HER BİR DAMLANIN İRİSİNDE
Gökyüzünün berrak masmavi rengi, aniden simsiyah bulutlarla birlikte önce grileşmeye sonra da kararmaya başladı…
Sakınımlı bir sesle kendi kendime mırıldandım… Bereket geliyor!
Ama hala gelmedi, kuraklığa çare olur düşüncem de boşa çıkmakta…
Gökyüzünün düzeni nasıl bir kargaşa içinde ise ülkemde, yaşamı keyiflendirecek öğelerde ayrışık ve keyifsiz…
Doğrular ile eğriler yer değiştirmeye başlatılıyor, şaşırtıcı taktiklerle… Ne eğri ve de ne doğru?
Ellerimiz şakaklarımızda izliyoruz… Eşimle birlikte… İçimiz burkulsa da… Ama takatsizlik ve umutsuzluk da yok… Güneşin erişemediği düşünce ve söylemler henüz bitmemişti ki…
Bilgisayarımızda AYAKİZLERİ Yürüyüş grubundan (Hüseyin Beyden) bir not var… Açtık okuduk… Yüzümüz gülmeye durağanlaşan bedenimiz kımıldamaya başladı…
13TEMMUZ 2008 Günü KANLIÇAY VADİSİNDE DEREİÇİ Yürüyüşü var idi.
Sırt çantalarımız hazırlandı gün geldi çattı… Bizler yola düşmüşken haftalardır, insanları evlere tıkayan “kene” tehdidini aklımıza bile getirmemiştik…
Kanlıçay Köyüne varmadan yolda verilen kısa çay molası mahmurluğumuzu üzerimizden almıştı…
Kanlıçay deresi kenarında yürüyüş hazırlıklarımızı yaparken dikkatimi çeken diğer yıllara nazaran farklı olan şey… Haşerelere karşı vücudumuza ve giysilerimize sıktığımız spreylerdi…
Yürüyüşümüz başladığında hemen bizlere kuşbakışı bakan ve yeşilin tüm tonlarını bağrında barındıran Kapıorman Dağları; bizleri de kucaklamaya hazırdı…
Masmavi Gökyüzü, bak bak benim çehreme belleğinin kıvrımlarında kireçlenmiş olumsuz düşünce kırıntılarını atmaya hazırlan der gibiydi…
Kanlıçay vadisi yer yer kanyon yapısında; şarıl şarıl gürleyen sesiyle bizlere hoş geldiniz der gibi…
Filiz ve Çağla yeşilinden en koyusuna kadar yeşilin tüm tonlarıyla kucak kucağız. Üzerine bastığımız irili ufaklı çakıl taşlarında yürümek ve irilerin üzerlerinden aşmak en az cambaz ustalığı istiyor…
Kenarları koyu kahverenginden başlayıp gittikçe açık kahveye dönüşen Yeşil bir tünel içindeyiz, her iki yamaçta öylesine dik ki üzerlerindeki çınar, köknar ve gürgen ağaçlarının güçlü ve uzun kolları gökyüzünü adeta kapamış…
Kayalardan sarkan sarmaşık yapısındaki halı dokumasını andıran bitkiler, Kanlıçay’dan su içecekmiş gibi aşağı doğru sarkıyor. Aralarda cesaret bulan eflatun çiçeklerle donanmış yabanıl diğer bitkiler… Tepelerden bir yerlerden sızan damla damla sular, bu halı dokusu içinden öylesine sızıyor ki, her bir damlacık; yaprakçıklar üzerinde birer elmas parlaklığına kavuşuyor.
Her bir damlacığın irisinde; kendi kişiliğimizin ötesinde birinin, yeniden şekillendiğini ve tüm hücrelerinin kütür kütür yenilendiğini görüyor ve hissediyorduk.
Artık belleğimizde; olgun yaş eşiğine gelmişlerin hepsinin edinimlerine eşlik eden o bildik:
—Hayatta kaldığımız yeri bulmak mümkün mü?
—Yeniden deneye değer mi? Soruları yoktu…
Ve hep beraber sanki şöyle haykırıyorduk… Kendi gizemi içinde kendi dünyasını yaratmış bu yemyeşil rengin galebe çaldığı tünelde…
—Tek şey var!
—Kaldığın yer yok!
—Ulaşacağın yer var!
—Gücümüzü kısıtlayan, koşullandırılmış alışkanlıklara veda var!
