DÜŞÜNCENİN DOĞASIYazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…

Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…

Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?

Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_
“Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…

Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…

Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor…

Damadı oynatıyor… Damat “laci” leri giymiş… Yüzündeki ifade özgüvenden daha çok ikircikli bir halde… Ben doğru mu yapıyorum… Düşüncesi hâkim… Erişkinlerde onları izliyor…

İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…
1 yorum:
paylaşımınız için teşekkürler fotolar çok güzel daha fazla foto ve gezilen yerlere ulaşım bilgisi hoş olur
Yorum Gönder