belengerme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
belengerme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Nisan 2008

TUZLA-KARAGÖL-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

HAYAT

...
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
Yoksa değersiz olan hep sen olursun
...
Düşün
...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter,
...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini
...
Ya çare
Sizsiniz ya da çaresizsiniz

Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine.
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
...
...
NIETSZCHE

DOĞANIN BAĞRINDA BAHAR TEMİZLİĞİ
Gülay’la birlikte, bu hafta sonu öylesine Baharla kucaklaştık ki, usumuzdaki düşüncelerin hangisinden başlayacağımıza karar vermekte güçlük çektik… Öyleyse düşüncelerimizi ayrı ayrı aktaralım dedik…
Gözümün önünde; kare kare fotoğraf makinanım kadrajındaki doğanın yansımaları, kulağımda; Karaçay vadisinin derinliklerinden gelen gürül gürül çağlayan “Kara Çay”ın coşkulu sesi… Keklik gibi seken hiçbir kareyi atlatmak istemeyen sevgili Gülay’ın, Mehmet deyişleri…
Düşme sonucu, parmağım kırıldıktan sonra iyileşme dönemini öylesine iple çektim ki anlatamam… Kuşkusuz tam da iyileşmedi ama…
Bu süreçte, yine bu köşede anlattıklarımı okuyanlardan… Öylesine içlerinin seslerini yansıtan, geçmiş olsun dileklerini belirten elektronik postalar aldım ki anlatamam… Hepsine teşekkür ediyorum…
Seksene yakın “Ayakizleri” doğa tutkunu… 20 Nisan 2008 günü tam üç midibüsle Belpınar Köyü yollarındayız… İzmit’e varmadan verilen küçük bir molayı, grubumuzun lojistik Destek Merkezi Ali Fuat Paşa’da büyük mola takip etti…
Sakarya Nehrinin coşkulu akışı bizlerin üzerindeki yol mahmurluğunu da alıveriyordu… Nehir kıyısındaki çay bahçesi Ayakizleri ile dolu verdi… Tarihi köprüye ve sabah güneşinin Sakarya nehri üzerindeki renk cümbüşünü seyrede seyrede çaylarımızı yudumladık… Gruba yeni katılanlarla dostluk kurulurken uzun zamandır görüşemediğimiz dostlarımızla hasretlik giderdik…
Güneşin sabahın bu erken saatindeki, sarı sıcağı yapılacak yürüyüşün zorlu geçeceğini düşündürüyorsa da daha çok “lay lay lom” türü bir yürüyüş planlandığı için pek üzerinde durmadık…
Ama bir gün önceden Gülay’la, ilk etkili güneşli bir yürüyüşümüz olacağı için sabah yüzümüze güneş kremi sürmeyi ve uzun kollu tişört giymeyi ihmal etmedik…
Tadına doyulmayan çay keyfinden sonra Kapı Orman Dağlarında kıvrıla kıvrıla yol almaya başladık… Taraklı ilçesinin, Tuzla Köyüne vardığımızda bindiğimiz Atilla kaptanın midibüsü makaslar kırıldığı için daha ileri gidemedi… Bu köyde köylülerle yarenlik yapıp, çocuklara hediyeleri verildikten sonra Kara Göle bir grupla yürüyüşe başladık, diğer grup da sağlam araçlarla yola koyuldular…
Yokuş yukarı yürümeye başladık ama bu nasıl sıcaktır… Arkamızda Hüseyin Beyi traktörle gelirken gördük yoldakilerden isteyenleri toplayarak ilerliyor… Baktım Gülay traktöre binmiş ben durur muyum?
