iznik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iznik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2009

FEVZİYE_YENİ SÖLÖZ (KURBAN DAĞI) YÜRÜYÜŞÜ

FEVZİYE’DEN SÖLÖZ’E Mİ? DERDİNİZ NEYDİ...YA!

Yeni Sölöz beldesine ulaştığımızda; evlerin bacalarından ve pencerelerden sokaklara uzatılan soba borularından dumanlar öylesine tütüyordu ki… Birden çocukluğuma dönüverdim…Hemen gerimde Adana’nın Sarıyakup mahallesinin sokakları, düdüğünü öttüren bekçinin düdük seslerini anımsayıverdim… Ne güven verirdi… O tiz bir kesik sonra uzun sonra da iki kesik düdük sesleri daha huzurlu bir uykunun habercileriydi…

Ne hırsız ne de sokakta kendini bilmez sarhoşların naralarına olanak tanımazdı… Neden bekçilerin burma burma bıyıkları vardı? Onu çözümlemiş değildim… Karşımdan gelen bastonlarından güç alarak yürüyen aksakallı dedelerle karşılaşıyoruz…


Yüzleri nurlu dedeler… Kısık sesle...

-Nereden böyle…Nerelerden gelirsiniz…?

-Fevziye’den amcam…

-Ne! Fevziye mi?

-Oğlum aklınızın zoru neydi… Bu akşam vakti…

-Amcam… Doğa tutkusu… Akıl gerektirir mi?



-Aklı zorlayanların hepsi ile şimdi karşılaşacaksın… Gerisi geride tam kırk sekiz Ayakizi… Sakallısı da bizi buralara getiren ekibimizin aklı evveli…

-Biraz ötede çarşafına sarınmış yanında kocası belli ki akşam gezmesine gidiyorlar… Onlarla selamlaştık…




-Beldenin meydanına vardığımızı meydandaki kahvehanelerin önüne sıralanmış daha gençler ve orta yaşlılarla karşılaştık… Tesbih tanesi gibi sıralanmışlar… Hararetli hararetli neler konuşurlar dı?

Aklımda ki ilk şey sırılsıklam olmuş giysilerimi bir an önce çıkarmaktı… Öyle de yaptım… Sanki duştan çıkmış gibiydim… Sanırım… Yürüyüş boyunca en az üç kilo ter atmıştım… Sırtçantamdaki… Yaklaşık bir buçuk litrelik su bitmişti…

Gecenin karanlığı bana birden sabahın alaca karanlığını anımsattı…

Sabahın erken saatlerinde Gülay’la vedalaştıktan sonra sokağa çıktığımda, havanın bu denli kara olacağı hiç aklıma gelmezdi… Mecidiyeköy’de aracımızı beklerken Atilla Bey neden böyle gecikti diye düşünürken karşımda aracı beliriverdi… Günaydın diyerek araca bindiğimde… Tanıdık yüzlerle hemen selamlaştık… Aracımız bir bir dolarken… Üçüncü yılın sonunda Ayakizleri’ni dolup boşalan bir testiye benzettim… Yeni yüzler… Yeni yüzler… Tek amaçları doğayı yudumlamak… Olunca yeni yüzler sadece zenginlik ve zindelik olarak akılda kalıyor…

Bir bir araç doluyor… Yol alıyoruz… Parkurun zorlu olacağını Hüseyin Bey göndermiş olduğu mailde bildirmişti… Katırlı Dağları diğer namı değer adıyla Kurban dağı… Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunda Bursa’nın emniyetini ilerden sağlayan ileri karakolların kurulduğu dağ bloku…

Yalova’ya feribotla geçtikten sonra Umur Bey'deyiz…


Kurtuluş savaşının Galip Hocasının köyü…





Doğduğu ev ve meydanda ki Atatürk ve Celal Bayar heykeli önünde fotoğraflar çektirdikten sonra şöyle kısa bir tur attım… Yüz yıllık konakların kendi başlarına bırakılışı içimi burktu… Hüseyin Beyin… Araçta “ Galip Hocayı tanıyor musunuz? Diye sorduğunda…Birkaç kişinin tanıması ayrı bir yürek burkulmasıydı…


Konu; Türkiye’me bugün yaşatılan koşulların geçmişimizin ne çabuk unutulmuş olduğu ile ilintili olduğunu: Henüz yeni bitirdiğim… Turgut ÖZAKMAN’IN "Türk Mucizesi Cumhuriyetin kuruluşunu" tüm inceliği ve belgeleriyle anlatan kitabı bitirdiğim de tekrar tekrar anımsadım…

Zeytin ormanları içinden aracımız yol alıyor… Ağaçların tepelerinde, yerlere dökülmüş, iki büklüm olmuş kadınlı erkekli köylülerin, zeytin toplamalarını izliyor… Onların aracımıza bakarken neler düşündüğünü merak ediyorum… Rakım gittikçe yükseliyor…

