18 Aralık 2007

AYDEDE-SOĞUKDERE-SERVETİYE YÜRÜYÜŞÜ

ÖRÜMCEK, AĞININ DIŞINDAYDI...

“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta, insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk, soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Susanna Tamaro




Haberlerde, yağışların devam edeceği ve gittikçe de soğuyacağının sıkça duyurulması, bu hafta sonu yapılacak yürüyüşü daha da ilgi çekici kılıyordu.
Diğer neden ise, geçen hafta ki kar beklentimizin boşa çıkmasıydı.
Henüz yeni karı görmemiştik…
Yola düştüğümüzde hava soğuk ve kurşuni renkteydi…
Araçla, Yuvacık barajının yamaçlarından yukarı doğru tırmanmaya başladığımızda, daha yükseklerdeki tepelerin üzerine konmuş bulutları seyretmeye dalmıştık, daha da yükseklere çıktığımızda bulutlar yok olmuştu… Gökyüzü sadece gri rengine bürünmüştü…
Yerde ise 25–30 cm kar vardı. Yürüyüş öncesi hazırlık molası Servetiye konağında verildi.
Çaylar içildi, tozluklar bağlandı, kuşanma tamamlandı…
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra grup ikiye bölündü; uzun yürüyüş yapacak grupla yürüyüşe koyulduk, henüz ağaçların kucakları bomboş yağan kar sadece toprak üzerini battaniye gibi serilmiş.
Gökyüzü; sanki yabanıl bir geceden uyanamamış, hala gece duyduğu korku verici çığlıkların, uğultuların, haykırışların etkisi altında, aynı korkuların tekrarından çekinircesine rengi ancak kurşuniden griye dönüşüyor, biraz da saklanmak istercesine sis ve pusu artırıyor… Ya ince ince durmaksızın yağan çiğe ne dersiniz…
Görüş zaman zaman iki metreye düşüyor… Ayakizlerinin önde yürüyenleri ham karda iz açıyor, yorulanlar yer değiştiriyor… Belli ki bizden başka yürüyen olmamıştı…
Ancak güz boyunca nadiren duyduğumuz bülbül sesleri bizlerin yanağına tatlı bir buse gibi konu veriyor, özlemini çektiğimiz, bereketin muştusu çağlayan dereler öylesine gürül gürül akıyor ki sesleri kulaklarımızdan çıkmıyor…
Ne diyordu? Susanna Tamaro… Her sözcük bir tohumdur isimli denemesinde:
“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Bu keyif; ayakta verilen kısa molalarla pekiştirilmeye çalışıldı…
Artık somurtkan gökyüzünün etkisinde kalmak yok, bu gizemli ama gülümseyen ortamın tadını çıkarmak vardı…
Rakım düşmeye başladı, Aytepe’den aşağı doğru sanki akıyoruz. Bayırlardan aşağı karlar üzerinde koşarak inerken kendi mi daha keyifli hissediyorum.
Çocukluğumu hatırladım diyemem çünkü Adana’mda kar yoktu…
Beyaz örtü yavaş yavaş yerini çamura bırakmaya başladı rakım da 550 civarına inmişti… Çok yürümeden Soğukpınar’daki Veysel amcanın yerine varmıştık…