Doğruca traktörün tepesindeyim… O tozlu topraklı böbreklerdeki tüm taşları döken yolculuk var ya öylesine keyifliydi ki videoda izlemeye değer sanırım…
Kara Göl Yaylası çam ağaçları ile bezenmiş yamaçlarına geldiğimiz de mola veren büyük grupla karşılaştık ve molaya katıldık.
Yürüyerek gelenleri çam ağaçlarının serin gölgesinde bekledik, bu anı fotoğraf çekmeden değerlendirmemek olur mu? Doğa her yanının fotoğraflanmasını ister bir halde… Biz de bu isteğe uyuyoruz…
Mola bitip yürüyüşe başladığımızda Kara Göl yemyeşil çayırlar içinde tepelikleri çamlarla kaplı… Yaylacılar henüz yok… Az ilerde koyunlar kuzular meleşiyor… Bir de ne göreyim çocuklar sürünün peşinde koşturuyorlar, içlerindeki kuzuları yakalayıp sevecekler sandım… Ama bunlar bizim Ayakizleri’nden “içlerindeki çocukları” tutmak isteyen bir türlü tutamayan Emrah Ateş ve Sevgili nişanlısı ve Torosların kızı “İlayda”…
Derecikleri atlaya zıplaya geçiyoruz… Karşımızda köknar ve diğer çam türlerinin ve kayın ağaçlarının bol olduğu bir orman ve burada öğle yemeği molası verildi…
Yemek helva ekmek en önemlisi Sevcan'ın yaptığı kısır… Güne damgasını vurmuştu… Mola sonrası Belengerme Boyun bölgesine kadar adeta çimler üzerinde yürüdük… Sanki tartan bir pist… Rengârenk çiçekler… Bizim coşkumuza coşku katan… Ya o sevimli kuşların hiç tükenmeyen melodileri…
Belengerme’deyiz kışın karlarla kaplı bu bölgede yine mola vermiştik… Bu kez doğal çayırlar üzerine Gök tepeye karşı öylesine serildik ki…
Neye benzetilirse benzetilsin veya ne tür haşerat olursa olsun üzerlerinde… Umurumuzda değil…
Ruh ve bedenimiz; yemyeşil doğanın bağrında “bahar temizliği” yapıyordu… Adeta arınıyorduk…
Usumum kovuklarında beni rahatsız eden o guguk kuşu gibi kafasını uzatan “takıntılardan” öylesine uzaktayım ki… Beni rahatsız edecek hiçbir düşünce kırıntısına yer yok… Hiç birine yer yok yemyeşil deryada…
Doğa, tüm gücünü öylesine sımsıkı elinde tutarak kulaklarımıza fısıldıyor ki…
Zihninizde ki engelleri temizleyin, bundan böyle: Kaygılara, korkuya, acıya, sizi sizden alıp da karamsarlık ülkelerine götürecek tüm düşüncenizi bu çayırlıklara dökün ben onları yağdıracağım yağmurlarla derelerden, çaylardan aşağılara süpüreceğim…
Onların yerine “bedenimden” sevgi, hoşgörü, kucaklaşma, paylaşma, gülücükler alın… Bedenlerinize yerleştirin ve gülücükleri çevrenize saçın, belki farkına varıp da bu gülücüklerden yararlanan olur… Der gibiydi…
Ayakizleri “BELENGERME” bayırlarından öylesine KARAÇAY VADİSİNE akıyordu ki… Vadi boyu kulaklarımdaki, çayın gürül gürül su ve çam ağaçlarının üzerlerinde şakıyan bülbül sesleri hala çınlıyor… Yeşilin tuvallerde bulunmayan tonlarını kaçırmayayım diye nasıl da koşuşturuyor… Sevgili Gülay…
Belpınar köyüne yaklaşıyoruz… Tarlalarda hafta sonu tatiline aldırmadan çalışan köylüler, tarlalarda hayvanlarını otlatan kadınlar, ormandan katırlarına odunlarını yüklemiş yanımızdan selamlaşarak geçen gençler…
Çitlere dayanmış bizlere uğurlar olsun dercesine başlarını sallayan katırlar…
