ZİRVE DAĞCILIK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ZİRVE DAĞCILIK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2009

ÇUBUK GÖLÜ KIYISINDA KAMP VE BİLİNMEYEN BİR YERE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

((Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.-
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da…
Ya! Canım ellerini tutmak isterse...)))
CAN YÜCEL
EVLİLİĞİMİZİN OTUZÜÇÜNCÜ YILINDA…
Çubuk Gölü kıyısında Çadırlı Kamp ve Bilinmeyen bir yere Doğa Yürüyüşü
:
12HAZİRAN2009 Bugün evliliğimizin otuz üçüncü yıldönümünü kutlamanın keyfi ile dopdoluyuz… Sabah eşimle bu keyfi paylaşıp alnına öpücüğümü kondururken…
Bu keyifli anı yakalamanın çok da kolay olmadığı; bu anı yakalamak için nelerle boğuştuğumuz, nelere birlikte katlandığımız, her sendelememde bana nedenli destek olduğu usumdan birbiri ardına akmaya başladı…
Bu akış beni; ötelere götüreceğine kaynağına doğru çekmeye başladı… Kaynağına doğru sürüklenmeye başladığımda yüksekteki Ak Yarlar arasından serpintileriyle ıslanmaya başladığım yüce bir şelaleyle karşılaştım…
Güneşin, damlacıklar üzerine yansımasıyla her bir damlacığın konfetiye dönüşerek başımdan aşağı yağmaya başladığı bu şölen ortamında; gözümü aralamaya çalıştım: Şelalenin tam kaynağında elinde bir ağaç dalı ve başında rüzgârın tesiriyle dalgalanan tülbent başörtüsü ile suratındaki şefkat ve keyfi yansıtan gülüşü ile “Sevgili anamı” gördüm…
Onun “naif gülüşünde; Gülay ve benim otuz üç yıllık evlilik sürecimizden ve evlilik üzerine; “karşılıklı fedakârlığın” “karşılıksız katlanmaya dönüşmesiyle katmerleşir” düşüncemizden memnun olduğunu ve bize hayırlı mutluluklar ve sağlıklar dilediğini sezinledim… O kadar mutluydum ki…
Yosunlara bulanmış… Kayalar üzerinde kaynağa bir hamle daha yapıp ulaşmak isterken… Şelalenin buz gibi sularına gömüldüğümde…
Kendimi Şaşkın şaşkın Gülay’ın gözlerinin içine bakarken buldum… Aslında gözlerinin derinliğinde kaybolmuştum…
Kaybolmak; nereden geldi aklıma?
Sanırım? Hepimizin çocukluğumuzdan beri tek korkusu, yitmek, gözden uzaklaşmak, yok olmak anlamlarını taşıyan… “Kaybolmaktan” korkmuşuzdur…
Sanırım bizi içine hapseden bu duygu; saf, temiz ve korumasız çocukluk dönemimizden kalma “yaşam acemiliğimizin” sonucudur…
-Şimdi şu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim?
-“Yaşam acemiliğimiz” hiç sona ermeyecek mi?
-Bu tamamen size bağlı…
İsterseniz… Yaşam acemiliğinin bir çeşidi olan “doğada yaşam acemiliğine” örnek olabilecek, geçen haftalarda “doğada kayboluşumuzun” hikâyesini anlatayım…
-Bakalım Gülay’la benim “Kaybolma” konseptimizi nasıl bulacaksınız?
Ayakizleri Doğa yürüyüş Grubu ile kıştan kalma bir isteğimizi yerine getirmek için Çubuk Gölü kıyılarında kamp kurmak üzere İstanbul’dan ayrıldık; ilk durak Taraklı kasabası, ilk iş Pazar yerinde alışveriş yaptıktan ve yöresel yemeklerinin tadına baktıktan sonra Göynük ikinci durağımız oldu…
Burada bir grup Sakarya anıtına çıkarken bizim gibi birkaç kez gelenler Remzi Beyin önerisine uyarak Göynük usulü yemeklerin yapıldığı bir lokantaya gittik… Yenilen yemekler gerçekten yöresel ve özeldi… Buradan doğruca Çubuk gölüne gittik, kıyıda uygun bir yer arandı ve çadırları kurmaya başladık… Ancak... Gölün kıyısına yakın çok sayıda çadırın kurulması dikkatimizden kaçmadı… Çadırımızı kurarken sormayın öyle keyifli idik ki… Remzi Bey ve Ulaş Hanım da yardımlarını esirgemedi…
Çadırı kurarken tüm profesyonel bilgilerimi uygulamama rağmen… Sabah kalktığımızda Gülay’ın yattığı yerin taşlık ve eğimli olduğunun farkına, ancak Gülay sabaha kadar kaydığından ve taşlar battığı için uyuyamadığını anlatınca farkına vardım…
Akşamsefası öncesi tam tepedeki kamelyada köy ve gölün manzarasını seyretmek başka güzeldi… Doğaldır ki bu güzellik doğaseverlerle bir kat daha artıyordu… Akşamsefası, doğrusu gerek yemek gerekse Taraklı’nın meşhur cümbüş, klarnet faslı ile ateş etrafındaki eğlence ile sona erdi… Ancak birkaç kişi eğlence devam ederken köye Remzi Beyin bildiği bir köylü ile sohbet etmeye gittik...Köylü amca ile sohbet ederken bizleri etkileyen tek anlatımın adamcağızın "tek başına" kaldığı idi...Doğanın güzelliklerinin farkında bile değildi...Yalnızlık...Ulu Tanrıdan dileğim...Kimseyi yalnız bırakmaması idi...
Sabaha; gölün ve çam ormanının duru ve berrak ve gölün vırrrrrak diye konserini eksik etmeyen Çubuk göllü kurbağaların “günaydın” deyişi ile gözümüzü açtık…
Hemen çadırın içindeki uyku tulumları ve diğer eşyalarımızı toplarken birkaç saat sonra başlayacak “”SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ” için sırt çantasını hazırladık…
Göl kıyısında kurbağa senfonisi eşliğinde kahvaltı yapmak bizler için ayrıcalık idi…
Kahvaltıdan sonra 52 kişilik gruptan yaklaşık 20 ye yakın bir grupla yürüyüşe başladık birkaç kilometre gitmedik ki gruptan kopan arkadaşlar yüzünden yürüyüşün ahengi grileşti…
Doğrusu… Gülay’la İzmir’de, Doğa sporları Kulüpleriyle yürüyüşe başladığımız günlerdeki deneyimimizle kendimize şu konsepti edindik…“” Doğa yürüyüşü doğanın şartlarına uyum için yapılır… Amaç Doğaylabaşbaşa’lığı deneyimlemektir… Bu şartları zedeleyen kişiler varsa da onların etkisi altında kalınmaz… Şayet Arazide yön kaybedilmiş ise “yardım talep edilmeden rehberin işine karışılmaz…”” Esas olan kaybolma anını iyi deneyimlemek ve adrenalini tadabilmektir… Yıllardır… Bu amaçla binlerce adım attık… Yaradan’dan Nice adımlar atmayı diliyoruz…””
Kapıorman Dağlarının derinliklerine doğru tırmanıyoruz… Yürüyüşten kopan iki kişiyi aramak üzere giden Necati Bey olmak üzere üç kişi yok…
Güneş hangi yöne dönsek ya yüzümüze ya da ensemizin köküne çarpıp duruyor… Öyle de yakıyor ki sormayın… Yaklaşık 900m rakımdan 1590 m. lere doğru tırmanma, güneşe rağmen Gülay’la çiçeklerin tek tek pozlarını alarak keyifli hale getirmeye çalışıyoruz… Ama molayı da dört gözle bekler haldeyiz…
Ormanlık alana giriş bir “kurtuluş anı” aman nasıl seviniyoruz… Çocuklar gibi… Çubuk köyünden beri bizi terk etmeyen karabaş… Yemek molasında da yanı başımızda… Herhalde sadece “karın tokluğuna” bu kadar kilometre yol yürümek?
Mola sonrası kuzey doğudan görünen kümülüsler üzerimize öylesine abandı ki… Sis içinde kaybolma sonucu Karşı vadiye geçiş yeri biraz(kilometrelerce) ötelendi…
Hüseyin Bey, önde yürüyüş grubu arkada “merakla kaybolduk diyenlerle”… “Gülay’la benim gibi kaybolmanın keyfine nasıl varabiliriz” peşinde koşanlar olmak üzere iki gruba ayrılmış durumda idik…
Şimşir ağaçlarının arasında iz bulmaya çalışıyorduk… Fakat iyi ki de kaybolmuşuz… Öylesine yüz yıllık kayın ormanını ilk kez görüyor gibiydik… Sonra bir yayla evindeki Köylü ve bir koyun sürüsü ile karşılaştık…
Bu an bizim için adrenalinin sonu gibiydi… “Doğaylabaşbaşa’lığın acemileri” için kurtuluş olabilirdi… Köylü bize bir bölgeye kadar eşlik etti… Sonra zirvelerden kıvrıla kıvrıla berkitme yolu takip ederek aşağı vadiye indik…
Burada bizi almaya gelen Mesut beyin midibüsü ile Dokurcun’a hareket ettik…
İstanbul’a doğru yol alırken…
Çubuk gölünün kıyısında kurulan kamp ve ateş etrafındaki eğlence ve çadır içinde yuvarlanmaktan uyumaya vakit bulamayan Sevgili Gülay’ım gözümün önüne geliyordu….
