Acelle yaylası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Acelle yaylası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2007

GÖK AĞILLARI SEYRETMENİN DOYULMAZ KEYFİ

Sıkıntıyla başa çıkmanın yolu ve çok ağır yüklerin taşınmasına yardımcı olan en büyük erdemlilik; kendisinin paha biçilmez bir varlık olduğunu unutmaktır.
Acelle Yaylasının Düşündürdükleri


02Kasım2007 saat 2400’de yola çıktığımızda yürüyüşe başlayacağımız Hanyatak köyüne 03kasım2007’de gün ağarınca varırız diye düşünmüştük.
Oysa İstanbul trafiğinin hiç beklemediğimiz tenhalığına Tem Oto yolunun ki de eklenince, 0430’da yürüyüşe başlayacağımız noktaya vardık.
Kimimiz uyuyor, kimi uyanmak üzere, kimi de benim gibi hiç uyumamış durumda.

Araçtan inince hemen sırt çantalarımızı kuşandık, sağ yanımdan 845 metre aşağımızda karanlıktan seçebildiğim Mudurnu çayı vadisinde ki yerleşim yerlerinin tek tük ışıltılarını gördüm.
Tepe lambalarımızın aydınlattığı patikalardan yürüyüşe başladığımızda varacağımız birinci nokta Acelle yaylası idi. Rampalar birbiri ardına aşılıyor, rakım yükseldikçe parmaklarımın ucundan itibaren bir uyuşma hissettim, bu havanın soğuduğuna işaretti.
Bu kez Ayakizlerinin içinde, Zirve Dağcılığın deneyimli dağcıları da var, tempo normalin üstünde zaman zaman tempoyu düşürüyoruz… Tabii ki, Ayakizlerinin deneyimli dağcısı Sara hanımı ikna edebilirsek… Derken sis, pus görüşü oldukça etkilemeye başladı, ay ya var ya yok…
Yürüyüş öncesi iliklerime kadar ıslanabilirim diye düşünmüştüm… Fakat esen rüzgârı düşünmemiştim. Rakım 1235 metreye yükseldiğinde sulu sepkene benzer bir yağış bizi oldukça hayrete düşürdü…
Boşuna kararsız “Kasım” dememişler, ne sonbahara benziyor ne de kışa tam ikisinin ortasında…
Bu yağışlar, önümüzdeki haftanın kötü hava koşullarının habercisi idi.
Rüzgâr ta ki Acelle yaylasına varıncaya kadar devam etti. Yaylaya hâkim bir noktadan ilerliyoruz, pus ve sisten ağaçları bile görmemiz mümkün değil.
Karanlık egemenliğini sürdürüyor etrafımız, tepelerle çevrili güneşi zamanında görmemiz mümkün olamayacak… Önümdeki tavşan elması kayın ağacının kızıl ile sarıya çalan rengine ayrı bir hava veriyor…
Bir ara karanlık aralanı veriyor… Acelle Yaylası, tüm gizemli görünümü ile karşımızda, Karadeniz yaylalarını aratmıyor… Yayla ıssız, sakin, yaylacılardan bir haber yok, derken mola verdiğimiz yerin tam önündeki evden dumanlar tütmeye başladı, pencereden iki delikanlı bakıyor… Şaşkın, bir o kadar da meraklı… Onların bizim hakkımızda düşündüğünü inanın bende düşündüm…
Bunların; bu havada, burada, ne işleri var?
Onların düşüncesini sormadım…
Ama bizim düşündüklerimiz!
Yaptıklarımızdan belli…
Gece sona erdi, uykusuzluk tebessüme engel değil, somurtan bir yüz göremiyorum…
Sabah kahvaltısını, kırağı çalmış çayırların üzerinde yapıyoruz… Bir yandan ateş yakmakla meşgulüz…
Gözler; çevrede farklı neler yakalayabilirim ve kaydedebilirimin peşinde…
Doğa ananın fırçasıyla; ünlü ressamların fırça darbeleri gibi gökyüzüne her bir darbesi, tabloyu dayanılmaz güzelliklere boğuyor, devamlı değiştiriyor… Bu değişim ve güzellik karşısında şaşkınlığı gizlemek olamaz!
