyor… Beldenin ismi dikkatimi çekiyor… Hem Türkçe hem de Arapça kelimelerden oluşmuş, Hisar: Burç, Eyn: Çift, “ÇİFTEHİSAR” anlamında olduğunu sonradan öğrendim…
Evler yazlık görünümünde… Bir süre sonra Nüzhetiye köyüne vardık, burada sırt çantalarımızı kuşandıktan sonra
Balık Çiftliğinden yürüyüşe başladık… Çiftlik bomboş… Biraz yürüdükten sonra şelaleyi gördük… Sonra dik bir yamaçtan halat ve yardımlaşmayla çıktıktan sonra gürül gürül akan dere kenarından yürüyüşe başladık. Bu yürüyüşün yaklaşık beş buçuk saati tırmanmayla tamamı ise yedi saat sürecekti…
Sol tarafımız derin bir vadi, yer güneşin de etkisiyle çamurlaşmaya başlamış, botlarımızdaki çamurları orman içindeki orman güllerinin çalılarına sürterek çıkarmaya çalışıyoruz…
Ama nafile… Bir süre çamur ve orman güllerinin çalıları ile boğuşmaktan çıktığımız rampanın farkına bile varamadık…
Hüseyin Bey Asker Mehmet ile devamlı harita değerlendirmesi yapıyor…
Kendime göre bir kerteriz aldım, bana göre de güneşin battığı vadiye doğru gitmemiz gerekiyordu…
Önemli olan da ormandan hava kararmadan çıkmak en güzeli idi… Gülay’la da konuştuk, bizim için Kırıntı köyü önemli değildi, önemli olan bir yerleşim yerine varmak… Sonrası kolaydı…
Ama bizim düşüncelerimiz keyfe kederdi… Hüseyin Beyin deneyimine güveniyorduk… Doğruyu söylemek gerekirse birazda olağanüstü durumlar yaşamak istiyorduk… Biz her duruma hazırdık… Çok geçmeden çamur, orman güllerinin çalıları bitmeden yer yer dizimize kadar derinleşen karla karşılaştık… Bu da iyi dedik.
Ah! O toz gibi ayağımızın altından kayıp giden, un gibi ufalanıp bize pösteki saydıran kar yok mu? O çürük kar…
Dalları çıplak toprağı karlarla bezenmiş kayın ormanları; güneşin sarıya çalar ışıklarını özlemle bekler halleri vardı…
Sanki üşümeleri biraz olsun azalmış, ısınmışlığın verdiği rehavetle uykuya dalar halleri: Biz Ayakizlerinin şen şakrak sesleriyle, uykudan uyanmış bebelerin ne yapacağını bilmez şaşkın ürkek hallerine dönüşüyordu…
Karları, çamurları adeta yırtarak tüm güzelliklerini sergilemek isteyen bitkilere ne demeliydi..
Kayın ormanın sessizliği; zaman zaman peşimize düşen Av köpeklerinin havlamalarıyla… Zaman zaman da yerde ayıların pençe izleri! Diye uyarı sesleriyle bozuluyordu…
Selim Bey bir ara gruptan ayrıldı, ben, Gülay ve Aynur da kendisine katıldık ancak tutana aşk olsun… Selim Beyin, ayı izleri nidası ormanda yankılandı… Hemen hızlandık dikkatle izleri inceliyoruz… Gerçekten öylesine güzel bir iz ki bu görünümü kendime doğanın doğum günü hediyesi saydım…
Meraklandınız değil mi?
İz; bir “ana ayı ile yavrusuna” ait idi…
Kaç poz resmini çektim, bu ödülün bilemezsiniz…Aşağı doğru baktığımızda grup mola vermek için durmuştu…
Mola küçük bir çanak gibi kuytu bir yerde verildi, güneşi de böğründen alıyordu…
Menüde helva ve peynir var…
Gülay’ın sözüne uydum… Bir bardak kahve ve dörtte bir peynir ekmek yedim…
Keza yolun ne zaman biteceği önümüze ne çıkacağı belli değildi… Tok karnına da yürüyüş hiç çekilmez idi.
