28 Mayıs 2013

BAHARIN COŞKUSUNU DOĞADA YAKALAMAK


BAHARIN COŞKUSUNU DOĞADA YAKALAMAK

Baharın gülücüklerini yakından hissetmeyeli sanırım bir buçuk yıl oldu… Şükürler olsun ki tekrar o özlediğim keyfi Mayıs ayının başlangıcı ile birlikte tadabilmenin farkındalığını yaşadım…
 
Doğal olarak can yoldaşım Gülay’ım ve arkadaşlarımla birlikte… İlk doğa yürüyüşümüz… Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Bey rehberliğinde oldu…

Yer Sakarya, Bursa, Bilecik,Kocaeli vilayetlerinin sınırında Alıçlı Yaylası ve yürüyüş bitiş noktası ise 1884 yılında çivi kullanılmadan inşa edilen ahşap Camii ile ünlü Elmalı köyü…

İstanbul’dan erken saatlerde çıkış sonrası alışveriş yapmak için ALİ FUAT PAŞA’ DA mola verdik…
 
Doğruca Sakarya nehrini seyretmek üzere kıyıdaki kahvehaneye yürüdük.
 
Sakarya’nın suyu bereketli, karşı yamaçlar yemyeşil, mola sonrası Pamukova’dan kuzeybatıya doğru rampadan yaklaşık 900 m rakıma kadar araçla çıktık…

Rakım arttıkça sarı sıcaklarda artmaya başladı… Ama Çilekli ve Hüseyinli köylerini geçip Kemaliye köyüne yaklaştıkça doğanın coşkusuna daha da ortak olabiliyordum…

Daha araç içinde iken tanık olduğum doğanın coşkusunu paylaşabilmek için deklanşöre basmaya başlamıştım… Yeşilin tüm renkleri, araya serpilmiş mor ve sarı renkler…

Çayırlar boyu yayılan küçük ve büyükbaş hayvanlar… Köyün çatılarını görüyorum… Tek tük bacalarından tüten duman köydeki canlılığı gösteriyor…
Patlak dere boyunca ilerlememiz devam ediyor… Araçlardan inip sırt çantamızı ve botlarımızı kuşanıyoruz… Bugün kü yürüyüşümüzde yeni yüzler oldukça fazla, Bir taraftan yarenlik ederek bir taraftan Patlak dere boyunca yürüyüşümüz esnasında gördüğümüz tüm güzellikleri kaydediyoruz…

Aman Allah’ım Sarı sıcak öylesine etkili ki dereceme bakıyorum…31 – 32 derece bereket başımızdaki lejyon tipi şapkalarımız oldukça koruyucu… Bu tip şapkaları ilk defa LİKYA YOLU yürüyüşünde kullanmıştık…

Yemek molasını peynir-yaz helvası- ile Patlak derenin yanı başında geçirdik… Tabii fotoğraf makinası boş durmadı…
 
Gördüğüm tüm güzellikleri usuma nakş etmek istiyordum…

Tok karnına yürüyüş başladığında; sıcak ve rampa birbirlerine arkadaş olunca biz de zorlanmadık dersek yalan olmaz… Kısa molalarla bu zorluğu da atmış olduk…

Barış’la birlikte; üç yıl önce gece yaptığımız yürüyüşün sabahını “armut ağacı” üzerindeki maceramızı anlatarak bir an önce o bizim için anlamlı “armut ağacına” varmayı bekliyorduk…

Hatta o yürüyüş sonrası aynı parkurda Gülay’la yürümeyi çok istemiş ve bu isteğim de “Gülay’la birlikte “ gece yürüyüşü ile aynı armut ağacına çıkmayı da gerçekleştirmiştik…

Şimdi tek arzumuz bu bizim için çok önemli olan ve üzerinde “çoban sundurması da bulunan” armut ağacını bu kez Esma’ya göstermek ve çıkış fotoğraflarımızı çektirmek idi…
 
Yoğun kayın ormanını geçtikten sonra bizi ilk karşılayan “ALIÇLI YAYLASI” oldu… Çocuklar gibi şendik…

Tüm yüzlerin tebessüm etmesini sağlayan bu muhteşem doğa güzelliği karşısında içimden sadece “Tanrıya şükretmek “ geldi…

İster istemez doğanın bağrında “Anamdan ve doğadan”  yıllar içerisinde hissederek öğrendiklerimi tekrarlamak istedim… SABIR… KATLANMANIN SONUCUNDA ELDE EDİLEN EN İYİ ÜRÜNÜN ADIDIR.

KİŞİSEL dürtümüz, doğal olarak; “UMUT ETTİKLERİMİZİ, ZAHMETSİZ ELDE ETMEKTİR. YA KORKUMUZ NEDİR? UMUT ETTİKLERİMİZİ ZAHMETSİZ YAŞAYAMAMAK VE ELDE EDEMEMEKTİR… BANA GÖRE “KORKU” NUN ta kendisi budur…

OYSA ÇOCUKLUK YAŞIMDAN BERİ Kİ “ANNEMİN BANA ÖĞRETTİĞİ ÖĞRETİ BUYDU”  ZAHMETLE KAZANMAK… KAZANDIĞINI AĞIZ TADIYLA YİYEBİLMEK, YEMEK İÇİN DE ACELE ETMEMEK, YİYENLERİ DE GÖZLEMLEMEMEK, MUKAYESE İÇİNE GİRMEMEK…”

Doğanın en küçük zerresini dahi kaçırmak, atlamak istemiyorum…

Tam dört ilin Bursa, Sakarya, Bilecik ve Kocaeli illerinin kesişme noktasındayız…