Nice Evli çiftlere hayırlı sağlık ve mutluluklarla dolu evlilik yıldönümleri dileğiyle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
Evliliğimizin 33 yılında…
12 HAZİRAN-İSTANBUL

12 Mayıs 2009

ZİRVEYLE OH...OH BEEEE!!!!!!!!

Oh! Oh Be!
Demek geliyor içimden.
Neden mi?
Bu bahar doğa yürüyüşü yapmaktan ümidimi kesmişken…
Gülay; Zirve Dağcılığın 10 Mayıs 2009 günü keşif yürüyüşü düzenlendiğini ve katılmam için iyi bir fırsat olduğunu söyledi…
Birkaç telefon sonrası… Ancak yedeğe yazılabildim… Aysun Hanımın telefonu ile yürüyüşe katılma heyecanı içinde aracın kalkış saatinden yarım saat önce sabah saat altıda soluğu Taksim’de aldım…
Teker teker yürüyüşçülerin duraklardan toplanması ile… Yolculuğumuz başladı… Zirve Dağcılık Kulübünün Kuruluşuna İzmir’de şahit olmuş ve birkaç yürüyüşüne de eşimle birlikte katılmıştık, canlı ve dinamik ve iddialı bir kulüp…
Araçta bildirileri okutulurken önemle ve öncelikle kulübün “bir doğa gezi firması” olmadığı vurgulanıyordu; Gerek Muhittin Bey Gerekse Aysun Hanım… Prensipleri yerleştirmekte ısrarlı ve kararlı bir tavır sergiliyorlardı… Rehber Muhittin Bey ve öncü Faik Bey, artçı Hakan Bey ve yürüyüşün idari ve sıhhi fonksiyonunu üstlenen İlkay Hanım…
Yürüyüş için alınan tedbirler ise üç yıl öncesine göre daha profesyonelce “yürüyüş çeşitliliği 14-15 Km si tamamen GPS üzerinden keşif şeklinde… Diğer 4-5 Km bilinen bir arazide; Yani şansa kadere kısmet… Kısacası benim ve Gülay’ın tercih ettiği adrenalini bol bir yürüyüş…
Vapur yolculuğu ve sonrasında aracımızla Yalova- Gemlik ve Narlı Köyü derken Selimiye Köyünde Yürüyüşe başladık… Öncelikle Beş km. ilerde 2002 yılında Onno Tunç ve kendisiyle beraber uçak kazasında ölen arkadaşı Hasan Kanik ile…1996 Yılında Taz Dağlarına çarparak düşen Onno Tunç’un özel uçağını arama çalışmalarında donarak ölen iki dağcı Emrah Çelebi ile Selçuk Olcay’ın anısına yapılan Anıtı ve dağcıların ne şekilde donduklarını ve ne şekilde bulunduklarını Rehberimiz Muhittin Gürçay; Ünlü Dağcılardan Alper Sesli’nin anlatımlarına dayanarak açıkladı.
Buradaki dikkat çeken durum… Uçağın enkazını bulmak için giden iki dağcının soğuktan donarak ölmeleri… Ve Yazmayı hiç arzu etmezdim ama Anıtın dikenli tellerle çepeçevre kapatılması… Belli ki bu anıtın levhaları ve önceleri yapılan güneş enerjili lambaları olmadığına göre bunlar köylüler tarafından sökülmüş olsa gerek; aldığımız bilgilere göre de öyleymiş… Önlem olarak bu anıt Köylülere emanet edilemez mi idi?
