AYAKİZLERİYLE KARAGÖL’DE ZAMBAK BEYAZI BİR KIŞI ARARKEN…
İstanbul’dan ayrılırken kuru soğuktan etkilenmemek için oldukça temkinli davranmış, sırt çantalarımıza yedek giysilerimizi almayı ihmal etmemiştik… Bir de bu temkinli davranışımı ayak sobalarını da ilave etmemle perçinlemiştim…
Sakarya ili sınırlarına girinceye kadar kestirdiğimin farkına vardım, Geyve boğazı ve derken AliFuatPaşa’da mola verme zamanı gelmişti… AlifuatPaşa adını, Kurtuluş savaşı Komutanlarından Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’dan almış. Sakarya nehrinin bir kıyıdan diğerine geçişini sağlayan köprü Fatih’in oğlu Sultan Beyazıd tarafından 1495 yılında yaptırılmış ve doğu seferlerinde bu köprü kullanılmış. İpek yolu üzerinde bulunan eski adı ile “köprü” (Alifuatpaşa) tarihte ki önemi her medeniyette kendini hissettirmiştir.
Ali fuatpaşa’dan gereksinmelerimizi aldıktan sonra Taraklı istikametinden İçdedeler köyüne döndük, daracık sokaklardan neredeyse sürtünerek geçtiğimiz evler; bu evlerden birinin penceresinden meraklı gözlerle bakan ihtiyar, başörtülü bir ninenin yüzü ve bakışları beni çok etkiledi…
Bir müddet sonra “Karagöl” bölgesinde araçtan indik… Yürüyüş başladığında… Her zaman olduğu gibi ilk yirmi dakika; yaklaşık beş saatlik araç yolculuğunun etkisinden kurtulma ve bedenin ısınması ile zor geçti diyebilirim… Sonra her adım attıkça doğanın farkına varmaya, bu kez yolculuk başlamadan usumuzda canlandırdığımız “zambak beyazı karla kaplı” doğayı aramaya başladık.
Yokuşlar inişler birbiri ardına devam etti… Ayakizleri Hüseyin beyle bu parkuru sanırım bu dördüncü yürüyüşümüz idi.
Her yürüyüşte zorlu hava koşullarının etkisinde kalmış her seferinde ayrı bir macera ile karşılaşmıştık… Bu kez nelerle karşılaşacağımızı henüz kestiremiyorduk…
Bir müddet sonra yer yer karlarla karşılaşmaya başladık… Tam Karagöl Yaylası sınırlarına yaklaşmıştık ki… Göz alabildiğine bembeyaz karlarla kaplı KARAGÖL düzlüğü sere serpe önümüzde uzanmış duruyor…
Karagöl Yaylası ile ilgili edindiğim bilgiler de şöyle: Taraklı'nın 21 km. kuzeydoğusunda KapıOrman dağları üzerinde yer almasına ragmen hemen ardındaki Köroğlu Dağlarının etkisi altında kalan bu yayla deniz seviyesinden yüksekliği 1.200 m.dir.
Etrafı tamamen çam, kayın, köknar ve meşe ağaçları ile kaplı olan Karagöl Yaylası, 567 hektar genişliğindeki alanıyla, bol oksijenli havası ve soğuk içme sularıyla doğal bir tedavi merkezidir.
İlkbaharda karların erimesiyle sularla kaplanan yayla, nisan ayının ikinci yarısında, sular tamamen çekildikten sonra doğa harikası bir görünüme bürünmektedir. Buranın önceleri göl olduğuna inanıyorum… Keza Göller bölgesinde böyle manzaralarla sıkça karşılaşmıştık…
Şimdi bu zambak beyazı yer yer buz tutmuş, yer yer dereciklerden akan sulardan zıplaya zıplaya güzelliği de her adımda makinamıza kaydederek ilerliyoruz…
Bu göl geçişi sanırım şimdiye kadar yaptıklarımızın en iyisi ve keyiflisi idi… Artık düzlük alan bitmiş çıkacağımız 1450 metredeki diğer yaylaya kadar rakım giderek artmakta idi… Arazi, alçalan yükselen arazi niteliğinde aslında bu tip arazi(ters kompartıman) biz doğa yürüyüşçüleri için o kadar faydalı ki anlatamam…
- Neden der gibisiniz?
