Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin.
Bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
Can YÜCEL
MUTLU OLMAK İÇİN DAĞLARA TIRMANMAK GEREK…
Aralık ayının 9ncu günü; İstanbul’dan hareket edeli yaklaşık dört saati buldu.
Pamukova’yı geçiyoruz, sağımızda bize tepeden bakan, Kapı Orman Dağlarının öncüleri, üzerlerinde beyaz kürkleri görünmüyor?
Usumuzda; Hüseyin beyin bir haftadır, mailleriyle yapmış olduğu kar uyarısı sonrası acaba nasıl bir manzara ile karşılaşacaktık, sorusu…
Yarım saati aşkın bir süre sonra, Kapı Orman Dağlarının rampalarındaydık, gittikçe yükseliyoruz…
Sakarya vadisi öylesine sere serpe uzanmıştı ki… Hava billur gibi, üzerindeki tarlaların çit sınırlarını dahi görebiliyorduk…
Eskiyayla yerleşim yerini geçtikten kısa bir süre sonra araçlardan indik, hepimiz sağımızda solumuzda kar arıyoruz…
Nerede! Yüzümüzü yalayan serin esinti ve güneşin içimize yansıttığı aydınlık, yüzümüzün asılmasını önledi diyebilirim…
Rüzgâr ve güneşin bu sevimli karşılamasıyla artık kar kar demek ne denli doğru olurdu bilemiyorum…
Bununla “yetinmesini” bilmeliydik.
Doğrusu öyle de yaptık…
Kayın ormanları içerisinde yürüyüşümüze başladığımızda, kayınlar, üzerlerinde ne var ne yoksa hepsini çıkarmışlardı.
Baharın sonunda olduğumuzu bizlere tam olarak anımsatıyorlardı…
Yerlerdeki bir karış yüksekliğindeki sararmış hatta humuslaşmaya başlamış yaprakların kokusu beni bir an; arazide kurulu büyük hastane çadırlarının içindeki iyodoform kokusunu ve siyahın griye hatta kurşuni renge çaldığı günleri anımsattı…
Bir ses! Hemen önümde yürüyen… Hüseyin Beyin kendisi kadar naif sesi, geride kalanları uyarıyordu…
Beynim sağ lobun etkisinden kurtulmuş, sol lobun hâkimiyeti altına girmişti…
Bu kez bayır aşağı inmeye başladık… Ceylanlar gibiyiz… Orman bu kez ruhumu rahatlatan sandal ağacı kokuyordu…
Ta ki ormandan çıkıncaya kadar…
Kayın Ormanlarından çıktıktan sonra, iki derenin birbirlerini “v” şeklinde kestiği yemyeşil bir merayla karşılaştık: Etrafımızdaki yükseltilerde, yaprağını dökmüş kayın ağaçlarının yalnızlığını, yemyeşil yapraklarıyla dimdik ayakta duran köknar ve sarıçam ağaçları gideriyordu…
Bu güzel dere kenarında mola verileceğini duyduğumda oldukça sevindik…
Mola Keyfine doyum olmadı diyebilirim… Gülay da bol bol fotoğraf çekti.
Bitmesini istemediğimiz moladan sonra tekrar yola düştük. Bayırları tekrar tırmanıyoruz, yemyeşil yaylaları geçiyor, bazılarında da fotoğraflar çektiriyoruz…
Kırk kişilik Ayakizleri grubuna bakıyorum. Kilometrelerce yürüyüş ve bir o kadar tepeler, bayırlar, yükseklikler aşıla gelmiş… Somurtan bir kişi dahi yok…
Acaba bizleri bu denli mutlu kılan ne idi…
Nedenleri birer birer saydığınızı duyar gibiyim!
Ben ise; Ünlü filozof Alain(Emile Charter,1868–1951)’in daha o yıllarda bu konuda yaptığı araştırmasından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.
“Alain, hastanelerin birindeki hasta bir kızın yaşamını, gerek hastane içinde gerekse dışında inceler ve şu sonuca ulaşır:
“Mutlu olmak için dağlara tırmanmak gerek”
Çünkü mutluluk kanın zenginliğinden, mutsuzluk da kanın yoksulluğundan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi, kan yuvarların görevleri; yaşam kaynağı olan oksijeni akciğerlerden alarak vücudun en ücra köşelerinde ki dokulara götürmektir.
Kan yuvarları üreten fabrika da iliklerimiz.
En çok oksijenin olduğu yerler, deniz seviyesi gibi alçak yerler, en az oksijen olan yerler ise “dağlar” rakım yükseldikçe daha da azalıyor…
İşte iliklerimiz; oksijenin azaldığı zamanlar daha çok çalışmaya başlıyor… Daha bol kan yuvarı üretiyor…
Şöyle ki gerekli oksijeni alabilmek için deniz yüzeyinde, kanın bir milimetre küpüne dört buçuk milyon kan yuvar yeterken, dağlarda sekiz milyon kan yuvar az gelmektedir…
İşte Alain’in hesabına göre “mutlu olmak için dağlara tırmanmamız gerekmekte…
Biraz bilimsel oldu, ama okuduğum bu değerlendirme çok hoşuma gitti, onu siz okuyanlarla paylaşmak istedim…
Tepenin üzerindeyiz, önümüzdeki panaromik manzara öylesine muhteşem ki tüm Kapı orman dağ bloku önümüzde Hüseyin Bey koluyla her bir yükselti ve çöküntüyü gösteriyor. Kimiyle tanışmış kimiyle de henüz tanışmamışız…
Buradan öylesine sular seller gibi akmışız ki köye varmadan yolda karanlıkla karşılaştık.
Tepe lambaları yakıldı, bereket çiseleyen yağmur çok fazla ıslatmadan Melekçeoruç köyünün Seferler mahallesine vardık.
Burada bir köy evinde dinlendik. Ev sahiplerinin misafirperverliği öylesine doğal ve içtendi ki.
Ya! Evin canı tez annesi, yemeklerin yapılmasındaki yardımı ve koşuşturmasındaki içtenlik asla yadsınamaz…
Hüseyin Bey ile Selim Beyin o kadar yorgunluğa rağmen hazırlamış oldukları yemekler yer sofrasında yendi… Kuzinede yanan odunun ısısından mahmurlaşanlar, yemek yemeyi bile unutmuştu…
Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, içimizde yürüyen doktorların köylüler ile yakından ilgilenmeleri, onları muayene edip, dertlerine ortak olmaları çok güzel bir duygu… Ayakizlerine de bu yakışıyor… Hüseyin Beyin yapmış olduğu yardımlar ise zaten özellikle köy çocukları tarafından çok iyi biliniyor…
Ve tekrar dönüş yollarında idik…
İstanbul’a vardığımızda saatler 2200’yi gösteriyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder