SONBAHARDA GEMLİK-YALOVA-KURTKÖY MUŞMULA PARKURU YÜRÜYÜŞÜ
SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK
Her yıl Sonbaharı, doğanın bağrında dostlarla birlikte olmak için öylesine özlemle bekleriz ki… İşte düşlediğim Sonbaharı yakalayabilmek için Ayakizleri doğa yürüyüş tutkunları ile Gemlik yollarındayız… Eski hisar’dan Yalova Topçular’a vapurla geçişimiz bir başka güzeldi… Vapurda, martıların çığırışlarına onlara attığımız simitlerle eşlik ederken…
Yanımıza yanaşan pek de cana yakın iki yabancı bayanla; giymiş olduğum montun renk benzerliği nedeniyle, yolculuk boyunca “kanka” olduk diyebilirim… Japon sandık ama Singapurlu imişler…
Türk olarak tanışma biçimine “nerelisin hemşerimle” başladığımız için… Mont renklerinin benzerliğinin tanışmaya fırsat vermesini ilk kez deneyimledim diyebilirim…
Yolculuk Gemlik’te küçük bir dinlenme molası ile kesilirken …Aracımız Samanlı dağlarının bayırlarını zorlana zorlana çıkarken bizlere günaydın diyen “koca yemişlerle karşılaştık….Hurra….İki araçta çalılıklar arasında kaybolmuştu…Bu yıl kocayemişler çok bol….Aman fazla yemeyin…Çünkü ishal olursunuz…Dense de pek aldırış eden de olmadı…
Koca yemiş molası sonrasında bu kez yürüyüşe başlangıç için inildi… Yağmur beklentisine karşın tozluklar kuşanıldı… Belirli bir süre bayır yukarı çıkış zorlasa da ilk yirmi dakikalar hep böyle oluyordu…
İçindeki… Çocuk rahat durmuyor…
Sonbaharı arıyordu…
Sevdiğim yanımda, yavaş yavaş yürüyüş kolunun gerisinde kalarak…
Doğaylabaşbaşa’lığı yudumlamayı sonbaharın tüm renklerini sırtındaki giyside taşıyan…
Yer yer de artık giydiği giysiden sıkılıp çıplaklığı tercih edercesine üzerindeki yapraklardan kurtulmayı tercih eden doğanın sessizliğini içselleştirmenin zamanını kolluyorduk…
Vadi tabanına indikçe her iki yanımızdaki ormanlık, vadi dışındaki ağaçlıklara nazaran
yapraklarından henüz sıkılmamışlardı…
Ege’nin Meltemi andıran esinti…
Doğanın gerçek sesini kulaklarımıza fısıldamaya başlamıştı…
Ses ve sessizlikten bahsedince aklıma Kızımdan aldığım Vural Yıldırım ve Tarkan Koç tarafından kaleme alınan özellikle “felsefe okurlarına tavsiye edeceğim” MÜZİK FELSEFESİNE GİRİŞ” isimli kitaptan, bir alıntıyla düşüncelerimi sıralamak istiyorum…
Sessizlik; varlığın kesinliğinin ve bilincinin ilk anıdır. Çünkü duyularımızın bilincine sessizlikte varırız… Sessizlik, varlığın kendini duyurma biçimidir…
Sessizlik, varlığın; müziği, varlığın özgür alanıdır. Sessizlikle kendimize yönelir, evren ile bütünleşiriz…
Sessizlik aslında insanın kendi varoluşunun sınırıdır, diğer var olanlarla arasındaki sınır ve o dış dünya arasındaki sınır. Kısacası bir köprü… İletişim köprüsü… İletişim bağı veya dilidir…
Doğadan kopan ses insan usu ile insanı da doğadan soyutlar, eğemen ve bağımlı kılar. Doğa var olandaki sisi ses ile aralar… Bu şekillenmenin en belirgin formu sanattır. Sessizlik sese, ses ise söze dönüşür”
Bu düşüncelere ilave olarak benim de “doğanın sessizliğinden yakalamak istediğim şey veya beni götürdüğü yer”;
"duyu organlarımın etkisi olmadan doğanın bağrında” algıladıklarımın” beni nerelere götüreceği veya götürdüğü ve bana ne hissettirdikleri veya hissettirecekleridir"...
Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı (varlıkları) göremediğimiz gibi evrendeki pek çok büyüklükleri de göremeyiz… Görememekteyiz… Duyumsadığımız kadar biliriz… Bilinen veya sunulan kadar bilmekteyiz…
O halde beş duyu ile duyumsamanın ötesinde; algılayabileceğimiz, algıladıklarımızı zihnimizde şekillendirebileceğimiz… Yer; doğanın bağrı ve sessizliğidir…
Esas olan hissettiklerimizin “o an” için dahi olsa bize yaşattığı “anlık deneyim” ve “anlık heyecanı ve Keşfi”dir.(*)
Karşımızda bir ağaç ancak öylesine albenili ki tüm grup o ağacın fotoğrafını çekiyor…
O ağaç daha önemseniyor… İşte o an ben ve Gülay da bu deneyimi yaşamak istiyoruz…
Yürüyüş temposu, buna benzer görünümleri yakalayabilir miyiz? Düşüncesi ile daha da artıyor…
Ve peşi peşine bu anları yakalamanın mutluluğunu ve ayrıcalığını yaşıyorduk…
Bir kırmızı mantar bizleri yalnız bırakmadı…
Arkalardan bir ses yankılanarak bize kadar geliyor…
Hüseyin Bey…
Yol sapağında durmanızı istiyor…
Şimdi ne zaman çamura gireceğiz düşüncesi hâkim idi…
Bu hâkim düşüncenin Sonbaharın naif düşüncesini ve keşfini kovmasına izin vermiyordum…
Bu sihirli, dinç ve dingin dünyayı; burnuma gelen köyün sobalarından çıkan meşe odunu kokusunu hissedinceye kadar devam etti… Köy içine girmeye başlamış… Elektrik direklerindeki aydınlatmalar artık bizleri aydınlatır olmuştu… Köy kahvesinde artık karın doyurma ve botlarımızdaki çamurlardan kurtulma düşüncesi… Hâkim olmaya başlamıştı…
Izgaralar yapıldı, giysilerimiz değiştirildi ve artık dönüş yolunda idik…
Bir daha ki yıl SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YUDUMLAYINCAYA kadar… Diğer ne gibi deneyimleri yaşayacağımızı şimdiden düşlemekteyim…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15 KASIM 2009
İSTANBUL
Varlığın; tarih boyunca filozoflar tarafından incelemelerinde ( ilk olarak inceleyen Hintliler olarak bilinmekte) temel bağıntılar hemen hemen birbirine benzer olduğudur.
Özellikle Felsefe düşkünlerinin de anımsayacağı gibi… Varlık Evreni: Materyalizm’de; insan zihninden bağımsız olarak bir madde dünyası, Orta çağ İslam ve Hıristiyan felsefelerinde (Türk düşünürlerinin de felsefelerinin veya önermelerinin İslam düşüncesine dayandığı bilindiği için ayrıca Türk olarak belirtmedim.)Tanrının yarattığı her şey, İdealizm felsefesinde ise… Her türlü varoluş insanın düşüncesindedir. Platondan itibaren biraz daha şekillenerek Schelling çizgisinden giden Hegel, “düşünce ile varlığın aynı şey” olduğunu ortaya koymuştur…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder