ADAPAZARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ADAPAZARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2009

DOMUZ DERESİ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

AMAN BE..EVLAT…BİZİM YEMEKLERE..”ET” PEK UZAKTIR…

Yazılar hep bir giriş gelişme sonuç bölümü ile yazılır ya… Bugün ben öyle yazmayacağım…
Hala kulaklarımda… Melekçe Oruç Köyünün cefakâr Emine Anasının sözleri…
Keşif Yürüyüşü; akşamın karanlığında sorunsuz tamamlandığında yirmi dokuz Ayakizi’nin tamamının sığabildiği sıcacık bir köy evindeyiz…
Bu ev; yemeğimizi yiyeceğimiz ve soğuktan korunup sıcacık sobanın başında dinleneceğimiz… Emine Ana ile Alaattin Amcanın evleri…

Selim Bey; kereviz, havuç, patates ve hindi etiyle odun ateşinde çok lezzetli bir yemek yaptı… Bu yemek hakkında Emine Ana ile konuşurken… Benzer yemeği kendisinin de yaptığını anlattı… Ben de safça… Ne eti kullanıyorsun dedim… Ah! Nereden sordum o soruyu…
Aldığım cevap; AMAN BE… EVLAT… BİZİM YEMEKLERE… “ET” PEK UZAKTIR… Öylesine donup kaldım ki… Karşılık veremedim… Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüdü… Yutamadım… Artık ne hallere girdiğimi bilemiyorum…
Gelelim Yazımın giriş ve gelişme bölümlerine…
20 Ocak 2009 tarihli Gazetede okuduğum haber başlığı şöyleydi:”Sakarya’nın Pamukova ilçesinde doğa yürüyüşü yaparken yollarını kaybeden 18 doğa yürüyüşçüsü, sivil savunma ekipleri ve jandarma tarafından 20 saat sonra donmak üzere iken kurtarıldı.”
Hemen yürüyüş grubunun adına baktım… Kimler var diye? Birçoğu tanıdığım… Bu parkurda Gülay’la birlikte hem de yağmurlu ve sisli bir havada yürümüştük… Ve bu parkur hakkında bir takım doğa yürüyüşü efsanesi türünden şeyler yol boyunca anlatılmıştı…
Hatta köprünün başında mola verdiğimiz yer ve burada yapılan sarımsaklı çorbayı anımsayıverdim… İşte bu köprü ile ikinci köprüde hata yapılırsa ve kötü hava koşulları da varsa tehlikeli durumlarla karşılaşılabilir” diyordu… Rehberimiz Ayakizleri’nin Sevgili Başkanı Dr. Hüseyin Bey…
Ben ise hafta içi kendisine şöyle sıkı ve adrenalini bol bir yürüyüş teklifi götürmüştüm… Keza birkaç haftadır… Dağlarla selamlaşamamıştım… Kendisi duyurusunda; “en az sekiz saatlik karlarla kaplı kötü ve karanlık hava koşullarında bir yürüyüşün yapılacağını yürüyüşe gelmek isteyenlerin sıkı yürüyüşe dayanıklı olmaları gerektiğini belirtmiş idi…
AlifuatPaşa’ya gelinceye kadar nereye gideceğimizi bilmiyorduk desem inanır mısınız? Evet parkur… İhtiyacım olan endorfin hormonunu karşılayacak düzeydeydi… Neresi mi? Gazete başlıklarında okuduğum… Geçen hafta donma tehlikesi geçirilen “Domuz deresi parkuru” idi…
