Bu haftaki yürüyüşümüzü, SAMANLI DAĞLARINDA, Kocaeli sınırlarındaki SERMAYECİ köyü ile Bursa sınırlarında yer alan KERAMET köyü ile ILICA arasında, yapmak üzere İstanbul’dan ayrıldık.Yollar her zaman ki ne nazaran oldukça tenha, İstanbul’da yolların tenhalığı artık garipsenecek bir olay… İnsanın içini ürperten bir duygu kaplıyor… Ne oluyoruz ki gibi…
Eski Hisar’dayız. Atilla kaptan vapur sırasının tenhalığından da yararlanarak, bir çırpıda adeta vapura sırçayı verdi… İkinci araçtan koptuğumuzun farkına vapura bindikten sonra anladık…
Araba vapurunun sadık koruyucu melekleri; bu kez bizlere yakınlık göstermiyor, atılan simitleri kapmak için burunlarını dahi kıvırmıyorlardı…
Acaba biz insanlar; onların denizini, doğasını kirletmenin yanında, başka affedilemeyecek hatalar da mı etmiştik?
Yoksa! İzmit Körfezi eski temizliğine kavuşmuş da yine bol bol balık ve yoksun kaldıkları o çeşit çeşit deniz ürünlerine mi kavuşmuşlardı? (*)
Karınlarının tok mu? Yoksa bize küskün olduklarını umursamadan simitleri atmaya devam ettik… (*)(*Foto.Betül Hanım tşk.)
Belki birkaç pike yaparlar da fotoğraflarını çekeriz diye…
İlk mola, Tavşanlı beldesinde grubun lojistik gereksinimlerini karşılamak için verildi…
Samanlı dağlarının ön yamaçlarındaki dönemeçleri bir bir geride bırakıyoruz… Rakım arttıkça yemyeşil çimler içindeki beyazlara bürünmüş erik ağaçlı, etrafı çitlerle çevrili bahçeli evler… Peşi peşine bizlere el sallıyorlar…
Doğa ananın tuvalinden fışkıran bu kareler; birkaç saat önce “dünya halleriyle” boğuşan beni alıp, o tuvalin içine çekivermişti: Artık yürümeden doğayla iç içeliğe ısınmaya başlamıştım. Bu ısınmayı, usumda gizlice çalan; Mozart’ın flüt ve harp konçertosunun tınıları pekiştiriyordu…
Sermayeci köyünde; inince bir yandan yürüyüş hazırlıklarını yapıyor diğer yandan da görüşemediğimiz arkadaşlarla yarenlik yapıyorduk…
Kısa süren bir hazırlıktan sonra yürüyüşe 10.45’te başladık… Bu saatte başlangıç oldukça erken sayılırdı…
Köyü; bahçelerini çapalayan ihtiyar delikanlılarla sohbet ederek geçiyoruz… Tarlalarda, Mart kapıdan baktırır sonra bizim ürünleri yok pahasına sattırır, düşüncesinde olan kimi çiftçiler; ürünlerini seralarının korumasına almışlardı…
Samanlı Dağlarının tepeliklerini aşıyoruz… Ağaçlardan arınmış boşluklar oldukça fazla… Kuzeyde İzmit Körfezi, Güneyde İznik Gölünü, Poyrazı yesek de, görmenin ayrıcalığını yaşıyoruz…
Biraz ötede bellerini yamaca vermiş, çatıları kırmızı kiremitli evleriyle köyler: Yapraklarından arınmanın hüznüyle yeni yeni fışkıran filizlerin sevincini birlikte yaşayan, şiddetli poyrazın etkisinden korunmak için öbek öbek olmuş yabani meşelikler: Tepelerde yalnız başlarına Poyraza meydan okurcasına direnen meşeler de dikkatimizi çekiyor…
Samanlı Dağlarının tepeliklerindeki ağaçlardan arınmış boşlukları; bir şairin arada “anlam boşlukları” bırakarak “eksiltilmiş bir dille” yazılan şiirine benzettim…
Bizlerin her bir boşluğu; sezinleyerek, bu boşluklara anlam yüklememiz için:
Bu seziş, beş duyuyla algılanmayandır,
Bu seziş, bize görünmeyendir,
Bu seziş, dışta görüneni içselleştirmek, her bir soluğa anlam katabilmektir,
Bu seziş, yaşamın tek düze bir akış olmadığını, arada boşluklarda olduğunu, ayrıntılardaki gerçeğin; bildiğimiz, alıştırıldığımız, alıştığımız, gerçeklere hiç de benzemediğini anlatandır…
Belki de, doğada karşılaştığımız bu boşluklar: Yaşamın dolaşımındaki “şaşırtıcı karşılaşmaları” sayesinde, bize “kendimizdeki boşlukları”, “eksiklikleri” öğretecektir…
Belki de, ayırdına vardığımız boşlukları doğayla doldurmak için…
Yürüyüşümüz bu düşüncelerle devam ederken, içimden doğanın olmazsa olmazı bir de yeni doğmuş kuzuların meleştiği bir koyun sürüsü gördüm mü, sormayın keyfime diye geçirdim…
Helva ekmek molasındayız: Hemen ayaklarımızın ötesinde İznik körfezi, ötelerden kuzu melemelerini duyar gibiyim, hafif esen Eğenin Meltemini andıran esinti… Güneşin tesirini azaltıyordu…
Önümüzdeki yamacı aştığımızda ne göreyim! Annelerinin memelerini çekiştire çekiştire emen kuzuların da bulunduğu bir koyun sürüsü, çobanın başında meraklı sorularla toplanmış Ayakizleri…
Çoban köpeklerinin korkusundan ne ben ne de Gülay fotoğraf çekmek için sürü içine giremiyoruz…
Yürüyüş bu kez… Ot ve çiçeklerin türlü türlüsüyle bezenmiş yamaçlarda devam ediyor… Gülay’ın da yüreklendirmesiyle… Bayır aşağı koşuyorum… Koşmuyorum, adeta kendimi Salı verdim bayır aşağı, kontrol bende değil doğa da…
Ardımda bıraktığım sadece tepeler, bayırlar, üzerinde rengârenk çiçekler açan, halı gibi döşenmiş çayırlar değil: Kendimin de kaldığını, bayır aşağı koşanın( Gülay’ın ifadesiyle Hop bidikler) bir başkası olduğunu sezinliyordum…
Bu coşkulu hop bidikler; bir zamanlar yaşanmış günlerin hüzün veya sevinçlerinden değil, olmamış hayallerin ardında kilitli kaldığı bir ıssızlıktan fısıldayan içimdeki çocuğun sakınmalı düşleriydi…
İşte kaleme aldığım bu satırlarda, o süreci tüm ayrıntılarıyla tekrar yaşıyor ve ünlü yazar “Gabriel Garcia Marquez’”in de dediği gibi “anlatmak için yaşıyordum”…
Tepeler, bayırlar molalar derken zeytinlikler arasındaki yollardan, yol kenarlarındaki sulaklarda fotoğraf çektirerek ilerliyoruz…
Keramet köyü meydanındaki tarihi çınar ağacını fotoğraflıyoruz, kahvehanede verilen mola oldukça iyi geldi…
Buradan bir saatlik bir yürüyüşle Ilıca’ya vardık, etrafı zeytin ağaçlarla donanmış, antik bir doğal sıcak su havuzu…
Hüseyin beyin hazırlattığı; Selim ve Birol’un ve de Betül hanımın emekleriyle öylesine bir masa donatıldı ki anlatamam, yaşanması gerekir…
Menü de ne mi var dı? Neler yoktu ki!
Ya otuz iki derecelik sıcaklıkta ki ılıca suyunda doğanın içinde yüzmenin keyfine diyecek yoktu…
Böylesine keyifli geçen bir yürüyüş sonrası Orhangazi’de şubesi açılan İmren köftecisinden de köfteler, sucuklar alındıktan sonra Yalova ve vapur yolculuğundan sonra da İstanbul…
Akıllarda yürekleri sağaltan keyifli anlar… Yeniden dünya hallerini yüreklilikle karşılamak için…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