Biz doğa tutkunları; bu doğallık, tutarlılık ve durulukla bezenmiş hiçbir ayrışık öğeyi bünyesinde barındırmayan, barındırsa dahi kurallar manzumesine uyum gösterme zorunluluğu olan bu gizemli dünyayı öylesine benimsemişiz ki…
Çevremizi kuşatan biraz önce içinden geldiğimiz dünyaya hiç benzemiyor…
Antik çağlardan beri birçok kez, bu düşünce biçimini mahkûm etme amacını güden bir yaklaşımla “doğa etkinlikleri” bir “kaçış” olduğu söylenmiştir: Belki de bu söylem, yalın olarak belirtilen amaca hizmet etmektedir de: İnsanın kendisine bedeli karşılığında; farklı bir dünya yaratmasının başka, daha özlü ve kişisel yolları da vardır sanırım…
İşte böyle! Bir düşünce diğerini çağırıyor, ben de peşi peşine neler yazdığımın sonunda farkına varıyorum…
Dere üzerindeki birbirini takip eden engelleri bir bir geçiyoruz…Ya! Karşılaştığımız göletlerin buz gibi sularında giyinik halde yüzmemize ne dersiniz?Peki...Geçit vermeyen yerlerden iple tırmanmaya ne dersiniz... Mola dere kenarında verildi, bir yandan birinci yıl dönümünü kutlayacağımız ve “Ustabaşı Hünerli Selim” tarafından üretilen “çaydanlıkta tavuk sote” hazırlanmakta bir yandan da bendeniz dâhil kimileri de dere içinde keyif çatmakta… Hem de çocukluğum dâhil bu yaşıma kadar hiç denemediğim “ayağımdaki lafuma botumu tas gibi kullanarak dere içinde yıkanmak bu coşkuya Ayşegül de birkaç bot su dökmekle katılıyor… Ali Çelik'in sofrasına da diyecek yoktu...
Çocukluk halleri, diye adlandırdığımız davranış biçimlerini adeta birer kostüm gibi giyip çıkartıyoruz…
Oysa bu davranışları, çocukken bile yapmak; ya annemiz, babamızın koruyucu bakışlarının etkisiyle ya da aklımıza gelmediğinden oldukça zordu.
Çocukluk halleri defilesi hiçbir kimseyi rahatsız etmeden hatta onların da neşesine neşe katarak devam ediyordu…
Bunlardan bir diğeri de mola sonrası bir süre vadi tabanındaki otlaklarda yayılan inek sürüleri arasında rampa çıkarak ulaştığımız şelale altında yaşadıklarımız…
Barış’ın; “şelale altına tek başına git ve tam kuvvetli yerinin altında kal” teklifini geri çevirmedim…
Soğuk şelalenin kayalara çarparak düştüğü ve sinerji yarattığı yerde tek başınayım… Yüzüm kayalıklara dönük kulunçlarımda: Bir eliyle camız derisinden körüğüyle kor ateşini körükleyen diğer güçlü pazılı koluyla alnındaki teri silip, örs üzerindeki çeliğe su veren Aksakallı demirci ustasının birbiri ardına indirdiği darbeleri hissediyorum…
Gözüm ve ağzım kapalı, akan şelale ile kayalıklar arasındaki boşluktan burnumla nefes alıyorum… Dörde dokuz temposunda… Sağ kolumda başlayan soğukçul uyuşma sol kolumu sonra da bedenimi etkisi altına almaya başlamıştı ki…
Aksakallı Demirci, suyun altından çıkma zamanı geldiğini fısıldıyordu… Gülay’a doğru yürüdüğümde başımın dönmekte olduğunu hissettim… İnanır mısınız? Şu satırları yazarken dahi aynı duyguları hissediyorum…
Grubumuzun muhlis Başkanı Hüseyin Bey ve Selim Beyin yamaca tutunmak için halat döşediklerini gördük… Yine tüm çevikliğimizle yamaçlara tırmanıyoruz diğer şelaleleri görmek için…
Tüm güzellikleri içimize sindirmenin, doğaylabaşbaşa olmanın engin edinimi içindeyiz…
Şimdi dönüş yollarında; Kanlıçay Vadisine hâkim sırtlarda fındık bahçeleri arasındayız… Kimi bahçelerin fındığı olgunlaşmış diyerek tadına bakıyoruz… Kimi akan pınarlardan su içiyoruz… Ali Çelik Bey bağırışı ile irkiliyoruz… Aman fazla yemeyin… Cır cır olursunuz…
Kanlıçay Köyüne vardığımızda Muhtarlık yanındaki kıraathanede bu kez Birol Emektaş’ın sürprizi ile karşılaştık… Kısır, patates salatası ve fotoğrafta gördüğünüz Reşat Usta “salata ekibinin” lezzetli salatası…
İstanbul dönüşü de oldukça keyifli şarkılar türkülerle geçti… Eve geldiğimizde kulaklarımızda hala Kanlıçay ve şelalelerin şarıl şarıl şakırtısı devam ediyor…
Teşekkürler Ayakizlerinin değerli üyeleri ve Muhlis Başkanı Hüseyin Beye…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
13 Temmuz 2008
1 yorum:
Merhabalar...
Bizlerde Ege gezimizden yeni döndük.. Sizin bu yol, doğa yürüyüşlerinizi imrenerek, yutkunarak okuyorum...
sağlığınız, ağız tadınız hep yerinde olsun...
Ailecek selam ve sevgi ile...
Yorum Gönder