GÜLAY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜLAY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2024

RÜZGAR İLE TSK ASKERİ MÜZE VE KÜLTÜR SİTESİNDE...TSK MEHTERAN BİRLİĞİ....

""Tarihini bilmeyen milletler,yok olmaya mahkumdur ..."'
Gerçek bu; Atasını,Tarihini, Vatan Sevgisini torunlarımıza; öğretip onları ruhen ve bedenen şikayetsiz diri tutmak zorunluluğumuz var...
Türkiye'm için; seve seve yükselme ülküsü ile dimdik hür iradesi ile
 
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! diyebilecek ve o ülkü için canla başla çalışma ve üretme sorumluluğunu ""onlu yaşlarda "" atasından görecek ve devam ettirecek terbiyeyi alacaktır ...
Türkiye'm sevgisinin ve Türk Kültür ve Öğretisinin öğretileceği; ilk Ocak, ana kucağı ve Atasının rehberliğidir ..
Bu gün TSK Harbiye Askeri Müze ve Kültür Merkezi K.lığında; Gülay ile birlikte, Rüzgarımıza önce Türk Askeri Tarihî ; 
Atatürk'ümüzün 1899-1905 tarihlerinde Harbiyede eğitim gördüğü dersanede olmanın bahtiyarlığını,
Mehteran Birliğinin; tüylerimizi diken diken yapan, gözlerimizin pınarlarını göz yaşlarımızla dolduran hatta hücum marşı ile heyecan ve
 coşkumuzu zirveye taşıyan, marşları ile günümüzü tamamladık ....
Şehitlerimizin ruhu Şad Olsun 🌹🧿

29 Mart 2021

PANDEMİ ÖNCESİ İZ BIRAKAN YARIŞMALARIMDAN...2019-TEMMUZ_NARLIDERE İZMİR..EGE ORDUSU KOMUTANLIĞINDAN EMEKLİ OLDUKTAN SONRA..BÖYLE BİR MUHTEŞEM YARIŞMA VE ÖDÜL TÖRENİNİ HAYAL BİLE ETMEMİŞTİM.

PANDEMİ ÖNCESİ İZ BIRAKAN YARIŞMALARIMDAN...
2019-TEMMUZ_NARLIDERE İZMİR..
EGE ORDUSU KOMUTANLIĞINDAN EMEKLİ OLDUKTAN SONRA..
BÖYLE BİR MUHTEŞEM YARIŞMA VE
ÖDÜL TÖRENİNİ HAYAL BİLE ETMEMİŞTİM.
İNŞALLAH PANDEMİ SONRASI MUHTEŞEM YARIŞMA HEYECANLARINI
YAŞAYACAĞIZ.


05-07 TEMMUZ 2019 SEVGİLİ Zafer Atamer ADINA YAPILAN TYF MASTERLAR YÜZME ŞAMPİYONASINDA
#50M KURBAĞALAMA TÜRKİYE BİRİNCİLİĞİ
#100M KURBAĞALAMA YENİ TÜRKİYE REKORU VE TÜRKİYE BİRİNCİLİĞİ
#200M KURBAĞALAMA YENİ TÜRKİYE REKORU VE TÜRKİYE BİRİNCİLİĞİ
İLE SONUÇLANDI. 
YARIŞMALARIMA; 75 Lİ HARBİYELİ DEVRE ARKADAŞLARIM EŞLERİ İLE
YARIŞMANIN SON GÜNÜ İSE GURURUMUZ EGE ORDU VE GARNİZON KOMUTANI ORGENERAL SN ABDULLAH RECEP İN ÖZEL OLARAK KATILMALARI VE MADALYA TAKMASI VE REKOR BELGEMİ VERMESİ TARİFSİZ DUYGU VE HEYECAN YAŞATTI..
BU GÜÇ VE İRADEYİ BANA VE CAN DOSTUM TEK DESTEĞİM GÜLAYIMA VEREN ALLAHIMA HAMD EDİYORUM

15 Aralık 2009

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK

SONBAHARDA GEMLİK-YALOVA-KURTKÖY MUŞMULA PARKURU YÜRÜYÜŞÜ

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK


Her yıl Sonbaharı, doğanın bağrında dostlarla birlikte olmak için öylesine özlemle bekleriz ki… İşte düşlediğim Sonbaharı yakalayabilmek için Ayakizleri doğa yürüyüş tutkunları ile Gemlik yollarındayız… Eski hisar’dan Yalova Topçular’a vapurla geçişimiz bir başka güzeldi… Vapurda, martıların çığırışlarına onlara attığımız simitlerle eşlik ederken…

