kocaeli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kocaeli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2010

MUFİL KANYONUNUN DERİNLİKLERİNDE..

MUFİL KANYONUNUN DERİNLİKLERİNDE… DOĞAYLABAŞBAŞA OLMAK…İstanbul’da, bunaltıcı sıcaklar birbirini kovalarken serinlikler diyarında kaybolmak…

Bu kez rota Kocaeli Güneyindeki Mufil Kanyonu… Samanlı Dağlarının aralarında saklı kalmış… Bir derin vadi… Dere tabanının etrafından dolaşmak mümkün olmayınca da Kanyonu oluşturuyor…
Son bölümlerde… Serin dere ile birleşiyor… İşte bu parkur doğanın pasta dilimi gibi ikiye yarıldığı bir aralıktan geçişle Serindere’de sonlanıyor… Mufil kanyonu genel olarak doğa yürüyüşçüleri tarafından sıklıkla kullanılmıyor… Riski çok fazla… Bir de hamallığı…
Yapılan etkinliğin zorluk derecesini Kürşat Öner beyin hazırladığı tabloda da görebiliyoruz…
 Yuvacık barajını, Tepecik köyü-İnönü yaylasını geçerek orman girişinde araçlardan indik... Bu kez erken saatlerde 1030 da yürüyüş başlangıç noktasındayız…Öncelikle kumanyalar dağıtıldı...

Kanyon girişine ulaşmak için bir saat orman içinden yürüdük… Parkuru iki yıl önce yürüyen İki Ali (Ali Alpar ve Ali Çelik) ve ben öndeyiz dereye iniş patikası vardı kaybolmuş.

Sonra dere içinden yukarı doğru baktığımda; yağmurların  etkisiyle doğa ana öylesine coşmuş ki patikayı bitkilerle kapatmış…

Orman içinde dere boyu yürürken dozerlerle patikaların yol haline getirildiğini gördük… Dere, kaynağında: Öyle acımasızca boğulmuş ki… Derenin tam ortasından köprü ve menfez yapılmadan… Toprak ve kayalar doldurulmak suretiyle… Yol yapılmış…


O güzelim doğa öylesine dozerlerle altına üstüne getirilmiş ki üzülmemek elde değil…
 Şelalede bir fotoğraf çektirerek dere yatağına girmeye başladık… Elimde fotoğraf makinesi suya düşürmeden gördüklerimi kaydetmek istiyorum…


Ta ki… Suya düşünceye kadar da çekebildim… Bundan sonraki fotoğrafları… Grubumuzun gönüllü fotoğraf destekçisi Derviş İmirzalioğlu’ndan yararlandım…

İlerledikçe… Kabalakların devleştiğini görüyorum… Ağaçlar yemyeşil, bu yıl yağmurların fazla yağışı etkisini göstermiş…
Dere içine girdikten sonra vadi yamaçlarında ilerlemeniz mümkün değil o denli sık ve yoğun… Gerek orman gülleri gerekse… Diğer ağaçlar, sarmaşıklar ve çalılıklar… Derenin içinden ilerlemek zorundasınız…


Şayet dağcılık eğitimi almışsanız… Tüm… Teknikleri uygulama şansı var… Öyle bir kanyon…

Serindere kanyonu ile bu kanyonu karıştırmamak gerekir… Mufil Deresi… - Örnek Köyüne yaklaşırken… Serindere ile birleşiyor…
Dere tabanı suyun çamurlu akması nedeniyle görünmüyor… Suyun milli(killi-kumlu çamur) olmasının yanında yağmurların da etkisi ile yosunlaşmış, bastığım tüm kayalar, taşlar kayıyordu… Kaç kez düştüm… Bilemiyorum? Aklıma gelmişken “düşme” olağan bir durum…

Doğa sporları ile uğraşanların sık sık karşılaştıkları bir durum… Doğal olarak düşmenin de çeşitleri çok… Uğraşılan Doğa sporuna göre de… Düşme çeşitliliği var… Kanyon/dere içinde ki; teknik de bana öğretilen “ kayanın üzerinden geçişlerde kayanın şeklini al” …” Yan geçiş yapıyorsan… Kayaya/Dağa yaman” idi…


Dolayısıyla düşüşler/tökezlemelerde sık sık kontrollü düşüş oldu… En çok tercih ettiğimde sırt çantası dâhil derenin derin olan bölümlerinde buz gibi sular içinde akıp gitmek oldu... Bu arada deneyim olarak kask kullananlar için bir tavsiyem var… Kaskınız delikli olsun…(Dağ tırmanışlarında kullanılan yeni üretilen sürüm)Kapalı olmasın… Suya tam düşüşlerde… Kaskınız suya girdiğinde su rahatça boşalabilsin…


Kanyonda ilerledikçe; İnsan eli ve ayağının değmediğini gördüğünüz andan itibaren… Havanın serinlediğini hissediyorsunuz… Gökyüzü zaten yağmur ormanları gibi ulu ağaçların dalları ve yaprakları ile örtülü durumda…


Doğa ve siz… Yanınızda ki ile isterseniz… Sohbete durun… Mümkün mü? Doğal olarak Gülay’ımın yanında olmasını çok isterdim…
-Mehmet Bey yağ çekiyorsunuz dediğinizi duyar gibiyim…
- İnanın yağ çekmiyorum… Sadece içimden geleni yazıyorum…

-Hemen aklıma Barış Yaylalının;

-Abi… Yazının bir yerine mutlaka Gülay ablayı yerleştiriyorsun, sözü geldi…

- Ne yazıyordum? Aklımı çeldiniz…


Öncelikle herkes kendi emniyetli geçişini sağlamakla sorumlu… Doğaldır ki… Zor durumda olanlara öncülük yapan arkadaşlar da vardı… Onlara teşekkür etmemekle haksızlık yapmış olurum… Kimler? Selim Ok… Ali Alpar… Necati Ok… Ali Çelik… Ve yeni tanıdığım adının özelliklerini yansıtan Kutsal Zafer Şahin hoca… Profesyonelliği ile göz doldurdu diyebilirim…


Engel üzerine engel… Ve yol bitmeler… Kaç kez eğildim ve doğruldum… Kaç kez yan geçiş veya açıklığı bir yılkı ağacıyla geçtim… Kaç kez omuzlarımı kullanarak geçiş yaptım… Bunların etkisini kilometreler arttıkça hissetmeye başladım… Yorgunluk kendini göstermeye başlamış tüm bedenimi ele geçirmek üzere… Ama sağduyu; bu olağanüstü bitki örtüsünün dinamik ve pozitif etkinliğini teneffüs etmemi sağlıyor… Zaman zaman yalpalasam da ruhum bedenime hâkim… Önümdeki gölete dalıyorum… Buz gibi… Bu buz gibilik bir müddet daha keklik gibi sekmemi sağlıyor… Sonra yine buz gibi suya dalış…


Bu bitki örtüsünün( flora) yanında hayvan varlığı (fauna)ise oldukça cılız… Bir ara su yılanı bir kere bir kere de tatlı su yengeci gördüm… O kadar… Başka hayvana rastlayamadım…

Özellikle kanyon yürüyüşleri veya geçişlerini; Alpin dağ tırmanışı kadar keyifli oluşunu “kişinin ezberini bozduğu için seviyorum..”


O kişinin şaşkınlık hali var ya… İşte o anı seviyorum…

Çoğu kişilerin alaycı bakışlarla gülümsediği “şaşkın hali”; bence bu hal “kişinin içinde bulunduğu Andan çıkış Anıdır… Heyecan anıdır… Yeniden karar verme, adımların atılmasında, yeniden derlenip toparlanma anıdır… Beklenilmeyen bir durumla karşılaşma anıdır…


Bakış açınızdaki alışkanlıkların alt üst olduğu andır.
Hayatınızın içinde orada burada serpilmiş halde vardı da siz mi farkında olmadığınız?
Veya yakalayamadığınız, dinamik ve cesur duruşların sergilenmeye başladığı andır…

Kısacası “ezberin bozulduğu andır”… Kişinin adrenalinin artığı andır…


Önemli olan bu anı olumlu yönde kullanabilmektir… Keyif… Olumlu kullanım sonucu başlar… Kendini tanıdığın ve kendinle baş başa kaldığın andır…


Bu an… Kişinin; tüm edinimlerinden uzakta, hayatın artık çıplak olduğunu, kendi çıplaklığını hissettiği andır…

O!!! Artık yüzüme sıcak hava çarpıyor… Serinlik azaldı… Havanın kokusu da değişti…
O!!! Her tarafta bira kutuları, piknik artıkları…
O!!! Kendini insan diye adlandıranların atıkları…


Sabahın 1030’dan beri… Doğanın içindeyim, suların içinde yürüyor, emekliyor, tırmanıyorum… Bunun sekiz saatini kanyon içinde çoğu zamanda gökyüzünü görmeden yeşil bir dünyadan… İnsanların kirlettiği bir dünyaya adım atıyordum…
Kendimi arınmış bir dünyadan; şahsi kazanç ve zevki için; her şeyin yapılabileceği ve öngörüldüğü bir dünyaya yolculuk yapan ancak bu dünyada da doğadan aldığı tüm doğallıkları kılcal damarlarına kadar depolayan bir fani olarak hissettim…


Bu keyfi almama yardımcı olan… Başta Ayakizleri’nin Naif insanı, başkanı Sevgili Hüseyin bey olmak üzere tüm ekip arkadaşlarıma sevgiler ve doğası bol olan süreç diliyorum…


MEHMET YÜCEBİLGİÇ

İSTANBUL-2010-TEMMUZ

1 Ekim 2008

KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAY'A ZORLU İNİŞ

“HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ…
Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.”
JOHN LOKE–1689


KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAYA’A ZORLU İNİŞ…
2008 yılının Eylül 14’ü can dostum sevgili eşimle yine doğanın içine doğru yol almaktayız, belki de yılın son sarı sıcağı ile karşılaşıverdik oysa hava tahminleri yağmurlu idi…
Adapazarı/Ali Fuat Paşa’ya gelinceye kadar İzmit öncesi mola verildi, bu küçük dinlenme yerinde dikkatimi çeken yenilik “Kuaförün” hizmete girmesiydi…

Burada kim?
Neden? Tıraş olur? Düşünmedim değil?
Birer kare çekmeden duramadım… En azından merakımın nedenini görmeniz için…
İkinci mola; meyve ambarı olarak adlandırdığım Ali Fuat Paşa’da verildi… İlk işimiz manavımızdan meyvelerimiz almak oldu…
Buradan tarihi köprüyü geçerek Kapıorman Dağlarının eteklerinden zirveye doğru Kızılcapınar tepeye tırmanmaya başladık… Atilla Kaptanın ustalığı bu geçtiğimiz daracık yollarda belli oluyordu… Öyle bir yere geldik ki artık yol bitmişti…
Araçtan inerek kısa bir hazırlık sonrası yürüyüşe başladık, ancak iner inmez bizi karşılayan sarı sıcağın etkisi öylesine birden bire bizi bunalttı ki kendimizi hemen bir gölgeye atma ihtiyacı duyduk.
Grup yani 45 “Ayakizi” yürüyüşe başladık ama devamlı rampa çıkıyoruz… Isınmadan rampa çıkışı, yüreğimizi baskılamasın diye diyafram nefesi almayı ihmal etmiyoruz…
Allah’ım çeşme başına yaklaştıkça o meşhur “mayıs” kokusu öylesine arttı ki anlatamam, köylerin ve ağıl başının eksik olmayan kokusu… Mayıs kokusu… Bendeniz gibi birilerine göre köyün ve doğanın ta kendi kokusu kimine göre de bok kokusu…
Gülay’la birlikte sulak başında ki larva halindeki kurbağaları seyrederken birden ortaokul sıraları aklıma geldi… Kurbağaları ilk kez o sıralarda iken incelemiştik…
Sonra yürüyüşümüz yine eksilmeden artan sarı sıcak altında hiç istemediğimiz halde toprak yoldan devam etti. Zorunlu olmadıkça bir doğa yürüyüşçüsü asla yoldan yürümek istemez…
Sağ yanımızda ki kurumuş dikenlerle kaplı alanın, öylesine değişik hisler uyandıran bir görünümü vardı ki beni hemencecik Toros’lara götürüverdi… Selim Beyin o dikenli bitkiler içindeki görüntüsünü makineme kaydediverdim…
Şu anda sarı sıcağın etkisinden kurtulmak üzere kocaman bir ağacın gölgesindeyiz, tam keyif aldık derken Hüseyin Beyin devam komutu… Keyfimizi yarıda bıraktı…
Bu kez başka bir keyif kendini gösteriverdi “böğürtlenler” bahçesi hurrraaaa!!! Böğürtlenlerin içinde, altında, kenarında, her bir yanında bir Ayakizi beliriverdi…
Artık “böğürtlen uzmanı olmuştuk… Aroması damak tadımıza uymuyorsa bırakıp diğerlerine seğerti veriyorduk…
Kızılca pınar’a varmak o kadar kolay olmadı yamaçlar bir bir geçildi… Ama şekilden şekle girerek…
Sonra “Kızılca pınar” çatağına öylesine yayıldık ki… Sormayın gitsin… Amaç kumanya yemek değil… Kahkaha atmak… Hem de… Espirinin dolusuna boşuna bakmadan…
Gözümüzün ucuyla göğe doğru bakışımızda ağaçlar üzerine teğet olarak, adeta bizlerin ne yaptığını merak edercesine aşağılara salına salına geçen, yağmuru muştulayan bulutlarla göz göze geldik… Kemal Beyin uzun atlama rekor denemeleri...

Bol kahkahalı bir mola sonrası tekrar yürüyoruz…
Aman Allah’ım bu kez de böğürtlen tarlası diyebilirim… Diyeyim mi? Evet tarla… Bahçe değil!

Ayak izleri bu kez tarlanın tam göbeğinde aroması çok farklı ben devamlı yiyorum… Gülay şişe içerisine koyuyor Tuğçe’ye götürecek…
Bu yürüyüş diyebilirim ki tamamıyla böğürtlen toplama yürüyüşü oldu… Buraya kadar her şey iyi…
Sarı sıcağın etkisi kırılmıştı ancak bu kadar da lay lom yürüyüş de olmaz ki???
Hüseyin Beyin yıllardır yürümediği bu parkurun bundan sonraki bölümünde başımıza neler geleceğini bir ara düşünmedim değil???
Yürüyüşün bundan sonra sanırım bizi büyük bir sürpriz bekliyordu… İşte keyif anı bu andı?
Bilinmeyeni keşfetme duygusu… Ne ile karşılaşacağını bilmeme duygusu… Sanırım “adrenalin” denilen şey bu?
Etrafımızda öylesine bir doğa var ki yemyeşil ama acilen yağmura ihtiyaçları var…
Karşımıza ilk çıkan şey; fındık bahçeleri idi şimdiye kadar fındık bahçesinden böylesine fındık toplamamıştım... Benim bildiğim fındık dalından kopartılır... Ama Selim Beyin öğrettiğine göre hasatı yapılan bahçede fındık yerden toplanırmış...Tüm AYAKİZLERİ yerlere eğilmiş durumda...
Sonra fındık bahçeleri içinde bir köy... Fındıklar toplanmış kilosu beş ytl den fındık alıp Kemal Beyle fındığı baltayla kırmanın keyfini deneyimledik... Hiç böyle bir şey denememiştim doğrusu...
Yürüyüşümüz bu kez orman içinde tam tamına bir yağmur ormanları görünümünde devamlı iniyoruz 1350 metrede idik şimdi 900 metre bu iniş öylesine kabak tadı vermeye başladı ki bilek ve üst baldırlar fren yapmaktan, yan basmaktan acımaya başladı, hem de ne acı…

Bu acıya mola öylesine iyi geldi ki artık gökyüzü görünmüyordu…
Yem yeşil; yerini gizemli bir yeşil- gri- siyah tonlarının ortaklığına bırakıyordu… Bundan sonraki parkur iyice gizemli bir havaya bürünmüştü…
Bu kez ulu asırlık ağaçlar arasında öylesine iniyoruz ki ve yokuş öylesine dikleşti ki inmek de hatta adım atmak da zorlaşmaya başladı…
Önden sincap çevikliğiyle ilerleyen Emrah muştulu haberi aşağıdan duyuruyordu… Çayı buldum!
Aşağılara inmeye çalışan bizler; “Kanlı Çay’ın” kollarından bir dereyi bulup ayaklarını da daldıran Emrah’ın yanında, ben de ilk iş olarak ayaklarımı suya daldırmak oldu...
Hüseyin Beye ilk sorumuz daha iniş var mı? İdi…
Aldığımız haber iyi idi iniş yok tu?
Ama? Bu kez ilerlememiz esnasında dikenli çalıların içinde kalıp da kollarımız bacaklarımız jiletle çizilir gibi çizilmeye başladığında inişe razı olur durumdaydık…
Hem “haz” var hem “acı”. Bu nasıl bir duygudur? Anlatılması güç bir duygu: Bu benim hissettiğim!
Ya siz okuyanlar ne hissedersiniz bilemiyorum?
İsterseniz bu ikilem arasındaki farkı; 1689 tarihinde ünlü filozof “John Loke” “İNSAN ANLIĞI ÜZERİNE BİR DENEME” kitabında nasıl anlatmış… Bir bakalım…
“Haz ve Acı; belli nesnelerin ya zihinlerimizdeki ya da bedenlerimizdeki değişik derecelerdeki etkileriyle üretilmiş olduğundan, biz de bir haz üretme özelliği olan şeye iyi; bizde bir acı üretme özelliği olan şeye de kötü diyoruz.
Çünkü bunlarda mutluluğumuzun ve mutsuzluğumuzun kendilerine bağlı olduğu haz ve acı üretme özelliği vardır.

HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ… Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.
Bu yönden görülen mutluluğun her insan her zaman ardından gider ve onun bir bölümünü oluşturan şeyi herkes arzular, insan iyi olduğu kabul edilen öteki şeylere, onları arzulamadan bakar, yanlarından geçer ve onları gerekli bulmaz…”
Biz de acı ile söylenerek dikenlerin içinden büyük bir mücadeleyle çıktıktan sonra Kanlı Çayı ve yanında ki yolu görür görmez tüm acılar uçup gitti… Biraz önce göremediğimiz ama şu anda duyumsadığımız…
İyi olan öteki şeyleri arar durumda idik…
İlerlerden burnumuza yakılan ateşin duman kokusu geliyor… Yaklaştıkça bunların bizim öncü ekibin yaktığı ateş olduğunu gördük…
İçimiz de oruç olanlar da vardı… Onlara gıpta ile bakmamak elde değil… Bu zorlu inişe nasıl katlandılar? Çeşme başında mangal keyfi sormayın gitsin… Duyumsadığımız iyi olan şeyleri adım adım yakalayabiliyorduk… Bu sofrayı bizlere hazırlayan tüm ekibe ne kadar teşekkür etsem azdır…
Zaten bu Ayakizleri’nin değişmez özelliği: İş hayatınızda yakalayamadığınız; yardımlaşmayı, paylaşmayı, bilgi değişimini, rekabetsizliği, dedikodusuzluğu, tarafsızlığı burada iliklerinize kadar yaşayabilirsiniz…
Ancak bir duygu vardır ki; makamca veya paraca güçlülüğün verdiği büyüklük tafrasına burada yer yoktur…
Bu duygu ve düşünce içinde olan bir kişi yanlışla yürüyüşe katılabilir… Ama diğer yürüyüşte yalnız kalır…

Oruç olanların dahi hazırladığı sofra sucuk, köfte, karpuz, erik, üzüm ne sayayım sofra Halil İbrahim sofrası gibi donatılmıştı…
Evlerimize dönerken mi?
Sadece uyuduğumu ve Mecidiyeköy’de indiğimi hatırlıyorum…
Teşekkürler Ayakizleri ve Onun Tonton Başkanı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15EYLÜL2008