Hemen hemen grupta bulunan yirmi dokuz kişi de karlarla kaplı bir yürüyüşle birlikte başımıza ne geleceğini merak etmiyor değildik… Sırt çantam her zamankine nazaran biraz ağırca sıcak sudan… cep sobasına…ve..gerekli ilk yardım ve yedek giysilere kadar ne ararsanız var…
Hüseyin Beyin düşüncesi; bu grup nerede ne hata yapıp da böyle olumsuz bir durumla karşılaşmıştı bunu keşfetmek idi… Ya benim…
Benim tek isteğim… İse… Endorfin, Adrenalin, kısacası aklı ön planda tutan heyecanlı ve sıkı bir yürüyüş… Çünkü birkaç haftadır… Yürüyüş yapamadığım için öylesine “endorfin hormonuna” ihtiyacım vardı ki anlatamam… u arada bu hormon hakkında sözlükte yazılan bilgi de şöyle;“doğa ve uç sporları” yapan insanlar, bu maddenin ve adrenalinin bağımlısı olurlar. Ama bu istek dengelenmez ise onları kötü koşullara kadar götürebilir. Çünkü devamlı aynı miktarda endorfin salgılanması için önceki yaptıklarından daha "uç, aşırı" bir şeyler yapmaları lazımdır. Bu sözlükteki yazılan… Doğru mu? Doğru vallahi… Onun için aklı ve önlemleri ön plana almak gerektiğini yazmıştım…
Yürüyüş güzergâhında karların eridiği görülünce, Hüseyin Bey bu kez parkuru “D” harfi şeklinde daha karlı bölgeye doğru değiştirdi… Hava kapalı ancak üzerimizdeki bulut yüklü yağış hazırda bekliyor… Ve kısa sürede sulu sepken sonra da yağmur olarak yağış başladı… Grup tempolu yürüyor… Tırmanışlar inişlerle birlikte gözüm “yamaçlardaki karların durumunu inceliyor… Yamaç yürüyüşü yapmıyoruz...Düz alanda yürümemize rağmen 50–30 cm derinliğindeki karda birde suyla kaygan hale geldiği şekliyle yürümek oldukça güç ve tehlikeli bir hal alıyordu… Çünkü henüz bir yıl olmadı… Böyle bir kaygan zeminde yürüyüşü hafife alınca nasıl tepe takla yere düşüp parmaklarımı kırdığımı unutmuş değilim…Bu arada birinci köprüye yaklaştığımızda Hüseyin Beyin öğle yemeği için hazırlık yaptığını fark ettim… Menü şöyleydi… Tahin, Pekmez… Ekmek… Ayaküstü atıştırdıktan sonra birinci köprüyü geçtik… Ama köprü de yol üçlü çatal yapıyor… İşte tam burada ki izler o denli yoğundu ki… Bu noktada problemin başladığı ve devam ettiği esas ikinci köprüye vardığımızda anladık… İkinci köprüye uğramamışlardı…
Sağ yanı başımızda Domuz deresi öylesine gür akıyor ki… Sanki İlkbahardayız… Bir hafta esen lodos sanırım karları eritmişti… Tabii ki bu durumda bastığımız karların altını da: Yamaçlardaki karları da gözlemlememiz gerekiyor du… Gerçi çığ tehlikesi bu bölgede yoktu ama kayganlık birinci düşmandı…
Hava karardığında hava iyice soğumaya başladı… Kısa süreli molalarda dinlendikten sonra… Sorunsuzca Melekçe Oruç Köyüne varmıştık…