Küçük bir derecik geçilecek; Ali Çelik yeni yürüyenlere de öncülük olsun diye ilk önce o geçmeye yeltendi… Aman Allahım! Basar basmaz bacağının hepsi bataklığa gömüldü kıpırdadıkça gömülüyor… Selim koşturarak hareket etmemesini söyledi ve kendisini çekerek çıkardı… Bereket kırık çıkık yoktu…
Lay lay lom da olsa yürüyüşten dikkatinizi ayırdığınız zaman hiç af yok…
“Doğa kendisinden başka hiçbir şeyin düşünülmesini istemiyor… Tek odaklanacak düşünce o da “doğa”…
Yürüyüşümüze zaman zaman bahar dalları eşlik ediyor… Elmalar, kirazlar, erikler çiçeklerle dop dolu…
Köye giriyoruz… Okulda çocuklara hediye dağıtılıyor… Ortalık cıvıl cıvıl Köy Muhtarı ve eşi Ayşe Hanım Ayakizlerine neler hazırlamamışlar ki… Barbunya, tarhana çorbası, yaprak dolması, revani, köy ekmeği, pilav, köy yoğurdu… Grup bayanlarının yaptığı salata…
Kahvehanenin önünde mangallar yanıyor… Sucuk kızartılacak… Ziyafet olağanüstü…
Köyde yanan evin sahibine katkı olsun diye, temin edilen para da Hüseyin Bey tarafından verildi…
Yemek sonrası; köy çocuklarıyla oynanan oyunlar… Tek kale maçlar dahi… Gülay’la birlikte daha önce ekmek yaparken kısa filmini çektiğimiz köylülerle yarenlik yapmak da eksik kalmadı… Tüm bunlar… Köye renk katmıştı… Neşelenmişti… Köydeki tüm çocukların yüzleri gibi “AYAKİZLERİ’NİN de…
Atilla Bey aracını onarıp gelince noksanlığımız da kalmamıştı. Artık yol alma zamanı gelmişti…
Üç araç, dağların dar ve dönemeçli yollarında döne döne aşağı vadi tabanına doğru alçalıyor… Bundan sonrasını bakalım Gülay nasıl anlatacak...
Arabada; fıkralar, şarkılar, türküler; başrolde İlayda ve ona eşlik eden arkadaşlar olmak üzere kırıla gitti… O kadar neşeli ve ahenkli bir şekilde dönüyorduk ki midibüs durunca Ali Fuat Paşa’ ya geldiğimizi anladık…
Hemen yine Sakarya Nehrinin kıyısındaki kahvehaneye oturduk ve sohbetler, gelsin çaylar, espriler, kahkahalar derken yine vakit nasıl geçti anlamadık… Zaten akan nehrin sesi harika, insan oradan hiç kalkmak istemiyor… Ama yolcu yolunda gerek dedik, tekrar toparlandık arabalara bindik eğlenceye devam… İzmit yakınlarında bir benzinlikte mola verene kadar iyi idik… Mola sonrası herkese bir ağırlık çöktü zaman zaman şekerlemeler yaparak ara ara konuşarak derken İstanbul‘a geldik.
Artık vedalaşma zamanı gelmişti… Atilla Bey, sabah topladığı gibi sırasıyla bindiğimiz yerlere bıraktı ve evlerimize döndük.
Çok mutluyduk, günümüz çok güzel geçmişti, ilk işimiz makinadaki fotoğrafları bilgisayara yükleyip bakmak oldu ve baktıkça tekrar günü baştan yaşamış gibi olduk ve hala bu gün bile Mehmet’le konuşuyor arkadaşlarımızın kulaklarını çınlatıyor, hatırladığımız bazı şeylere gülüyor ve yazıyoruz… İyi ki gitmişiz, yeni arkadaşlarla tanıştık, önceden tanıdığımız arkadaşları özlemiştik onlarla da hasret giderdik dolu dolu yaşadık darısı bir daha ki sefere.
Hayat yaşanmaya değer yeter ki yaşamayı bilelim, beklemeden sevelim elbette bizimde sevenimiz olur…
Sağlıklı, mutlu, neşeli, canlı hayat dolu insanlar olarak yaşayalım.
Mehmet ve ben doğanın tadını çıkaralım diyoruz ne dersiniz? Bunu sizlerle paylaşmak çok hoş…