-Kondisyon ve direnci artırıcı etkisi olduğu için…
Tekrar bir yokuş ve düzlük bu kez yeni bir gölet; ama buz tutmuş kıyısında hemen yanımızdan geçen Muhittin Tetikli’nin pozitif enerjisi ile biz de manken gibi pozlarımızı veriyoruz…
Tekrar yürüyüş kısa süreli bir mola sonrası… Geldiğimiz Karagöl bölgesini gören “boyun” bölgesinden bir poz daha alıyor ve son yükseltiye kalan gücümüzle ağır ağır çıkmaya başlıyoruz…
Serinlik yerini kuvvetli rüzgâra ve soğuğa bırakmıştı… Doğal olarak Güneş batmakta bu anı kaçırmakta istemiyoruz… Ancak soğuğun etkisiyle de bu tepeden hemen uzaklaşmak istiyoruz… İkircikli bir gidip gelme yaşıyorum ama Gülay’la fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi ihmal etmiyoruz…
Tepeden aşağı inişle birlikte hava da kararmaya başladı, Ay ışığı şimdilik yeterli ama ormana girince tepe lambasını yakma ihtiyacı hissettik…
Meyil oldukça fazla yer yer kar örtüsü altındaki bayır aşağı inişte yardımlaşmayla engeller aşıldı…
Bir müddet yürüdükten sonra burnuma o çok sevdiğim sobalardan tüten meşe odunun kokusu geldi… Artık bir köye ulaşıyorduk…
Karanlığın aralarından tek tük ışıklar görünmeye başlamıştı…
İlk karşılaştığımız evin çamaşırlar asılmış balkonu dikkatimi çekti… Gülay’ın bir pozunu burada çektim…
Gözüm henüz karanlıktan aydınlığa alışmak üzere iken: Köyün girişinde hem tokalaşıp hem de “Aç mısınız? Buyurun yemek yiyelim! Hoş Geldiniz köyümüze! Diyen köylüye şaşkın şaşkın bakarken birden irkildim, şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalıştım… Teşekkür ettim…
Ve yan gözle köylünün kısa kollu gömleği ile o soğukta her karşılaştığı kişiye aynı içten davranışı sürdürmesini izledim…
Şehrin alıp götürdüğü “insanlığın, buralarda hala ölmediğini” düşündüm… Kendimize olan güveni(özgüven) başkalarının verdiği değere; özellikle de kişisel menfaat kaynaklarına göre şekillendirmeyi görev edinmenin buralarda geçer akçe olmadığını düşündüm.
Nezaketin; dürüst ve içten gelen davranışın sergilenmesi için kesinlikle başkalarının tanıklığına gereksinim duyulmadığına şahit oldum… Bu mekânda burnu havada kendinden başka herkesin aptal olduğunu düşünen tiplerin barınamayacağını düşündüm…
Artık yürüyüş bitmiş, üzerimizdeki giysileri değiştirmiş… Yemek için ateş başındaki yerimizi almıştık… Hüseyin Beyin, köylülere hazırlattığı yemekleri yerken “köylü kadının” bizlere hizmet daha doğrusu misafirperverliğini görünce etkilenmedim dersem yalan olur…
Dönüş yolundayız… Ne zaman İstanbul’a varırız düşünmüyorum…
Aklımda kalanlar… Gözümün önünde uçuşanlar…
-İhtiyar ninenin buğulu pencere ardından bakan şaşkın bakışları…
-Köyde bizleri karşılayan köylülerin “statü endişesi” hissetmeyen davranışları karşısındaki şaşkınlığımız ve bu davranışlarla kendi “benlik imgelerimizi” de gözden geçirmemiz gerektiği…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
ŞUBAT 2011 -İSTANBUL
HALİL ERGÜN;MÜŞKÜLE;İZNİK;BURSA;KARSAK;GÜRLE;MEHMET GÜLAY YÜCEBİLGİÇ;ERİNÇ BURCU YÜCEBİLGİÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HALİL ERGÜN;MÜŞKÜLE;İZNİK;BURSA;KARSAK;GÜRLE;MEHMET GÜLAY YÜCEBİLGİÇ;ERİNÇ BURCU YÜCEBİLGİÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Şubat 2011
25 Mayıs 2010
ÖZEKDERE-AYTEPE YÜRÜYÜŞÜ
ÖZEKDERE’DEN AYTEPE’YE BİR BAHAR YÜRÜYÜŞÜ
Günlerden 19 Mayıs 2010 hava oldukça serin… Eskihisar-Topçular feribotunda 113 Ayakizi… Bugün kü yürüyüş performanslı değil… Piknik havasında geçeceği söylendi…
Tekrar ulu ağaçlar arasındaki yürüyüş yokuş aşağı devam etti… Ta ki Veysel dayının yerine kadar…
Günlerden 19 Mayıs 2010 hava oldukça serin… Eskihisar-Topçular feribotunda 113 Ayakizi… Bugün kü yürüyüş performanslı değil… Piknik havasında geçeceği söylendi…
Barış şaşkın… Ancak ben ve Seyhan da şaşkın… Elinde ki… Onu geçkin simitler… Tüccarın satamadığı mallar gibi elinde kaldı…
-Neden mi?-Hava rüzgârlı olduğu için Martılar… Attığınız simitlere gelmiyor?
-Neden mi?
-Sabredin… Şimdi Eralp’in aerodinamik yapısal anlatımı ile sizlere aktarayım…
-Eralp der ki… Martılar hava rüzgârlı ise… Hava gerek tutunmak gerekse yapacağı manevralar için çok fazla enerjisini harcayacağı için “simit kapma eylemini” gerçekleştirmiyor muş?
-Yuvasında kalmayı ve hazırdan yemeyi… Tercih ediyor muş?
-Martıların bu denli akıllı olduklarını… Bilmiyorduk…
Orhangazi’den İznik’e saptığımızda sağlı sollu… Kiraz, zeytin ne bileyim… Her türden meyve ağaçlarıyla bezenmiş… Bahçelerin arasındaki uzayan yoldan ilerliyoruz… Aynı çocukluğumda ki gibi…
-Çukurova’mın; her iki yanında pamuk tarlaları ve portakal bahçeleriyle donanmış dar yolları gözümün önünden geçti… Gitti…
-İznik’teyiz, vaktimiz dar… Öncelikle Kenan ustanın balık çorbasını tattık… Mükemmel bir kasaba lokantası garsonların yapmacık olmayan güler yüzü, temizliği… İstersen mutfağa masa koydur… Orada ye… Pırıl pırıl... Artık şaşkınlığınız… Hesap öderken kendini yine gösteriyor…
-Hesap… 3 Tl…6 Tl… Komik rakamlar… İstanbul… Giydirmelerini… Yaşayınca… Durum böyle şaşkın oluyor…
-İkinci yeme yeri… Ancak vakit dar olduğu için Yusuf’un yerinde et yiyemedik… Et ve köfteni n yeneceği bir yer…
Koşarak… Araçlarımıza yetişiyoruz… Hüseyin Bey… Beş araçlık konvoyun yekpare hareket etmesi için
El kol işaretiyle… Talimatlar veriyor… İznik’e hâkim… Tepelerden ilerliyoruz… Elbeyli… Gürmüzlü, Elmalı… Buradan sonra yürümek isteyenler… Araçlardan inip…
Özekdere yaylağına yaya olarak ulaşıldı… Rota BURSA-KOCAELİ sınırları içinde cereyan edecek… Özekdere’ye vardığımız da “Doğanın kucağında” olduğumuzu tekrar yadsıdık…
Çayırlar üzerine… Serilen örtüler üzerine oturup… Bizden önce gelen öncü grubun… Hazırlıklarını seyrettik… Bir yanda köfteler pişirilirken… Diğer yanda…
Kocaman kazanlarda pilavlar pişmiş… Salatalar yapılıyor… Kasalarla kiraz ve yenidünya eriği… İçecekler… Sanırım unuttuklarım olmuştur…
Doğanın bağrında Uzun yıllardır birlikte olamadığımız dostlarımızla beraberliğin anlamı bu ortamı daha da farklı kılıyordu...