24 OCAK 2009
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL

1 Ekim 2008

KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAY'A ZORLU İNİŞ

“HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ…
Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.”
JOHN LOKE–1689


KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAYA’A ZORLU İNİŞ…
2008 yılının Eylül 14’ü can dostum sevgili eşimle yine doğanın içine doğru yol almaktayız, belki de yılın son sarı sıcağı ile karşılaşıverdik oysa hava tahminleri yağmurlu idi…
Adapazarı/Ali Fuat Paşa’ya gelinceye kadar İzmit öncesi mola verildi, bu küçük dinlenme yerinde dikkatimi çeken yenilik “Kuaförün” hizmete girmesiydi…

Burada kim?
Neden? Tıraş olur? Düşünmedim değil?
Birer kare çekmeden duramadım… En azından merakımın nedenini görmeniz için…
İkinci mola; meyve ambarı olarak adlandırdığım Ali Fuat Paşa’da verildi… İlk işimiz manavımızdan meyvelerimiz almak oldu…
Buradan tarihi köprüyü geçerek Kapıorman Dağlarının eteklerinden zirveye doğru Kızılcapınar tepeye tırmanmaya başladık… Atilla Kaptanın ustalığı bu geçtiğimiz daracık yollarda belli oluyordu… Öyle bir yere geldik ki artık yol bitmişti…
Araçtan inerek kısa bir hazırlık sonrası yürüyüşe başladık, ancak iner inmez bizi karşılayan sarı sıcağın etkisi öylesine birden bire bizi bunalttı ki kendimizi hemen bir gölgeye atma ihtiyacı duyduk.
Grup yani 45 “Ayakizi” yürüyüşe başladık ama devamlı rampa çıkıyoruz… Isınmadan rampa çıkışı, yüreğimizi baskılamasın diye diyafram nefesi almayı ihmal etmiyoruz…
Allah’ım çeşme başına yaklaştıkça o meşhur “mayıs” kokusu öylesine arttı ki anlatamam, köylerin ve ağıl başının eksik olmayan kokusu… Mayıs kokusu… Bendeniz gibi birilerine göre köyün ve doğanın ta kendi kokusu kimine göre de bok kokusu…
Gülay’la birlikte sulak başında ki larva halindeki kurbağaları seyrederken birden ortaokul sıraları aklıma geldi… Kurbağaları ilk kez o sıralarda iken incelemiştik…
Sonra yürüyüşümüz yine eksilmeden artan sarı sıcak altında hiç istemediğimiz halde toprak yoldan devam etti. Zorunlu olmadıkça bir doğa yürüyüşçüsü asla yoldan yürümek istemez…
Sağ yanımızda ki kurumuş dikenlerle kaplı alanın, öylesine değişik hisler uyandıran bir görünümü vardı ki beni hemencecik Toros’lara götürüverdi… Selim Beyin o dikenli bitkiler içindeki görüntüsünü makineme kaydediverdim…
Şu anda sarı sıcağın etkisinden kurtulmak üzere kocaman bir ağacın gölgesindeyiz, tam keyif aldık derken Hüseyin Beyin devam komutu… Keyfimizi yarıda bıraktı…
Bu kez başka bir keyif kendini gösteriverdi “böğürtlenler” bahçesi hurrraaaa!!! Böğürtlenlerin içinde, altında, kenarında, her bir yanında bir Ayakizi beliriverdi…
Artık “böğürtlen uzmanı olmuştuk… Aroması damak tadımıza uymuyorsa bırakıp diğerlerine seğerti veriyorduk…
Kızılca pınar’a varmak o kadar kolay olmadı yamaçlar bir bir geçildi… Ama şekilden şekle girerek…
Sonra “Kızılca pınar” çatağına öylesine yayıldık ki… Sormayın gitsin… Amaç kumanya yemek değil… Kahkaha atmak… Hem de… Espirinin dolusuna boşuna bakmadan…
Gözümüzün ucuyla göğe doğru bakışımızda ağaçlar üzerine teğet olarak, adeta bizlerin ne yaptığını merak edercesine aşağılara salına salına geçen, yağmuru muştulayan bulutlarla göz göze geldik… Kemal Beyin uzun atlama rekor denemeleri...

Bol kahkahalı bir mola sonrası tekrar yürüyoruz…
Aman Allah’ım bu kez de böğürtlen tarlası diyebilirim… Diyeyim mi? Evet tarla… Bahçe değil!