Yanımıza yanaşan pek de cana yakın iki yabancı bayanla; giymiş olduğum montun renk benzerliği nedeniyle, yolculuk boyunca “kanka” olduk diyebilirim… Japon sandık ama Singapurlu imişler…
Türk olarak tanışma biçimine “nerelisin hemşerimle” başladığımız için… Mont renklerinin benzerliğinin tanışmaya fırsat vermesini ilk kez deneyimledim diyebilirim…


Yolculuk Gemlik’te küçük bir dinlenme molası ile kesilirken …Aracımız Samanlı dağlarının bayırlarını zorlana zorlana çıkarken bizlere günaydın diyen “koca yemişlerle karşılaştık….Hurra….İki araçta çalılıklar arasında kaybolmuştu…Bu yıl kocayemişler çok bol….Aman fazla yemeyin…Çünkü ishal olursunuz…Dense de pek aldırış eden de olmadı…



Koca yemiş molası sonrasında bu kez yürüyüşe başlangıç için inildi… Yağmur beklentisine karşın tozluklar kuşanıldı… Belirli bir süre bayır yukarı çıkış zorlasa da ilk yirmi dakikalar hep böyle oluyordu…


İçindeki… Çocuk rahat durmuyor…
Sonbaharı arıyordu…
Sevdiğim yanımda, yavaş yavaş yürüyüş kolunun gerisinde kalarak…
Doğaylabaşbaşa’lığı yudumlamayı sonbaharın tüm renklerini sırtındaki giyside taşıyan…
Yer yer de artık giydiği giysiden sıkılıp çıplaklığı tercih edercesine üzerindeki yapraklardan kurtulmayı tercih eden doğanın sessizliğini içselleştirmenin zamanını kolluyorduk…

Az ilerde ormanlık alan Sonbahar işaretini vermeye başlamıştı…
Vadi tabanına indikçe her iki yanımızdaki ormanlık, vadi dışındaki ağaçlıklara nazaran
yapraklarından henüz sıkılmamışlardı…
Ege’nin Meltemi andıran esinti…
Doğanın gerçek sesini kulaklarımıza fısıldamaya başlamıştı…


Ses ve sessizlikten bahsedince aklıma Kızımdan aldığım Vural Yıldırım ve Tarkan Koç tarafından kaleme alınan özellikle “felsefe okurlarına tavsiye edeceğim” MÜZİK FELSEFESİNE GİRİŞ” isimli kitaptan, bir alıntıyla düşüncelerimi sıralamak istiyorum…


“Ses; görüngü olarak doğanın içinden kendi nesnel dayanağını hazırlar… Sesi çıplak olarak bulamazsınız o her zaman kendini saklar; bir taşın arkasına, bir damlanın kütlesine ya da rüzgârla dalları savrulan bir ağacın gövdesinde… Ortaya çıkar.”

Sessizlik; varlığı dinlemek ve aynı zamanda varlıktan haberdar olmaktır. Varlığı dinlemek; onun görünüşlerindeki gelip geçiciliği değil ama onun hep öyle olduğu, olacağı ve onun apaçık gerçekliğini hissedebilme yetisidir.

Sessizlik; varlığın kesinliğinin ve bilincinin ilk anıdır. Çünkü duyularımızın bilincine sessizlikte varırız… Sessizlik, varlığın kendini duyurma biçimidir…
Sessizlik, varlığın; müziği, varlığın özgür alanıdır. Sessizlikle kendimize yönelir, evren ile bütünleşiriz…



Sessizlik aslında insanın kendi varoluşunun sınırıdır, diğer var olanlarla arasındaki sınır ve o dış dünya arasındaki sınır. Kısacası bir köprü… İletişim köprüsü… İletişim bağı veya dilidir…
Doğadan kopan ses insan usu ile insanı da doğadan soyutlar, eğemen ve bağımlı kılar. Doğa var olandaki sisi ses ile aralar… Bu şekillenmenin en belirgin formu sanattır. Sessizlik sese, ses ise söze dönüşür”

Bu düşüncelere ilave olarak benim de “doğanın sessizliğinden yakalamak istediğim şey veya beni götürdüğü yer”;
"duyu organlarımın etkisi olmadan doğanın bağrında” algıladıklarımın” beni nerelere götüreceği veya götürdüğü ve bana ne hissettirdikleri veya hissettirecekleridir"...




Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı (varlıkları) göremediğimiz gibi evrendeki pek çok büyüklükleri de göremeyiz… Görememekteyiz… Duyumsadığımız kadar biliriz… Bilinen veya sunulan kadar bilmekteyiz…


O halde beş duyu ile duyumsamanın ötesinde; algılayabileceğimiz, algıladıklarımızı zihnimizde şekillendirebileceğimiz… Yer; doğanın bağrı ve sessizliğidir…

Esas olan hissettiklerimizin “o an” için dahi olsa bize yaşattığı “anlık deneyim” ve “anlık heyecanı ve Keşfi”dir.(*)

Karşımızda bir ağaç ancak öylesine albenili ki tüm grup o ağacın fotoğrafını çekiyor…
O ağaç daha önemseniyor… İşte o an ben ve Gülay da bu deneyimi yaşamak istiyoruz…






Yürüyüş temposu, buna benzer görünümleri yakalayabilir miyiz? Düşüncesi ile daha da artıyor…

Ve peşi peşine bu anları yakalamanın mutluluğunu ve ayrıcalığını yaşıyorduk…







Bir kırmızı mantar bizleri yalnız bırakmadı…






Arkalardan bir ses yankılanarak bize kadar geliyor…
 Hüseyin Bey…
Yol sapağında durmanızı istiyor…


Her yıl yol sapağından sonra belimize kadar öylesine çamurdu ki…
Şimdi ne zaman çamura gireceğiz düşüncesi hâkim idi…
Bu hâkim düşüncenin Sonbaharın naif düşüncesini ve keşfini kovmasına izin vermiyordum…

Bu sihirli, dinç ve dingin dünyayı; burnuma gelen köyün sobalarından çıkan meşe odunu kokusunu hissedinceye kadar devam etti… Köy içine girmeye başlamış… Elektrik direklerindeki aydınlatmalar artık bizleri aydınlatır olmuştu… Köy kahvesinde artık karın doyurma ve botlarımızdaki çamurlardan kurtulma düşüncesi… Hâkim olmaya başlamıştı…

Izgaralar yapıldı, giysilerimiz değiştirildi ve artık dönüş yolunda idik…

Bir daha ki yıl SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YUDUMLAYINCAYA kadar… Diğer ne gibi deneyimleri yaşayacağımızı şimdiden düşlemekteyim…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15 KASIM 2009
İSTANBUL
(*)Amacım ta insanlık tarihi ile başlayıp hala devam eden “ Varlık evreninin, düzenini çözümleme veya bunun nedenselliğini araştırma” olmadığını belirtmekle birlikte…
Varlığın; tarih boyunca filozoflar tarafından incelemelerinde ( ilk olarak inceleyen Hintliler olarak bilinmekte) temel bağıntılar hemen hemen birbirine benzer olduğudur.
Özellikle Felsefe düşkünlerinin de anımsayacağı gibi… Varlık Evreni: Materyalizm’de; insan zihninden bağımsız olarak bir madde dünyası, Orta çağ İslam ve Hıristiyan felsefelerinde (Türk düşünürlerinin de felsefelerinin veya önermelerinin İslam düşüncesine dayandığı bilindiği için ayrıca Türk olarak belirtmedim.)Tanrının yarattığı her şey, İdealizm felsefesinde ise… Her türlü varoluş insanın düşüncesindedir. Platondan itibaren biraz daha şekillenerek Schelling çizgisinden giden Hegel, “düşünce ile varlığın aynı şey” olduğunu ortaya koymuştur…

12 Mayıs 2009

ZİRVEYLE OH...OH BEEEE!!!!!!!!

Oh! Oh Be!
Demek geliyor içimden.
Neden mi?
Bu bahar doğa yürüyüşü yapmaktan ümidimi kesmişken…
Gülay; Zirve Dağcılığın 10 Mayıs 2009 günü keşif yürüyüşü düzenlendiğini ve katılmam için iyi bir fırsat olduğunu söyledi…
Birkaç telefon sonrası… Ancak yedeğe yazılabildim… Aysun Hanımın telefonu ile yürüyüşe katılma heyecanı içinde aracın kalkış saatinden yarım saat önce sabah saat altıda soluğu Taksim’de aldım…
Teker teker yürüyüşçülerin duraklardan toplanması ile… Yolculuğumuz başladı… Zirve Dağcılık Kulübünün Kuruluşuna İzmir’de şahit olmuş ve birkaç yürüyüşüne de eşimle birlikte katılmıştık, canlı ve dinamik ve iddialı bir kulüp…
Araçta bildirileri okutulurken önemle ve öncelikle kulübün “bir doğa gezi firması” olmadığı vurgulanıyordu; Gerek Muhittin Bey Gerekse Aysun Hanım… Prensipleri yerleştirmekte ısrarlı ve kararlı bir tavır sergiliyorlardı… Rehber Muhittin Bey ve öncü Faik Bey, artçı Hakan Bey ve yürüyüşün idari ve sıhhi fonksiyonunu üstlenen İlkay Hanım…
Yürüyüş için alınan tedbirler ise üç yıl öncesine göre daha profesyonelce “yürüyüş çeşitliliği 14-15 Km si tamamen GPS üzerinden keşif şeklinde… Diğer 4-5 Km bilinen bir arazide; Yani şansa kadere kısmet… Kısacası benim ve Gülay’ın tercih ettiği adrenalini bol bir yürüyüş…
Vapur yolculuğu ve sonrasında aracımızla Yalova- Gemlik ve Narlı Köyü derken Selimiye Köyünde Yürüyüşe başladık… Öncelikle Beş km. ilerde 2002 yılında Onno Tunç ve kendisiyle beraber uçak kazasında ölen arkadaşı Hasan Kanik ile…1996 Yılında Taz Dağlarına çarparak düşen Onno Tunç’un özel uçağını arama çalışmalarında donarak ölen iki dağcı Emrah Çelebi ile Selçuk Olcay’ın anısına yapılan Anıtı ve dağcıların ne şekilde donduklarını ve ne şekilde bulunduklarını Rehberimiz Muhittin Gürçay; Ünlü Dağcılardan Alper Sesli’nin anlatımlarına dayanarak açıkladı.
Buradaki dikkat çeken durum… Uçağın enkazını bulmak için giden iki dağcının soğuktan donarak ölmeleri… Ve Yazmayı hiç arzu etmezdim ama Anıtın dikenli tellerle çepeçevre kapatılması… Belli ki bu anıtın levhaları ve önceleri yapılan güneş enerjili lambaları olmadığına göre bunlar köylüler tarafından sökülmüş olsa gerek; aldığımız bilgilere göre de öyleymiş… Önlem olarak bu anıt Köylülere emanet edilemez mi idi?
Sonra birden babamın içinde bulunduğu yolcu uçağının Toros’ların eşiğinde düştüğü yeri de görmeyi çok arzuladığımın ayırdına vardım… Belki bir gün o yerlerde de yürürüm? Doğanın dışına kendi dünyama kaydığımın gelgitlerini yaşamaya başladığımda; barış halinde bu düşünce sarmalının içinden Çıkmayı ve tekrar doğanın berraklığına ancak ormanlık alana girdiğimizde becerebildim…
Yürüyüşümüz orman içinden adeta patika izi ararcasına devam etti… Gps, arazi uyumu ile geçen ve bir bir serüveni andıran yürüyüşümüz kimi zaman dere içinde kimi zaman belki de asırlık patikaları ve genellikle de gökyüzünün görünmediği orman içinde geçti… Derin patikaların içinden geçerken doğrusu yüz yıllarca önce buralardan kimlerin geçtiğini hangi şartlarda kullanıldığını merak ettim… Hemen aklıma Likya yolu ve şu andaki durumu bir de Toros’ların Kalbinde Büyük İskender’in Asya seferinde kullandığı ve yazıtlarının bulunduğu “”GÜLEK BOĞAZI”” geldi… Yeni yol açma adına o güzelim dar yol nasıl dinamitlendi… Bu örnekleri artırabiliriz…