Öylesine yayılmışız ki yeşilliğin bağrında Nirvana’dayız… Hemen Gülay’ımın ayağına bandaj yaptım, bot oldukça vurmuş yer yer de kanama vardı? Biraz önce de bahsettiğim gibi bu kadar güzelliği yaşamanın bir bedeli var. Bu güzelliği görebilmek için bu ve buna benzer sıkıntılara “katlanmak” zorunluluğu var…

  Yaşam Felsefemiz böyle…

Dilimizde ki “ARMUT AĞACI” zihnimizde öylesine iz bırakmış ki… Bu güzelliği hemen görmek istiyoruz… Hemen oraya varalım… O anları tekrar yaşayalım istiyoruz…

Alıçlı yaylasında ki mola sonrası yürüyüşe başladık… Ha vardık… Diye diye sonunda “Armut ağacını gördüm” ama kendimi tutamadım… Bunca saat yürüyüş sonrası kendimi koşarken buldum…
 
Armut ağacına yaklaştığımda bundan üç yıl önceki haliyle aynı mı? Bir yerlerine bir şey olmuş mu? Diye incelemekten kendimi alamadım…

Armut ağacını;  tüm vadiye hâkim konumu ile mağrur ve kendinden emin bir halde buldum… Sanki bak ben ne zorluklara katlandım, göğüs gerdim ama yılmadım hala ayaktayım der gibiydi.

 Ancak, sanırım o günden bugüne hiçbir çoban, Armut ağacı üzerindeki sundurmaya çıkıp kestirmemiş? Çıkıp vadiye bakarak dalıp gitmemiş? Hayallere dalmamış? Sundurmanın tahtaları doğa şartlarından bazı çivisinden çıkmış ve onarım istiyordu? Çıkış basamaklarından bir ikisi kopmuş idi…

Bu duruma rağmen bir çırpıda ağacın üzerine çıktım ve sundurmanın üzerine oturdum… Sonra Barış, eski günlerin anısına poz üzerine poz. Biraz sonra maşallah Gülay’da yanıma çıkmıştı…Çok keyifli idik…

Bakalım bir daha ki sefere, benzer hisleri ne zaman yaşamak kısmet olacaktı?
Buradan ver elini Elmalı Köyü?

Manzara muhteşem… Arazi hâkim kesimden mahkûma vadi tabanına doğru alçalıyor... Yaklaşık altı, altı buçuk saattir, yürüyoruz… Köyün camii görünüyor… Ama o güzelim tarihi camii göremiyorum… Çitler çitler…
 
Ayrı bir düşünce âlemine götürüyor beni… Bu çitler… Bir düzine çit fotoğrafı çeksem… Usanmam hatta ilerde sadece “ÇİTLER” diye bir fotoğraf sergisi açarsam şaşırmam…

Gülay’ın ayağı artık dayanılmaz boyuta gelmesine rağmen Elmalı Köyüne doğru kendisinden poz vermesini istediğimde gülümsemeyi ihmal etmedi…

Gülay’ın bot acısına şahit olan Esma’nın dikkatini çekmiş olacak ki…”Gülay abla bu kadar acıya rağmen Mehmet abinin poz ver demesine “gülümsüyorsun?” dediğini duydum…Bana göre muhteşem olan da bu anlayıştı… Acı içindeyken… Gülümsemek… Yürüyüşlere geliş nedeni de sadece ben idim…

Gülay, yavaş yavaş köye doğru gelirken ben izin isteyip yaklaşık 130 yaşındaki 1884 yılında hiç çivi kullanılmadan inşa edilen camiinin son durumunu görmek için acele ettim. Âdeta koşar adımla camiye doğru ilerledim…

Camiye vardığımda kullanır durumda olduğunu görmekten çok mutlu oldum… Çünkü dört beş yıl önce Diyanet vakfının başlattığı her köye/beldeye bir camii projesi kapsamında bu caminin karşısına da bir büyük beton camii yapılmıştı…

Ancak duyduğum kadarıyla halk bu tarihi camide namaz kılıyormuş. Kendi kendime nasıl gelmesin? Diye düşündüm.
 
Ahşap Caminin içine girdiğinizde içinizde istek yoksa dahi sizi Rükûa götürecek hissin sarmalına giriveriyorsunuz…
 
Hemen abdest alıp iki rekât Allah Rızası için namazı kıldığım da benden mutlu benden bahtiyar kimse yoktu…

Bu hissi hiç tarifle anlatamam… Ulu Tanrıdan Gülay’ımla birlikte doğadan ve bu hissiyattan ayırmamasını diledim…

Hüseyin Bey; camii avlusunda akşam yemeği düzenini almıştı… Neler yoktu ki…


En başta İznik Köfteci Yusuf’un köfteleri, köylülerin hazırladığı tereyağlı bulgur pilavı ve tarhana çorbası… Ve diğer nevaleler…

Öncelikle Gülay’ın ayağına yanımda ki ilk yardım çantasında bulunan merhemle pansuman ve sargısını yeniledim… Sonra yemek ve İzmit – Yuvacık Barajı üzerinden İstanbul’a dönüş başladı…

Yolda yorgunluktan uyuruz diye düşünmüştüm ama doğanın içinde yaşadığım o güzelliğin etkisinden olacak ki dingin bir şekilde gözüme uyku girmedi…

Bakalım bir daha ki sefere Armut ağacı ve Elmalı Köyü Tarihi camisini ne durumda göreceğim…

BAHARDA İLK DOĞA YÜRÜYÜŞÜ ARDINDAN

Gülay & Mehmet YÜCEBİLGİÇ

İSTANBUL-MAYIS 2013