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

5 Şubat 2008

TUZLA-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

ACI DORUĞA ULAŞTIĞINDA GÖZ YAŞI GELMEZMİŞ


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım…
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil…
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım…
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen, onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
CAN YÜCEL
KARLAR ÜLKESİNDE YÜRÜYÜŞ

Bir kaç haftadır, Gülay’la birlikte; hastane koridorlarında, doktor ve tahliller peşinde koştururken neler geçmedi ki aklımızdan… Neler!
Bunlardan birincisi; Can YÜCEL’İN şiirinde tarif ettiği yaşam felsefesi…
Diğeri ise, Ünlü feylesof “Nietzsche’nin” de pek sevdiği “Montaigne”in, “Denemeler” son bölümünde yer alan; yaşama sanatını iyi icra edebilmek için “kişinin, çektiği acılardan faydalanmayı bilmesi” gerektiğini söylediği düşüncesi: Şöyle devam etmekte:
Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak, o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz.
Dünyaya da kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı ötekilerininse rahatsız edici olduğunu görürüz.
Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir?
Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir.
Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir…”

Bu düşünceler sarmalında günler birbirini takip ederken, geçmişte kanıtladığımız gibi, evliliğimizin otuz birinci yılında da, her türlü olumsuzluğa birlikte göğüs gereceğimizi ve acılardan ders çıkartacağımızı biliyorduk…
Ruhumuz bedenimize hâkim, bedenimiz de bizi taşıyacak güce sahipken…
Bu hafta sonu Hüseyin Beyin düzenlediği “karda doğa yürüyüşüne” katılmamak olmazdı…
Ve karar verdik… İnanır mısınız? Kararı verdiğimiz ve sırt çantalarımızı hazırlamaya başladığımız andan itibaren “hastane” havasından sıyrılmaya başlamıştık…
Bu sıyrılma hangi boyutlara ulaşacaktı… Bunu biz bile merak ediyorduk…
Merakımız, İstanbul’dan hareket ettiğimizde de havanın oldukça kapalı olması nedeniyle; daha da artmıştı.
Ayakizleri grubunun neredeyse lojistik merkezi olan ALİFUAT PAŞA’DA yiyecek alımı ve dinlenme için mola verildi. Bu kez Reşat beyin sözünü dinleyerek Sakarya nehri kıyısında ki çayhanede çaylarımızı içtik, Sakarya nehrini aşan inşa halindeki köprü ulaşıma açılmıştı… Çaylar yudumlanırken Reşat Beyin ülkeyi bekleyen ciddi ekonomik kriz değerlendirmesini dinledik… Ancak o denli güler yüzle ve anlaşılır bir dille anlattı ki, kriz değil de bolluk olacakmış gibi algılandı… Ama çayhane sahibi, krizin can yakacağını, tedbir olarak da yatırımın olarak parasını dolara yatıracağını anladığını söyledi…
Onarılan köprüyü geçip de Taraklı’nın en uzak dağ köyü Tuzla’ya doğru yol aldığımızda Kazkıran geçidinden sonra kar ve buzla kaplı yolla karşılaştık, yolun yeni açıldığı belli oluyordu… Özellikle Hark köyünden itibaren kendimi Doğu Anadolu’da sandım, inanın oralardan daha fakir görünümlü, evlerin hepsi kerpiç, sıvaları dökülmüş, hayat belirtisi yok gibi…
Kaptan Mesut çok deneyimli yanımızda yer yer derin yarları yalayıp geçiyoruz, aracın kayma olasılığı oldukça fazla, biraz sonra zincirler takılı olarak yola devam ettik.
İl özel idaresine bağlı işçiler dev greyder ve kepçelerle yol açma çalışmalarına devam ediyordu…
Tuzla köyüne varmadan araçlardan indik… Kuşanmamız tamamlandıktan sonra Hüseyin Beyin ayaklarına geçirdiği hediklerle açtığı patikadan yürüyüşümüz başladı…
Hava parçalı bulutlu, önümüzdeki tepeyi aşarken güneş kendini göstermeye başladı, tabii ki ter de… Üzerimizdeki fazlalıklar çıkarıldı, tişörtle kalan dahi vardı.
Doğanın bembeyaz örtüsü içinde meşelik alanı geçiyoruz, bahardaki coşkuları yerine sessizlik hâkim, cüsseleri de oldukça küçülmüş, oysa bahar ve baharın sonunda yaprakları doğaya coşku verirdi… Şimdi sadece sessiz bembeyazlığın dinginliğini yaşıyorlar…
Rüzgâr esmiyor, her şey sükûn içinde: Ayakizleri grubu, doğanın sessizliğini bozarım düşüncesiyle adeta parmaklarının üzerinde yürümeye gayret ediyor, sadece nefes alma ve verme seslerini, beline kadar kara gömülenlerin ya da aralarında kartopu oynayan birkaç kişinin bağrışmaları bozuyor…
—Öğle yemeğinde, ne vardı biliyor musunuz?
—Hüseyin ve Selim Beyin düşündükleri, hatta sürprizleri, pekmezli karsam baç idi.
Yine gidiverdim Torosların buz gibi karsam baç yaptığımız günlerine…
Mola sonrası yürüyüş, bu kez köknarların hâkim olduğu bölgedeydi, yeşilin tüm tonları beyaz kar yüzeyinden yansıyan ışınlarla bambaşka, belki de tuvallerde olmayan renkleri oluşturuyorlardı. Ya bu ışıltılar arasında şakıyan bülbüllere ne dersiniz…
Karda bele kadar batmalar ve dizimizi geçen yükseklikte yürümeler bizleri helak etmişti ama esas emek zadeler önde hedikle iz aşan grup idi…
Güneşin etkisi kaybolmaya yüz tutmak üzere, esinti olmadığı için şükrediyorum, Hüseyin Beyin belirttiğine göre BELENGERME (boyun) tepesindeyiz… Öyle bir yer ki kuzeyde Gök tepe, doğumuz da Kara göl, Güneyde Tuzla her yöne hâkimiz…
Kuzey Karaçay vadisine doğru alçalıyor, işte bu yönde iki buçuk, üç saatlik bir yürüyüşümüz daha var…