Ya yağmur bulutlarının; aceleciliği, koşuştururken pervasızlığı, koşul tanımazlığına ne demeli, arkasında koşturan da yok, ama kim bilir nereleri ıslatmanın gayretkeşliği içindedir?
Ya! Küme küme olmuş gök ağıllara ne demeli, içinde koşuşturan kuzular… Gök ağıllarının arasından sıyrılmaya çalışan sarışın kızın güler yüzünü görür gibiyim… Yok, yüzü değil saçları imiş… Tepelerin ardından ancak sarı uzun saçları uçuşuyor…
Birol’un getirdiği tahin pekmez, Hüseyin Beyin kahvaltı menüsüne renk kattı… Selim beyin her zaman olduğu gibi yardımseverliği; Zirve Dağcılık üyelerinin ortama daha iyi uyum sağlamasına yardımcı oldu…
Kahvaltı sonlanıp yürüyüşe tekrar başlıyorduk ki… Bizlere “yolunuz açık olsun” dileklerini ileten, bulutları iki eliyle aralamış sarı kızı gördüm… Söz dinlemez kara bulutlara sözünü geçirmiş gibiydi…
Ormanlık alana girinceye kadar, sarı kızın parıltılarının etkileşimini; Kayın, köknar ağaçlarının yaprakları üzerindeki kızıldan başlayan açık sarı renge kadar tüm renklerin ayırdına varabiliyorduk…
İşte biz, doğanın tüm hallerine anlamlar yükleyen, doğa tutkunları: “Ünlü düşünür, Bertran Russel’ın belirttiği gibi; içimizdeki rekabet hastalığının giderilmesi, her çeşit yorgunlukların ilacı olarak, doğanın bağrında olmayı kendimize yaşama felsefesi ve zihin disiplini haline getirmenin mutluluğunu yaşayanlardanız.”
Saatlerdir orman içinde yürüyoruz, ayağımız altında uçuşan yapraklar, çeşit çeşit mantarlar, aşağımızda dere ve Hüseyin Beyin bonusu müjdeleyen sesi: “Arkadaşlar, yürüyüşümüz iki saat daha arttı, planımızda olmayan Sultan pınar yaylasına gidiyoruz… Oradan Kaşıkçı Şeyhler Köyüne…Dereyi geçtikten sonra Sultan pınar yaylası görünmeye başladı, üzücüdür ki buraya da tuğla ve beton girmiş…
Bir türlü Sultan pınar da su içerken resim çektirememiştim, bu isteğimi gerçekleştirdim…
Uçsuz bucaksız çayırlıklar yağmurlarla kendini toparlamış… Karşımızda bir kamyonet, bizim basmaya kıyamadığımız çayırlıklar üzerinde dolaşıp duruyor:Ne yapıyor bu vatandaş biliyor musunuz? Araçla çayırlık mantarı topluyor… Bu ne hovardalık diye Hüseyin Beyle konuşuyoruz…
Tepeyi tırmandıktan sonra mola verdik ve yerlere serildik diyebilirim… Mola sonrası tepeden Göynük vadisini seyrettik, tepelik alandaki ağaçlar da sarının tüm tonlarını izleyebildik. Artık tepeden aşağı inmeye başlamıştık… Yaklaşık iki saat sonra köpek havlamaları, horoz sesleri duyulmaya başladı, bacası tüten evler, çeşme başında su dolduran kadınlar Kaşıkçı Şeyhler Köyüne geldiğimizi işaret ediyordu… Hüseyin beyin Güven eriğinin tadına bakın seslenişi ile bir de Güven eriği ile tanışmış olduk…
Köyde bir evin bahçesinde Atilla Kaptanın köylü kadınlara yaptırdığı Tarhana çorbasını büyük bir keyifle içtik, sonra ızgara köfteler ve çay servisi:Bir gün önce sabahın karanlığında başlayan ve gündüz devam eden dokuz saatlik yaklaşık 25 kilometrelik yürüyüşümüzün üzerine ilaç gibi gelmişti… Yalnız çay servisi, köylü kadınları tarafından değil Rota doğa kulübünün değerli üyesi Eralp bey tarafından yapılmış idi…


Yolda Taraklı'da mola verildi ve Safranbolu'ya benzer çevre gezildi...Yapılan yenileme çalışmaları buranın çehresini değişterecek.

Taraklı'ya uğradığınızda çöven otuyla yapılmış köpük helva almayı unutmayın...