Sonra birden babamın içinde bulunduğu yolcu uçağının Toros’ların eşiğinde düştüğü yeri de görmeyi çok arzuladığımın ayırdına vardım… Belki bir gün o yerlerde de yürürüm? Doğanın dışına kendi dünyama kaydığımın gelgitlerini yaşamaya başladığımda; barış halinde bu düşünce sarmalının içinden Çıkmayı ve tekrar doğanın berraklığına ancak ormanlık alana girdiğimizde becerebildim…
Yürüyüşümüz orman içinden adeta patika izi ararcasına devam etti… Gps, arazi uyumu ile geçen ve bir bir serüveni andıran yürüyüşümüz kimi zaman dere içinde kimi zaman belki de asırlık patikaları ve genellikle de gökyüzünün görünmediği orman içinde geçti… Derin patikaların içinden geçerken doğrusu yüz yıllarca önce buralardan kimlerin geçtiğini hangi şartlarda kullanıldığını merak ettim… Hemen aklıma Likya yolu ve şu andaki durumu bir de Toros’ların Kalbinde Büyük İskender’in Asya seferinde kullandığı ve yazıtlarının bulunduğu “”GÜLEK BOĞAZI”” geldi… Yeni yol açma adına o güzelim dar yol nasıl dinamitlendi… Bu örnekleri artırabiliriz…
Bir ara orman içinden çıkınca bizleri; sapsarı bir mera karşıladı…Burası DELMECE Yaylası idi... Çocuk olup hoplamak ve zıplamak istedim… Bu güzel anı gruptan hiç kimse kaçırmak istemiyordu… Teker teker çekilen pozlar… İşte yürüyüşün heyecanla devam ettiği yerler ve burada bir kez daha Ankara’da bulunan Eşimi aradım… Sanırım yüz ifademden olacak ki grupta ki duygusal arkadaşlar… Birbiri ardına fotoğraflarımı çekmeye koyuldular… Hepsine teşekkür ediyorum…
Sapsarı denizin ortasında eğilip yakından baktığım bembeyaz açan çiçeği, ulaşılması zor çetin yerlerde açan “kardelenlere” benzettim… Sonra boynumda ki çeneme değen “ oyalı yazma” anamın başına taktığı yazmayı anımsattı… Boynumda eşimle yürüyüşe başladığımız ilk günden itibaren “anamın kokusunu taşıyan” yazma takmayı alışkanlık haline getirmiştim… Ve bundan da memnundum… Anneler gününün kutlandığı bugünde doğanın içinden “ruhunu şad etmemin” nedenli hoşuna gideceğini düşündüm ve gülümsedim…
Çünkü içimdeki doğa tutkusunu; daha çocukluk yıllarında; onlarca yıl önce daha doğa yürüyüşü; yaylacılık; pansiyonculuk gibi şeylerin adının bile anılmadığı zamanlarda mayasını çalıp, doğanın içine salan ve Bolkarların, Aladağların çerini çöpünü tanıtan oydu…
Delmece yaylasında bu bakir güzellik içinde kumanyalarımızı yedik… Çaylarımızı içtik… Bu arada doğum günü kutlamaları dahi yapıldı...Bir kaç ay yanılma payı da olsa...Sonra tekrar yollardayız… Yokuş çıkmanın yerini artık inişler almıştı… Erikli şelalesine yaklaştığımız, gerek arazi yapısından gerekse şelalenin sesinden anlaşılıyordu…
Dereyi geçtikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık kayın ve yeşil yapraklı orman içinden Erikli Şelalesi yanındaki seyir teraslarına çıkıp peşi peşine fotoğraf çekmeye başladık… İki yıl önce yine parkurun bu bölümünü Gülay’la birlikte şiddetli bir yağmur altında yürümüştük… Kayalar üzerinde sekerek ilerlerken o kadar düşen olmuştu ki…
Fotoğraf çekimleri ve Şelaleye bakarak ve sesini dinleyerek geçirdiğimiz bir dinlenmeden sonra Bu kez yürüyüşümüzü sonlandıracağımız Teşvikiye köyüne doğru yürüyüşe başladık…
Yokuş aşağı devam eden ancak zaman zaman o denli güzel bağlasam da botumun ucuna çarpan başparmağımın tırnağı artık öylesine acı veriyordu ki… Doğanın bu güzelliği karşısında offfff deme şansım yoktu…
Derken dere kıyısında bir kır bahçesine doğru yürümeye başladık yürüyüşün bittiğini ancak… Muhittin Beyle Aysun Hanımın Bir şeyler planladığını hissettim… Tüm yürüyüşçülerle aynı “”bayramlaşmalarda”” yapıldığı gibi herkes birbirini kutladı... Güzel bir uygulama, tempolu bir yürüyüş ortanın üzerinde bir zorluk derecesi sonucunda 20 km ye varan bir yürüyüşün sorunsuz bitmesi de ayrıca kutlanmış oluyordu…
Buradan doğruca Teşvikiye’ye hareket ettik… (Çınarcık’a bağlı bir şirin köy… )Kahvehane ve hemen yanında işletilen pideci bizleri bekliyordu…
Çaylar birbiri ardına içilirken… Baharda doğanın tüm güzellikleri içinde geçen yürüyüşün tadına varmak işte böyle oluyor diyordum… Masmavi ve çiçeklerle bezenmiş bir köy… Çınar ağaçları altında çaylarını yudumlayan… Zirve’nin doğa yürüyüşçüleri…
Hava kararmaya yüz tuttuğunda feribot kuyruğuna girdik… Öylesine kalabalık ki Muhittin Beyden “araçta beklemeyelim karşıya geçip bir kahvehanede çay içerek bekleyelim “ diye güzel teklif bir geldi… Hemen kabul gördü… Sivrihisar’da hoş geçen dakikalardan sonra İstanbul’a dönüş yolunda Güzel ve düzenli bir yürüyüşün hoş yorgunluğu ile baharın geçmişle yaptığı köprüyü düşünüyordum…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
10MAYIS2009