Fevziye köyünün camii göründü deniyor… Köye girişte satıcıların… Köye girişinin yasak olduğunu belirten talimat dikkatimi çekiyor… Ancak köy girişindeki nizamiye benzeri, kontrol kulübesinin neden yapıldığını talimatı okuyunca daha iyi anladım… Köye giriş kontrol kulübesi…Fevziye’deyiz… Hemen araçlardan inip kuşandıktan sonra… 1280 metre rakımlı Gürle tepeye tırmanışımız başladı…



Bakmayın Tezcan'ın kelebek gibi uçtuğuna henüz 470 metredeyiz…

Hemen bir eski çok katlı bir bina gözümüze çarptı… Dilmeler arasının kerpiçlerle döşenmediği ve lüle taşına benzer ponza taşları ile doldurulduğunu Selim Bey söyleyince fark ettim…



Hemen sol yanımızda Trabzon hurmasını gösterdi… Adana’da Çocukluğumdan beri yemediğim… Hurmalarla göz göze geldiğimde; ilkokul sıralarında ders çalışma bahanesiyle evlerime gittiğim Eyüp’lerin bahçesinde, ilk önce bu hurmalara nasıl dadandığımızı,annesinin; dallarını kırmayın diye nasıl bağırdığını ve o soğuk kış günlerini anımsadım…

Tepeye doğru bayır çıkışımız devam ediyor… Hava mevsim normallerine göre oldukça sıcak yağmur yok… Hemen Gürle Tepeyi kerteriz olarak tespit ettikten sonra pusulamdan istikamet açısını ölçtüm…



Ne olur ne olmaz yönümüzü kaybettiğimizde bu değerler işime yarayacaktı… Ya da mesleki bir alışkanlıktı, gerek yürüyüşe başlamadan birkaç gün önce harita etüdü yapmam gerekse ilk yardım çantamı yanımdan hiç eksik etmediğim gibi… Geçen yıllarda Melen Vadisinde bir yamaç yürüyüşü esnasında yamaçtan düşmüş, sol serçe parmağım kırıldığında da ilk yardımı yapan kırılan parmağımı yerine yerleştiren de Sevgili Gülay’ım dı… Şu anda yanımda yoktu ve… Dikkatli olmalıyım diye kendi kendime mırıldanıyordum…

Aman ne ter bu… tırmandıkça daha da artıyor… Bir ses tam zirvedeyiz… Rakıma bakar mısın? Tam 1280 metredeyiz… Yol ikiye ayrılıyor… Sağdan mı yoksa sol taraftan mı? Gideceğiz… Yanımda bulunan arkadaşlarıma benim hesabıma göre sağ taraftan gitmemiz gerekir dedim… Hüseyin Bey yanımızda beliriverdi. Parayı havaya attı… Ancak yazı mı? Tura mı? Yapması sadece bir gösteriydi… Belki de kafasının ardında “adrenalin vardı”…

Sağ değil soldan gitmeye karar verdi… Hepimiz arkasından takip ettik… Hatta Hüseyin Beye sağ yöne gideceğimizi söylesene demelerine rağmen… Hüseyin Beye saygısızlık olur, söylemem mutlaka bir planı vardır dedim… Biraz sonra sağ tarafa doğru yön değiştirmeye başladık… Mükemmel bir kayın ormanı… Derecikler bir bir geçiliyor… İnişler çıkışlar…


Yanımdakilere tek dileğimin geceye kalmamız ve biraz da yönümüzü kaybetmemizi diliyorum dediğimde… Bu dileğime pek anlam veremediler… Saatler bir birini kovalıyor… Kısa bir mola da bu yürüyüş ne zaman biter diye aramızda iddialaşıyoruz… Bir grup 17.45…diğer grup 18.00 ve ben de Cenap Duru beyle birlikte 18.45 diyoruz…

Yine bir yol ayrımındayız… Yanımda Haydar beyle en öndeyiz amacım… Hava aydınlıkken ormana girmeden karşı sırtlara geçiş sağlayan patikaları keşfetmekti… Ve patikaları da gördük… Yürüyüş Grubu yaklaştı ve sol yandan yürüyüşe devam edildi… düşündüğüm bi olmuştu… Artık geceye kalacak…


Önümüzde bulunan ormana giremeyecek… geriye Sağ yanımızda bulunan yamaçları ormanlık derin vadiye inip çıkacak onun ötesinde gördüğüm bir çöküntüden ( derecik)de geçtikten sonra yamacı çıkıp Yeni Sölöz’e doğru bayır aşağı inecektik…

Aynen düşündüğüm gibi de oldu Topografya bu düşüncemi dikte ediyordu…

Çalılarla kaplı dere tabanından bayırı tırmanmak ve önümüzde komando engeli gibi duran tel engeli ve yılkı ağaçlarının altından veya üstünden geçmek oldukça keyifli idi… Bu keyfi ve zorluğu sanırım fotoğraflar yansıtıyordur…

Bayır aşağı inişimizde geriye doğru baktığımda geriden gelenler bir yürüyüş grubundan ziyade “uçuşan ateş böceklerini” andırıyordu…Ya aşağıda ışıklarını gördüğümüz ama bir türlü ulaşamadığımız köyün görünüşüne ne dersiniz?

Yeni Sölöz Beldesine girdiğimizde saat kaç oldu diye sorulduğunda… Saatler 18.45 i gösteriyordu…Yeni Sölöz Beldesi gördüğüm beldelerin en bakımlı ve en temizi idi meydanında görkemli bir Atatürk ve çocukların birlikte olduğu bir heykel Zeytin kooperatifi… Ve ”MASÖR” SALONU…

SAAT 24.00 SULARINDA İSTANBUL’DA ARAÇTAN İNDİĞİMDE… HALA YENİ SÖLÖZ KÖYLÜLERİNİN SÖZLERİ KULAĞIMDA ÇINLIYORDU… BİZLER “SELANİK GÖÇMENLERİYİZ” …ATATÜRK’ÜMÜZ HEP BİZİMLEDİR…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

05ARALIK2009

İSTANBUL

18 Mart 2008

SERMAYECİ-KERAMET-ILICA YÜRÜYÜŞÜ

Bu haftaki yürüyüşümüzü, SAMANLI DAĞLARINDA, Kocaeli sınırlarındaki SERMAYECİ köyü ile Bursa sınırlarında yer alan KERAMET köyü ile ILICA arasında, yapmak üzere İstanbul’dan ayrıldık.Yollar her zaman ki ne nazaran oldukça tenha, İstanbul’da yolların tenhalığı artık garipsenecek bir olay… İnsanın içini ürperten bir duygu kaplıyor… Ne oluyoruz ki gibi…
Eski Hisar’dayız. Atilla kaptan vapur sırasının tenhalığından da yararlanarak, bir çırpıda adeta vapura sırçayı verdi… İkinci araçtan koptuğumuzun farkına vapura bindikten sonra anladık…
Araba vapurunun sadık koruyucu melekleri; bu kez bizlere yakınlık göstermiyor, atılan simitleri kapmak için burunlarını dahi kıvırmıyorlardı…
Acaba biz insanlar; onların denizini, doğasını kirletmenin yanında, başka affedilemeyecek hatalar da mı etmiştik?
Yoksa! İzmit Körfezi eski temizliğine kavuşmuş da yine bol bol balık ve yoksun kaldıkları o çeşit çeşit deniz ürünlerine mi kavuşmuşlardı? (*)
Karınlarının tok mu? Yoksa bize küskün olduklarını umursamadan simitleri atmaya devam ettik… (*)(*Foto.Betül Hanım tşk.)
Belki birkaç pike yaparlar da fotoğraflarını çekeriz diye…
İlk mola, Tavşanlı beldesinde grubun lojistik gereksinimlerini karşılamak için verildi…
Samanlı dağlarının ön yamaçlarındaki dönemeçleri bir bir geride bırakıyoruz… Rakım arttıkça yemyeşil çimler içindeki beyazlara bürünmüş erik ağaçlı, etrafı çitlerle çevrili bahçeli evler… Peşi peşine bizlere el sallıyorlar…
Doğa ananın tuvalinden fışkıran bu kareler; birkaç saat önce “dünya halleriyle” boğuşan beni alıp, o tuvalin içine çekivermişti: Artık yürümeden doğayla iç içeliğe ısınmaya başlamıştım. Bu ısınmayı, usumda gizlice çalan; Mozart’ın flüt ve harp konçertosunun tınıları pekiştiriyordu…
Sermayeci köyünde; inince bir yandan yürüyüş hazırlıklarını yapıyor diğer yandan da görüşemediğimiz arkadaşlarla yarenlik yapıyorduk…
Kısa süren bir hazırlıktan sonra yürüyüşe 10.45’te başladık… Bu saatte başlangıç oldukça erken sayılırdı…
Köyü; bahçelerini çapalayan ihtiyar delikanlılarla sohbet ederek geçiyoruz… Tarlalarda, Mart kapıdan baktırır sonra bizim ürünleri yok pahasına sattırır, düşüncesinde olan kimi çiftçiler; ürünlerini seralarının korumasına almışlardı…
Samanlı Dağlarının tepeliklerini aşıyoruz… Ağaçlardan arınmış boşluklar oldukça fazla… Kuzeyde İzmit Körfezi, Güneyde İznik Gölünü, Poyrazı yesek de, görmenin ayrıcalığını yaşıyoruz…
Biraz ötede bellerini yamaca vermiş, çatıları kırmızı kiremitli evleriyle köyler: Yapraklarından arınmanın hüznüyle yeni yeni fışkıran filizlerin sevincini birlikte yaşayan, şiddetli poyrazın etkisinden korunmak için öbek öbek olmuş yabani meşelikler: Tepelerde yalnız başlarına Poyraza meydan okurcasına direnen meşeler de dikkatimizi çekiyor…