Ayak izleri bu kez tarlanın tam göbeğinde aroması çok farklı ben devamlı yiyorum… Gülay şişe içerisine koyuyor Tuğçe’ye götürecek…
Bu yürüyüş diyebilirim ki tamamıyla böğürtlen toplama yürüyüşü oldu… Buraya kadar her şey iyi…
Sarı sıcağın etkisi kırılmıştı ancak bu kadar da lay lom yürüyüş de olmaz ki???
Hüseyin Beyin yıllardır yürümediği bu parkurun bundan sonraki bölümünde başımıza neler geleceğini bir ara düşünmedim değil???
Yürüyüşün bundan sonra sanırım bizi büyük bir sürpriz bekliyordu… İşte keyif anı bu andı?
Bilinmeyeni keşfetme duygusu… Ne ile karşılaşacağını bilmeme duygusu… Sanırım “adrenalin” denilen şey bu?
Etrafımızda öylesine bir doğa var ki yemyeşil ama acilen yağmura ihtiyaçları var…
Karşımıza ilk çıkan şey; fındık bahçeleri idi şimdiye kadar fındık bahçesinden böylesine fındık toplamamıştım... Benim bildiğim fındık dalından kopartılır... Ama Selim Beyin öğrettiğine göre hasatı yapılan bahçede fındık yerden toplanırmış...Tüm AYAKİZLERİ yerlere eğilmiş durumda...
Sonra fındık bahçeleri içinde bir köy... Fındıklar toplanmış kilosu beş ytl den fındık alıp Kemal Beyle fındığı baltayla kırmanın keyfini deneyimledik... Hiç böyle bir şey denememiştim doğrusu...
Yürüyüşümüz bu kez orman içinde tam tamına bir yağmur ormanları görünümünde devamlı iniyoruz 1350 metrede idik şimdi 900 metre bu iniş öylesine kabak tadı vermeye başladı ki bilek ve üst baldırlar fren yapmaktan, yan basmaktan acımaya başladı, hem de ne acı…

Bu acıya mola öylesine iyi geldi ki artık gökyüzü görünmüyordu…
Yem yeşil; yerini gizemli bir yeşil- gri- siyah tonlarının ortaklığına bırakıyordu… Bundan sonraki parkur iyice gizemli bir havaya bürünmüştü…
Bu kez ulu asırlık ağaçlar arasında öylesine iniyoruz ki ve yokuş öylesine dikleşti ki inmek de hatta adım atmak da zorlaşmaya başladı…
Önden sincap çevikliğiyle ilerleyen Emrah muştulu haberi aşağıdan duyuruyordu… Çayı buldum!
Aşağılara inmeye çalışan bizler; “Kanlı Çay’ın” kollarından bir dereyi bulup ayaklarını da daldıran Emrah’ın yanında, ben de ilk iş olarak ayaklarımı suya daldırmak oldu...
Hüseyin Beye ilk sorumuz daha iniş var mı? İdi…
Aldığımız haber iyi idi iniş yok tu?
Ama? Bu kez ilerlememiz esnasında dikenli çalıların içinde kalıp da kollarımız bacaklarımız jiletle çizilir gibi çizilmeye başladığında inişe razı olur durumdaydık…
Hem “haz” var hem “acı”. Bu nasıl bir duygudur? Anlatılması güç bir duygu: Bu benim hissettiğim!
Ya siz okuyanlar ne hissedersiniz bilemiyorum?
İsterseniz bu ikilem arasındaki farkı; 1689 tarihinde ünlü filozof “John Loke” “İNSAN ANLIĞI ÜZERİNE BİR DENEME” kitabında nasıl anlatmış… Bir bakalım…
“Haz ve Acı; belli nesnelerin ya zihinlerimizdeki ya da bedenlerimizdeki değişik derecelerdeki etkileriyle üretilmiş olduğundan, biz de bir haz üretme özelliği olan şeye iyi; bizde bir acı üretme özelliği olan şeye de kötü diyoruz.
Çünkü bunlarda mutluluğumuzun ve mutsuzluğumuzun kendilerine bağlı olduğu haz ve acı üretme özelliği vardır.

HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ… Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.
Bu yönden görülen mutluluğun her insan her zaman ardından gider ve onun bir bölümünü oluşturan şeyi herkes arzular, insan iyi olduğu kabul edilen öteki şeylere, onları arzulamadan bakar, yanlarından geçer ve onları gerekli bulmaz…”
Biz de acı ile söylenerek dikenlerin içinden büyük bir mücadeleyle çıktıktan sonra Kanlı Çayı ve yanında ki yolu görür görmez tüm acılar uçup gitti… Biraz önce göremediğimiz ama şu anda duyumsadığımız…
İyi olan öteki şeyleri arar durumda idik…
İlerlerden burnumuza yakılan ateşin duman kokusu geliyor… Yaklaştıkça bunların bizim öncü ekibin yaktığı ateş olduğunu gördük…
İçimiz de oruç olanlar da vardı… Onlara gıpta ile bakmamak elde değil… Bu zorlu inişe nasıl katlandılar? Çeşme başında mangal keyfi sormayın gitsin… Duyumsadığımız iyi olan şeyleri adım adım yakalayabiliyorduk… Bu sofrayı bizlere hazırlayan tüm ekibe ne kadar teşekkür etsem azdır…
Zaten bu Ayakizleri’nin değişmez özelliği: İş hayatınızda yakalayamadığınız; yardımlaşmayı, paylaşmayı, bilgi değişimini, rekabetsizliği, dedikodusuzluğu, tarafsızlığı burada iliklerinize kadar yaşayabilirsiniz…
Ancak bir duygu vardır ki; makamca veya paraca güçlülüğün verdiği büyüklük tafrasına burada yer yoktur…
Bu duygu ve düşünce içinde olan bir kişi yanlışla yürüyüşe katılabilir… Ama diğer yürüyüşte yalnız kalır…

Oruç olanların dahi hazırladığı sofra sucuk, köfte, karpuz, erik, üzüm ne sayayım sofra Halil İbrahim sofrası gibi donatılmıştı…
Evlerimize dönerken mi?
Sadece uyuduğumu ve Mecidiyeköy’de indiğimi hatırlıyorum…
Teşekkürler Ayakizleri ve Onun Tonton Başkanı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15EYLÜL2008

15 Temmuz 2008

AYAKİZLERİYLE KANLIÇAY VADİSİNDE YÜRÜYÜŞ

HER BİR DAMLANIN İRİSİNDE
Gökyüzünün berrak masmavi rengi, aniden simsiyah bulutlarla birlikte önce grileşmeye sonra da kararmaya başladı…
Sakınımlı bir sesle kendi kendime mırıldandım… Bereket geliyor!
Ama hala gelmedi, kuraklığa çare olur düşüncem de boşa çıkmakta…
Gökyüzünün düzeni nasıl bir kargaşa içinde ise ülkemde, yaşamı keyiflendirecek öğelerde ayrışık ve keyifsiz…
Doğrular ile eğriler yer değiştirmeye başlatılıyor, şaşırtıcı taktiklerle… Ne eğri ve de ne doğru?
Ellerimiz şakaklarımızda izliyoruz… Eşimle birlikte… İçimiz burkulsa da… Ama takatsizlik ve umutsuzluk da yok… Güneşin erişemediği düşünce ve söylemler henüz bitmemişti ki…
Bilgisayarımızda AYAKİZLERİ Yürüyüş grubundan (Hüseyin Beyden) bir not var… Açtık okuduk… Yüzümüz gülmeye durağanlaşan bedenimiz kımıldamaya başladı…
13TEMMUZ 2008 Günü KANLIÇAY VADİSİNDE DEREİÇİ Yürüyüşü var idi.
Sırt çantalarımız hazırlandı gün geldi çattı… Bizler yola düşmüşken haftalardır, insanları evlere tıkayan “kene” tehdidini aklımıza bile getirmemiştik…
Kanlıçay Köyüne varmadan yolda verilen kısa çay molası mahmurluğumuzu üzerimizden almıştı…
Kanlıçay deresi kenarında yürüyüş hazırlıklarımızı yaparken dikkatimi çeken diğer yıllara nazaran farklı olan şey… Haşerelere karşı vücudumuza ve giysilerimize sıktığımız spreylerdi…
Yürüyüşümüz başladığında hemen bizlere kuşbakışı bakan ve yeşilin tüm tonlarını bağrında barındıran Kapıorman Dağları; bizleri de kucaklamaya hazırdı…
Masmavi Gökyüzü, bak bak benim çehreme belleğinin kıvrımlarında kireçlenmiş olumsuz düşünce kırıntılarını atmaya hazırlan der gibiydi…
Kanlıçay vadisi yer yer kanyon yapısında; şarıl şarıl gürleyen sesiyle bizlere hoş geldiniz der gibi…
Filiz ve Çağla yeşilinden en koyusuna kadar yeşilin tüm tonlarıyla kucak kucağız. Üzerine bastığımız irili ufaklı çakıl taşlarında yürümek ve irilerin üzerlerinden aşmak en az cambaz ustalığı istiyor…
Kenarları koyu kahverenginden başlayıp gittikçe açık kahveye dönüşen Yeşil bir tünel içindeyiz, her iki yamaçta öylesine dik ki üzerlerindeki çınar, köknar ve gürgen ağaçlarının güçlü ve uzun kolları gökyüzünü adeta kapamış…
Kayalardan sarkan sarmaşık yapısındaki halı dokumasını andıran bitkiler, Kanlıçay’dan su içecekmiş gibi aşağı doğru sarkıyor. Aralarda cesaret bulan eflatun çiçeklerle donanmış yabanıl diğer bitkiler… Tepelerden bir yerlerden sızan damla damla sular, bu halı dokusu içinden öylesine sızıyor ki, her bir damlacık; yaprakçıklar üzerinde birer elmas parlaklığına kavuşuyor.
Her bir damlacığın irisinde; kendi kişiliğimizin ötesinde birinin, yeniden şekillendiğini ve tüm hücrelerinin kütür kütür yenilendiğini görüyor ve hissediyorduk.
Artık belleğimizde; olgun yaş eşiğine gelmişlerin hepsinin edinimlerine eşlik eden o bildik:
—Hayatta kaldığımız yeri bulmak mümkün mü?
—Yeniden deneye değer mi? Soruları yoktu…
Ve hep beraber sanki şöyle haykırıyorduk… Kendi gizemi içinde kendi dünyasını yaratmış bu yemyeşil rengin galebe çaldığı tünelde…

—Tek şey var!
—Kaldığın yer yok!
—Ulaşacağın yer var!
—Gücümüzü kısıtlayan, koşullandırılmış alışkanlıklara veda var!

Biz doğa tutkunları; bu doğallık, tutarlılık ve durulukla bezenmiş hiçbir ayrışık öğeyi bünyesinde barındırmayan, barındırsa dahi kurallar manzumesine uyum gösterme zorunluluğu olan bu gizemli dünyayı öylesine benimsemişiz ki…
Çevremizi kuşatan biraz önce içinden geldiğimiz dünyaya hiç benzemiyor…