Mehmet Yücebilgiç

2/3 kasım2007

5 Kasım 2007

SONBAHAR HÜZNÜ

02Kasım2007 saat 2400'de başlayan araçla yolculuğumuz saat 0430'da Adapazarı-Hanyaka köyü yollarında sona erdiğinde, yürüyüşe başlarken usumda yağmurdan ıslanmış halimi görür gibiydim..Ama düşündüğüm gibi olmadı...
Gecenin karanlığında sis ve pus içerisinde ilerlerken yaklaşık iki saatlik yürüyüş sonrası karşılaştığım manzara öylesine masum ve gizemli idi ki....
Bu gizemli hüzün ve sevincin iç içe girdiği doğanın yansımalarını evde Gülay'la birlikte fotoğraflara bakarken daha net olarak gördüm...
Düşündüğüm yazıyı bir hafta sonra yayımlarım diyerek; 2005 yılında yazdığım ve "Yakınlaştıklarımla Uzaklaştıklarım" isimli kitabımda yayınlanan "SONBAHAR HÜZNÜ" isimli denememi, Acelle Yaylasında çektiğim fotoğraflar eşliğinde siz okurlarla paylaşmak istedim.
Fotoğraf çekimi konusunda eşim kadar yetenekli olmadığımı biliyorum,ancak onun da yürüyüşe başlamasına az kaldı...
SONBAHAR HÜZNÜ
(Eylül 2005)
Güneş başak burcuna girmiş: Sonbaharın hüznü, doğaya yansımaya başlamış.
Sararan yaprakların, hafif rüzgârın etkisiyle uçuşmalarına insan şaşırıveriyor: Düne kadar yemyeşil rengiyle, doğanın tüm enerjisini kendisinde toplayıp, canlıları kendisine imrendiren sanki bir başkasıydı.
Zaman zaman ürperten serinlik; artık hiçbir günün, yaz günlerinin sıcaklığını geri getiremeyeceğinin habercisiydi.
Bu değişim, beni çocukluğumdan beri o denli hüzünlendirir ve öylesine düşüncelere yönlendirir ki.
Düşüncem; hüzünle birlikte hareketliliğin de başlamasında ki karşıtlıkta idi.
Hüzünde durağanlık vardır, çöküş vardır, yıkım, hüsran vardır.
Oysa Sonbaharın hüznünde; doğanın kış uykusundan uyanmasının tam aksine uzun bir yaz mahmurluğundan, rahatlığından, tembelliğinden uyanış vardır.
Sonbahar ile birlikte tatilcilerin tatili sona erer, eğitimden sosyal ve ekonomik yaşama kadar her alanda bir koşuşturmadır başlar.
Yaşamın tüm katmanlarında bir uyanış, bir gerinme vardır.

Sanki yeni bir yaşam; perde diyerek yeni bir oyununu başlatıyor.
Neden yeni yılın başlangıcı, kış yerine sonbahar olmamış ki ?
Peki, insan yeni bir yaşam dilimi başlıyorsa neden hüzünlenir ?
Bu hüzün sanırım, yeni bir yaşamın sorumluluğunu kaldıramama hüznü de olsa gerek.
Biraz da çocuklukla yetişkinlik arasında duygu yumağına fazlaca dolanmaktan olsa gerek.
Yoksa “mantığın itici gücünü yitiren insan hüzne sarılır” diye bir söz okumuştum, bu sözle alakalı değil.
Bu hüzün...Sonbahar hüznü; yeni bir yaşama sarılma hüznüdür.
Yeni sevinçlere, muştulara hazırlık olsun diyedir, bu hüzün.

Ayakizleri'nin Sevgili Başkanı Hüseyin ŞİŞMAN; beni yıllar öncesine alıp götüren böylesine muhteşem güzellikleri yaşattığınız için öylesine mut doluyum ki...Ancak doğanın ayrıcalığını daha iyi ortaya koyabilmek adına bu güzellikleri; Sevgili eşimin çekeceği fotograflarında da görmek istiyorum...Bu bölgeye düzenleyeceğiniz bir sonraki etkinliğe kadar dizindeki problem de ortadan kalkacaktır...Tekrar teşekkürler naifliğiniz için...

Mehmet YÜCEBİLGİÇ