Yürüyüş bayır aşağı olduğu için daha neşeli geçmeye başladı, kardan kütle yapıp çığ yaratmaya kalkanlar, çitlembiklerin tuzağına yakalanıp kara gömülenler…
Güneşin kızıllığı ufukta görülüyor, verilen kısa molada soğuktan suyu içemez olmuştum, Gülay’ın yüzü kırmızı ila mor arasında bir yerde…
Hava karamaya yüz tutmuş biz Karaçay vadisi yamaçlarında Belpınar Köyüne ulaşmaya çalışıyoruz…
Selim Bey, bu vadi yamaçlarında eliyle karları topaklayıp aşağı doğru yuvarlıyor, küçük kar kümesinin aşağılara doğru büyüyerek düşmesi, onu öylesine keyiflendiriyordu ki, gözlerinin içi; buluş yapan bir mucidin ki gibi, canlı ve heyecanlı idi…
Yolda karlar üzerinde gördüğümüz kan izleri, domuz parçaları, akşam yapılan domuz sürek avının izlerini taşıyordu…

Hava karardığında Belpınar Köyünde idik… Bizleri öylesine misafir ettiler ki anlatamam, yaprak dolmasının tadı hala damağımda, ye tarhana çorbası, hangisini saysam bilemiyorum…
Belpınar Köyü Muhtarı Rafet Bey ile Fedakâr eşi Ayşe hanıma ne denli teşekkür ettiğimizi tahmin ediyorsunuzdur…
Köy karlar içinde idi, yollar ise öğleden sonra açılabilmiş, yolun sağında ve solunda bir insan boyu kar kümeleri ile zincirli aracımızla ana yola kadar salimen inebildik…
Altı saati aşkın karlar ülkesindeki yürüyüşümüz öylesine keyifli geçmişti ki...
Eve adım attığımızda dahi bembeyaz karlar ülkesinin içindeydik...


Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