Bir ara orman içinden çıkınca bizleri; sapsarı bir mera karşıladı…Burası DELMECE Yaylası idi... Çocuk olup hoplamak ve zıplamak istedim… Bu güzel anı gruptan hiç kimse kaçırmak istemiyordu… Teker teker çekilen pozlar… İşte yürüyüşün heyecanla devam ettiği yerler ve burada bir kez daha Ankara’da bulunan Eşimi aradım… Sanırım yüz ifademden olacak ki grupta ki duygusal arkadaşlar… Birbiri ardına fotoğraflarımı çekmeye koyuldular… Hepsine teşekkür ediyorum…
Sapsarı denizin ortasında eğilip yakından baktığım bembeyaz açan çiçeği, ulaşılması zor çetin yerlerde açan “kardelenlere” benzettim… Sonra boynumda ki çeneme değen “ oyalı yazma” anamın başına taktığı yazmayı anımsattı… Boynumda eşimle yürüyüşe başladığımız ilk günden itibaren “anamın kokusunu taşıyan” yazma takmayı alışkanlık haline getirmiştim… Ve bundan da memnundum… Anneler gününün kutlandığı bugünde doğanın içinden “ruhunu şad etmemin” nedenli hoşuna gideceğini düşündüm ve gülümsedim…
Çünkü içimdeki doğa tutkusunu; daha çocukluk yıllarında; onlarca yıl önce daha doğa yürüyüşü; yaylacılık; pansiyonculuk gibi şeylerin adının bile anılmadığı zamanlarda mayasını çalıp, doğanın içine salan ve Bolkarların, Aladağların çerini çöpünü tanıtan oydu…
Delmece yaylasında bu bakir güzellik içinde kumanyalarımızı yedik… Çaylarımızı içtik… Bu arada doğum günü kutlamaları dahi yapıldı...Bir kaç ay yanılma payı da olsa...Sonra tekrar yollardayız… Yokuş çıkmanın yerini artık inişler almıştı… Erikli şelalesine yaklaştığımız, gerek arazi yapısından gerekse şelalenin sesinden anlaşılıyordu…
Dereyi geçtikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık kayın ve yeşil yapraklı orman içinden Erikli Şelalesi yanındaki seyir teraslarına çıkıp peşi peşine fotoğraf çekmeye başladık… İki yıl önce yine parkurun bu bölümünü Gülay’la birlikte şiddetli bir yağmur altında yürümüştük… Kayalar üzerinde sekerek ilerlerken o kadar düşen olmuştu ki…
Fotoğraf çekimleri ve Şelaleye bakarak ve sesini dinleyerek geçirdiğimiz bir dinlenmeden sonra Bu kez yürüyüşümüzü sonlandıracağımız Teşvikiye köyüne doğru yürüyüşe başladık…
Yokuş aşağı devam eden ancak zaman zaman o denli güzel bağlasam da botumun ucuna çarpan başparmağımın tırnağı artık öylesine acı veriyordu ki… Doğanın bu güzelliği karşısında offfff deme şansım yoktu…
Derken dere kıyısında bir kır bahçesine doğru yürümeye başladık yürüyüşün bittiğini ancak… Muhittin Beyle Aysun Hanımın Bir şeyler planladığını hissettim… Tüm yürüyüşçülerle aynı “”bayramlaşmalarda”” yapıldığı gibi herkes birbirini kutladı... Güzel bir uygulama, tempolu bir yürüyüş ortanın üzerinde bir zorluk derecesi sonucunda 20 km ye varan bir yürüyüşün sorunsuz bitmesi de ayrıca kutlanmış oluyordu…
Buradan doğruca Teşvikiye’ye hareket ettik… (Çınarcık’a bağlı bir şirin köy… )Kahvehane ve hemen yanında işletilen pideci bizleri bekliyordu…
Çaylar birbiri ardına içilirken… Baharda doğanın tüm güzellikleri içinde geçen yürüyüşün tadına varmak işte böyle oluyor diyordum… Masmavi ve çiçeklerle bezenmiş bir köy… Çınar ağaçları altında çaylarını yudumlayan… Zirve’nin doğa yürüyüşçüleri…
Hava kararmaya yüz tuttuğunda feribot kuyruğuna girdik… Öylesine kalabalık ki Muhittin Beyden “araçta beklemeyelim karşıya geçip bir kahvehanede çay içerek bekleyelim “ diye güzel teklif bir geldi… Hemen kabul gördü… Sivrihisar’da hoş geçen dakikalardan sonra İstanbul’a dönüş yolunda Güzel ve düzenli bir yürüyüşün hoş yorgunluğu ile baharın geçmişle yaptığı köprüyü düşünüyordum…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
10MAYIS2009