İçeri girdiğimizde Şöminede yakılan odunun kızıllığı ve bizden önce gelen Ayakizleri grubunun sıcaklığı karşıladı… Öylesine güzel bir atmosferdi ki sadece yaşamak gerekir…
Fedakâr Hüseyin Bey öylesine bir sofra hazırlamıştı ki: Mangalın başında Ayakizleri’nden arkadaşlar hamsi ızgara yapıyorlar, masada dev bir salata tepsisi, roka, Emektar Zarife’deki çorba sanki ikinci plana itilmiş gibiydi, Gülay’la onu kırmadık…
Limonlanmış helva da unutulmamıştı…
Balık sonrası ızgarada sucuk nefisti. Bu arada Veysel amcanın oğlu tepsi tepsi çay taşıyor…
Tabiî ki bu güzel ve samimi ortamı kare kare tespit edenlerin sayısı oldukça fazlaydı…
Mola sona erdi… Tekrar yollardayız, bu kez beyaz örtü yukarılarda kalmıştı, derin vadilerden yürüyoruz, dağlar, yamaçlar, dereler öylesine bir sis ve pus altında idi ki, ince ince yağan çiğ görünümü öylesine gizemli bir havaya bürünmüşlerdi ki,her an daha önce karşılaşmadığımız, kendisini açığa çıkartmamış bir şeyle karşılaşacağız hissi uyanmıştı içimde…
Hidayet Bey, Gülay ve ben yürüyüş grubunun sonunda avcı gibiyiz, incecik dallardaki su damlacıklarının görünümlerini çekmek için daha profesyonel bilgiye sahip olmak gerekiyor…
Derken öylesine bir güzellikle karşılaştım ki benden epeyce uzaklaşan Gülay ve Hidayet Beyi yanıma çağırdım… Hidayet Bey unutmadan söyleyeyim… Elindeki üç buçuk dört kilogram ağırlığındaki fotoğraf makinesi ve onun ayakları ile dağlar tepeleri yürümekten çekinmeyen bir doğa sever…
Gördüğüm ayrıcalıklı görünüm, doğa harikası…
“Bir çalının dallında örümcek ağı ve ağ üzerindeki su damlacıkları” idi. Bu görüntü beni öylesine etkilemişti ki peki ev sahibi neredeydi? Buldum… Buldum… On, onbeş santim ilerde dalın ucunda ve ÖRÜMCEK; AĞININ DIŞINDAYDI...
Bu görüntü uzman Hidayet Bey tarafından çekilmeliydi…(Kendisi uzmanlığı kabul etmiyor)
Gülay da çekti ama makine yeterli değil, ondan önce ben yeterli değilim, onun için de İfsak’taki fotoğraf çekme seminerlerine katılıyorum…
Merakla çekim sonuçlarını bekliyorum…
Yürüyüş ilerledikçe solumuzdan derin vadiden büyük bir coşkuyla akan dereler yer yer şelaleler yapmakta, sesleri görünümleri kulaklarımızdan ve gözümüzün önünden gitmiyor…
Tekrar pusun dağları ardına aldığı manzaralar inanın Karadeniz’i aratmıyor…
Yerleşim yeri görünmeye başladı Servetiye köyü, Camiden akşam ezanı okunuyor…
Bizler hoş bir seda eşliğinde bekleyen araçlara biniyoruz…
İstanbul’a doğru yol alırken Örümceği düşündüm, yuvasına dönmüş müydü? Ağı yağmura dayanmış mıydı? Yoksa bir kuşun ya da bir kertenkelenin avı mı olmuştu?
Bana göre Yılın ilk, Gülay’a göre yılın son kar yağışını bizlere yaşattığın için ve bunca fedakarlıların için teşekkürler…Hüseyin Bey..
Nice karda yürüyüşlere…




Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

14 Aralık 2007

PAMUKOVA-DOMUZDERESİ YÜRÜYÜŞÜ

Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin.
Bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
Can YÜCEL


MUTLU OLMAK İÇİN DAĞLARA TIRMANMAK GEREK…

Aralık ayının 9ncu günü; İstanbul’dan hareket edeli yaklaşık dört saati buldu.
Pamukova’yı geçiyoruz, sağımızda bize tepeden bakan, Kapı Orman Dağlarının öncüleri, üzerlerinde beyaz kürkleri görünmüyor?
Usumuzda; Hüseyin beyin bir haftadır, mailleriyle yapmış olduğu kar uyarısı sonrası acaba nasıl bir manzara ile karşılaşacaktık, sorusu…
Yarım saati aşkın bir süre sonra, Kapı Orman Dağlarının rampalarındaydık, gittikçe yükseliyoruz…
Sakarya vadisi öylesine sere serpe uzanmıştı ki… Hava billur gibi, üzerindeki tarlaların çit sınırlarını dahi görebiliyorduk…
Eskiyayla yerleşim yerini geçtikten kısa bir süre sonra araçlardan indik, hepimiz sağımızda solumuzda kar arıyoruz…
Nerede! Yüzümüzü yalayan serin esinti ve güneşin içimize yansıttığı aydınlık, yüzümüzün asılmasını önledi diyebilirim…
Rüzgâr ve güneşin bu sevimli karşılamasıyla artık kar kar demek ne denli doğru olurdu bilemiyorum…
Bununla “yetinmesini” bilmeliydik.
Doğrusu öyle de yaptık…
Kayın ormanları içerisinde yürüyüşümüze başladığımızda, kayınlar, üzerlerinde ne var ne yoksa hepsini çıkarmışlardı.
Baharın sonunda olduğumuzu bizlere tam olarak anımsatıyorlardı…
Yerlerdeki bir karış yüksekliğindeki sararmış hatta humuslaşmaya başlamış yaprakların kokusu beni bir an; arazide kurulu büyük hastane çadırlarının içindeki iyodoform kokusunu ve siyahın griye hatta kurşuni renge çaldığı günleri anımsattı…
Bir ses! Hemen önümde yürüyen… Hüseyin Beyin kendisi kadar naif sesi, geride kalanları uyarıyordu…
Beynim sağ lobun etkisinden kurtulmuş, sol lobun hâkimiyeti altına girmişti…
Bu kez bayır aşağı inmeye başladık… Ceylanlar gibiyiz… Orman bu kez ruhumu rahatlatan sandal ağacı kokuyordu…
Ta ki ormandan çıkıncaya kadar…
Kayın Ormanlarından çıktıktan sonra, iki derenin birbirlerini “v” şeklinde kestiği yemyeşil bir merayla karşılaştık: Etrafımızdaki yükseltilerde, yaprağını dökmüş kayın ağaçlarının yalnızlığını, yemyeşil yapraklarıyla dimdik ayakta duran köknar ve sarıçam ağaçları gideriyordu…
Bu güzel dere kenarında mola verileceğini duyduğumda oldukça sevindik…
Mola Keyfine doyum olmadı diyebilirim… Gülay da bol bol fotoğraf çekti.
Bitmesini istemediğimiz moladan sonra tekrar yola düştük. Bayırları tekrar tırmanıyoruz, yemyeşil yaylaları geçiyor, bazılarında da fotoğraflar çektiriyoruz…
Kırk kişilik Ayakizleri grubuna bakıyorum. Kilometrelerce yürüyüş ve bir o kadar tepeler, bayırlar, yükseklikler aşıla gelmiş… Somurtan bir kişi dahi yok…
Acaba bizleri bu denli mutlu kılan ne idi…
Nedenleri birer birer saydığınızı duyar gibiyim!
Ben ise; Ünlü filozof Alain(Emile Charter,1868–1951)’in daha o yıllarda bu konuda yaptığı araştırmasından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.
“Alain, hastanelerin birindeki hasta bir kızın yaşamını, gerek hastane içinde gerekse dışında inceler ve şu sonuca ulaşır:
“Mutlu olmak için dağlara tırmanmak gerek”
Çünkü mutluluk kanın zenginliğinden, mutsuzluk da kanın yoksulluğundan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi, kan yuvarların görevleri; yaşam kaynağı olan oksijeni akciğerlerden alarak vücudun en ücra köşelerinde ki dokulara götürmektir.
Kan yuvarları üreten fabrika da iliklerimiz.
En çok oksijenin olduğu yerler, deniz seviyesi gibi alçak yerler, en az oksijen olan yerler ise “dağlar” rakım yükseldikçe daha da azalıyor…
İşte iliklerimiz; oksijenin azaldığı zamanlar daha çok çalışmaya başlıyor… Daha bol kan yuvarı üretiyor…
Şöyle ki gerekli oksijeni alabilmek için deniz yüzeyinde, kanın bir milimetre küpüne dört buçuk milyon kan yuvar yeterken, dağlarda sekiz milyon kan yuvar az gelmektedir…
İşte Alain’in hesabına göre “mutlu olmak için dağlara tırmanmamız gerekmekte…
Biraz bilimsel oldu, ama okuduğum bu değerlendirme çok hoşuma gitti, onu siz okuyanlarla paylaşmak istedim…
Tepenin üzerindeyiz, önümüzdeki panaromik manzara öylesine muhteşem ki tüm Kapı orman dağ bloku önümüzde Hüseyin Bey koluyla her bir yükselti ve çöküntüyü gösteriyor. Kimiyle tanışmış kimiyle de henüz tanışmamışız…
Buradan öylesine sular seller gibi akmışız ki köye varmadan yolda karanlıkla karşılaştık.
Tepe lambaları yakıldı, bereket çiseleyen yağmur çok fazla ıslatmadan Melekçeoruç köyünün Seferler mahallesine vardık.
Burada bir köy evinde dinlendik. Ev sahiplerinin misafirperverliği öylesine doğal ve içtendi ki.
Ya! Evin canı tez annesi, yemeklerin yapılmasındaki yardımı ve koşuşturmasındaki içtenlik asla yadsınamaz…
Hüseyin Bey ile Selim Beyin o kadar yorgunluğa rağmen hazırlamış oldukları yemekler yer sofrasında yendi… Kuzinede yanan odunun ısısından mahmurlaşanlar, yemek yemeyi bile unutmuştu…
Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, içimizde yürüyen doktorların köylüler ile yakından ilgilenmeleri, onları muayene edip, dertlerine ortak olmaları çok güzel bir duygu… Ayakizlerine de bu yakışıyor… Hüseyin Beyin yapmış olduğu yardımlar ise zaten özellikle köy çocukları tarafından çok iyi biliniyor…
Ve tekrar dönüş yollarında idik…
İstanbul’a vardığımızda saatler 2200’yi gösteriyordu…