Samanlı Dağlarının tepeliklerindeki ağaçlardan arınmış boşlukları; bir şairin arada “anlam boşlukları” bırakarak “eksiltilmiş bir dille” yazılan şiirine benzettim…
Bizlerin her bir boşluğu; sezinleyerek, bu boşluklara anlam yüklememiz için:
Bu seziş, beş duyuyla algılanmayandır,
Bu seziş, bize görünmeyendir,
Bu seziş, dışta görüneni içselleştirmek, her bir soluğa anlam katabilmektir,
Bu seziş, yaşamın tek düze bir akış olmadığını, arada boşluklarda olduğunu, ayrıntılardaki gerçeğin; bildiğimiz, alıştırıldığımız, alıştığımız, gerçeklere hiç de benzemediğini anlatandır…
Belki de, doğada karşılaştığımız bu boşluklar: Yaşamın dolaşımındaki “şaşırtıcı karşılaşmaları” sayesinde, bize “kendimizdeki boşlukları”, “eksiklikleri” öğretecektir…
Belki de, ayırdına vardığımız boşlukları doğayla doldurmak için…
Yürüyüşümüz bu düşüncelerle devam ederken, içimden doğanın olmazsa olmazı bir de yeni doğmuş kuzuların meleştiği bir koyun sürüsü gördüm mü, sormayın keyfime diye geçirdim…
Helva ekmek molasındayız: Hemen ayaklarımızın ötesinde İznik körfezi, ötelerden kuzu melemelerini duyar gibiyim, hafif esen Eğenin Meltemini andıran esinti… Güneşin tesirini azaltıyordu…
Önümüzdeki yamacı aştığımızda ne göreyim! Annelerinin memelerini çekiştire çekiştire emen kuzuların da bulunduğu bir koyun sürüsü, çobanın başında meraklı sorularla toplanmış Ayakizleri…
Çoban köpeklerinin korkusundan ne ben ne de Gülay fotoğraf çekmek için sürü içine giremiyoruz…
Yürüyüş bu kez… Ot ve çiçeklerin türlü türlüsüyle bezenmiş yamaçlarda devam ediyor… Gülay’ın da yüreklendirmesiyle… Bayır aşağı koşuyorum… Koşmuyorum, adeta kendimi Salı verdim bayır aşağı, kontrol bende değil doğa da…
Ardımda bıraktığım sadece tepeler, bayırlar, üzerinde rengârenk çiçekler açan, halı gibi döşenmiş çayırlar değil: Kendimin de kaldığını, bayır aşağı koşanın( Gülay’ın ifadesiyle Hop bidikler) bir başkası olduğunu sezinliyordum…
Bu coşkulu hop bidikler; bir zamanlar yaşanmış günlerin hüzün veya sevinçlerinden değil, olmamış hayallerin ardında kilitli kaldığı bir ıssızlıktan fısıldayan içimdeki çocuğun sakınmalı düşleriydi…
İşte kaleme aldığım bu satırlarda, o süreci tüm ayrıntılarıyla tekrar yaşıyor ve ünlü yazar “Gabriel Garcia Marquez’”in de dediği gibi “anlatmak için yaşıyordum”…
Tepeler, bayırlar molalar derken zeytinlikler arasındaki yollardan, yol kenarlarındaki sulaklarda fotoğraf çektirerek ilerliyoruz…
Keramet köyü meydanındaki tarihi çınar ağacını fotoğraflıyoruz, kahvehanede verilen mola oldukça iyi geldi…
Buradan bir saatlik bir yürüyüşle Ilıca’ya vardık, etrafı zeytin ağaçlarla donanmış, antik bir doğal sıcak su havuzu…
Hüseyin beyin hazırlattığı; Selim ve Birol’un ve de Betül hanımın emekleriyle öylesine bir masa donatıldı ki anlatamam, yaşanması gerekir…
Menü de ne mi var dı? Neler yoktu ki!
Ya otuz iki derecelik sıcaklıkta ki ılıca suyunda doğanın içinde yüzmenin keyfine diyecek yoktu…
Böylesine keyifli geçen bir yürüyüş sonrası Orhangazi’de şubesi açılan İmren köftecisinden de köfteler, sucuklar alındıktan sonra Yalova ve vapur yolculuğundan sonra da İstanbul…
Akıllarda yürekleri sağaltan keyifli anlar… Yeniden dünya hallerini yüreklilikle karşılamak için…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