Antik çağlardan beri birçok kez, bu düşünce biçimini mahkûm etme amacını güden bir yaklaşımla “doğa etkinlikleri” bir “kaçış” olduğu söylenmiştir: Belki de bu söylem, yalın olarak belirtilen amaca hizmet etmektedir de: İnsanın kendisine bedeli karşılığında; farklı bir dünya yaratmasının başka, daha özlü ve kişisel yolları da vardır sanırım…
İşte böyle! Bir düşünce diğerini çağırıyor, ben de peşi peşine neler yazdığımın sonunda farkına varıyorum…
Dere üzerindeki birbirini takip eden engelleri bir bir geçiyoruz…Ya! Karşılaştığımız göletlerin buz gibi sularında giyinik halde yüzmemize ne dersiniz?Peki...Geçit vermeyen yerlerden iple tırmanmaya ne dersiniz... Mola dere kenarında verildi, bir yandan birinci yıl dönümünü kutlayacağımız ve “Ustabaşı Hünerli Selim” tarafından üretilen “çaydanlıkta tavuk sote” hazırlanmakta bir yandan da bendeniz dâhil kimileri de dere içinde keyif çatmakta… Hem de çocukluğum dâhil bu yaşıma kadar hiç denemediğim “ayağımdaki lafuma botumu tas gibi kullanarak dere içinde yıkanmak bu coşkuya Ayşegül de birkaç bot su dökmekle katılıyor… Ali Çelik'in sofrasına da diyecek yoktu...
Çocukluk halleri, diye adlandırdığımız davranış biçimlerini adeta birer kostüm gibi giyip çıkartıyoruz…
Oysa bu davranışları, çocukken bile yapmak; ya annemiz, babamızın koruyucu bakışlarının etkisiyle ya da aklımıza gelmediğinden oldukça zordu.
Çocukluk halleri defilesi hiçbir kimseyi rahatsız etmeden hatta onların da neşesine neşe katarak devam ediyordu…
Bunlardan bir diğeri de mola sonrası bir süre vadi tabanındaki otlaklarda yayılan inek sürüleri arasında rampa çıkarak ulaştığımız şelale altında yaşadıklarımız…
Barış’ın; “şelale altına tek başına git ve tam kuvvetli yerinin altında kal” teklifini geri çevirmedim…
Soğuk şelalenin kayalara çarparak düştüğü ve sinerji yarattığı yerde tek başınayım… Yüzüm kayalıklara dönük kulunçlarımda: Bir eliyle camız derisinden körüğüyle kor ateşini körükleyen diğer güçlü pazılı koluyla alnındaki teri silip, örs üzerindeki çeliğe su veren Aksakallı demirci ustasının birbiri ardına indirdiği darbeleri hissediyorum…
Gözüm ve ağzım kapalı, akan şelale ile kayalıklar arasındaki boşluktan burnumla nefes alıyorum… Dörde dokuz temposunda… Sağ kolumda başlayan soğukçul uyuşma sol kolumu sonra da bedenimi etkisi altına almaya başlamıştı ki…
Aksakallı Demirci, suyun altından çıkma zamanı geldiğini fısıldıyordu… Gülay’a doğru yürüdüğümde başımın dönmekte olduğunu hissettim… İnanır mısınız? Şu satırları yazarken dahi aynı duyguları hissediyorum…
Grubumuzun muhlis Başkanı Hüseyin Bey ve Selim Beyin yamaca tutunmak için halat döşediklerini gördük… Yine tüm çevikliğimizle yamaçlara tırmanıyoruz diğer şelaleleri görmek için…
Tüm güzellikleri içimize sindirmenin, doğaylabaşbaşa olmanın engin edinimi içindeyiz…
Şimdi dönüş yollarında; Kanlıçay Vadisine hâkim sırtlarda fındık bahçeleri arasındayız… Kimi bahçelerin fındığı olgunlaşmış diyerek tadına bakıyoruz… Kimi akan pınarlardan su içiyoruz… Ali Çelik Bey bağırışı ile irkiliyoruz… Aman fazla yemeyin… Cır cır olursunuz…
Kanlıçay Köyüne vardığımızda Muhtarlık yanındaki kıraathanede bu kez Birol Emektaş’ın sürprizi ile karşılaştık… Kısır, patates salatası ve fotoğrafta gördüğünüz Reşat Usta “salata ekibinin” lezzetli salatası…
İstanbul dönüşü de oldukça keyifli şarkılar türkülerle geçti… Eve geldiğimizde kulaklarımızda hala Kanlıçay ve şelalelerin şarıl şarıl şakırtısı devam ediyor…
Teşekkürler Ayakizlerinin değerli üyeleri ve Muhlis Başkanı Hüseyin Beye…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
13 Temmuz 2008