Mola sonrası tekrar karlar içinde rampaları çıkmaya devam ettik… Son dönemeci de döndükten sonra, artık şu tırmanmalar da bitsin derken yokuş aşağı inmeye başladık…
Bir baktım… Koşuyorum… Ben değil, yeni yaşını kutlayan içimdeki çocuk koşuyor… Ben de onu tutmaya çalışıyorum… O koştukça, ben onu tutmaya çalışıyorum…
Gülay’ın sesiyle kendime geldim…
Ne yapıyorsun dedi!
Ben de ben bir şey yapmıyorum…
İçimdeki çocuğun peşinden koşuyorum dedim…
Keyfimize diyecek yoktu…
İster Kırıntı köyü isterse Mırıntı köyü…
Şu beş buçuk saat süren yokuş yukarı yürümeler bitti ya… Bundan sonra isterse iki saat yol olsun… Razıyız…
Derken sondan bir önceki dereyi de geçtikten sonra güneş elini ayağını çekmiş hava soğumaya yüz tutmuştu… Karşılaştığımız son dere ise buz tutmuştu, biraz ilerde ki yıkılmış köprünün üzerinden geçerek yola devam ettik, hava artık kararmıştı ki evler görünmeye başladı… Burasının Kutluca köyü olduğunu öğrendik Kırıntı Köyüne yaklaşık bir saat var dediler…
Birkaç ev hariç, evler; ayazın sessizliğine bürünmüş, havanın kararmasıyla kendileri de bu sessizliğe ayak uydurmuş, köyde elektrik var, ama cep telefonu çalışmıyor, ısrarla çatılara baktım uydu anteni de yok… Kendi kendime fakirliğin gözü kör olsun dedim. Birden çocukken Toras’ların Bürücek yaylasında, hava kararır kararmaz yatakların içine girişimiz ve gaz lambalarıyla aydınlandığımız günler aklıma geldi…
Ayaza çeken hava artık yerleri jilet gibi buz yapmıştı… Yürümekte oldukça zorlanmaya başladım… Demeye kalmadı kendimi yerde buldum… Düşerken, Harbiye’deki hocam aklıma geldi... Şöyle derdi: “İnsan düşerken tedbir alamaz… Tedbir düşmeden önce alınmalı… Çay içerken dahi, düşerken nasıl düşeceğini (toparlanarak, elleri kullanmadan, cenin vaziyetinde) zihnine kazımalısın ki, düşme esnasında refleks olarak tedbiri bedenin alsın derdi…”
Gerçekten öyle de oldu, bir yerim incinmeden, güzel düşmüştüm…
Artık ilerde gözüken ışıklar gözümüzde meşhurlaşan KIRINTI köyü idi…
Hemen caminin el yüz yıkama yerinde botlarımızı yıkadık, bayanlar midibüste erkekler kahvehanede üzerlerini değişti…
Gülay’la birlikte Serpil Hanımın hazırladığı Kara lahana çorbasını içerken tadı damağımızda kaldı…
Ve gerçekten… Bugüne kadar böylesine bir çorba içmemiştik…
Yolda yürürken Selim Beye; Köye vardığımızda bu yorgunluğun üzerine Hüseyin Beyle yemek hazırlamamalarını istemiştik…
Bunun yerine İznik’te İMREN Köftecisinde köfte yemeyi söylemiştik…
İstediğimiz gibi de oldu…
Çayları içtikten sonra ver elini İznik…
Köfteler yendi… Kahveleri de hak etmiştik…
Orhangazi, Yalova, araba vapuru derken eve vardığımızda saat ikiye geliyordu…
Usumda “anne ayı ile yavru ayının ayak izleri” vardı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