Yemekler yendikten sonra… Buradan Kocaeli… Sınırlarında bulunan AY TEPE ye yürüyeceğiz… Yaklaşık 4-4,5 saatlik kısa bir yürüyüş…
Yürüyüş öncesi...Çaylar içildi...
Yürüyüş başlamıştı...Dikkatimizi çeken şey... Baharın henüz burada yeni başlamış olduğunu gördük...Bu güzellikleri kalıcı bir hale getirmek...Bu güzellikleri paylaşmak isteği ağır basıyor...Her güzellik fotoğraflanıyor...
Orman, bu sıradanlığı bozdu… Patikalar… ve bizleri büyük bir coşku ile karşılayan Orman Gülleri....Dikkatinizi vermenizi… Yürüyüşe yoğunlaşmanızı zorunlu kılıyordu… İstediğimiz de bu idi…
Yol üzerindeki yerleşim yerlerinde ki evlerin fotoğrafları çekilirken...Traktörlerini de ihmal etmeyip...Yürüyüş motivasyonumuzu bu alanlara yöneltiyorduk...
Klasik olarak kayalık alana yaklaştığımızda” SOĞUKDERE KANYONUNA “ tepeden bakmak için seyirliğe çıkmaya başladık… Uçuruma doğru fotoğraf çekmeden de olmuyor…
Tekrar ulu ağaçlar arasındaki yürüyüş yokuş aşağı devam etti… Ta ki Veysel dayının yerine kadar…
Burada ki mola oldukça işe yaradı… Sanırım en lezzetli çay burada içiliyor… Diyebilirim…
Grubun büyük bir bölümü Ay Tepe’ye çıkışı Tarihi ünimoğ kamyonu ile yaparken…
Seyhan&Huriye'lerle birlikte bu kez yokuş yukarı tırmanmaya başladık…Ağrısız… Yokuş olmaz olur mu?
Buna rağmen yürüyüşü tam tepede bitirdik…Keyfi ise sanırım fotoğraftan yansıyordur...
Veysel Dayının yerinde yine çay molası… Islanan giysilerin değiştirilmesi… Ayakkabısı ıslananlar… Çareyi ayağa poşet geçirmekte buldular…
Bu kez YUVACIK BARAJINA hâkim AY TEPEDEN Kocaeli’ne araçla yavaş yavaş iniyoruz…
Bu yürüyüş bitti…
Gelecek programda ne var konuşuluyor… Araç içinde…
Kısmet…
Bakalım sırada hangi parkur var?
GÜLAY& MEHMET YÜCEBİLGİÇ
19 MAYIS 2010
İSTANBUL
25 Mart 2009
İZNİK GÖLÜNE GÜNEYİNDEN VE KUZEYİNDEN BAKIŞ
HAYATIN İÇİNDEN KİM NE DÜŞÜNÜR?
İlkokul sıralarında; duvarda asılı duran “çağları gösteren çizelgenin” neyi ifade ettiği, yeniçağdan sonra hangi çağın geldiği soruları öğretmenimiz tarafından öylesine uzun uzun anlatılırdı ki…
Öğretmenimizin… Bizlere o çağın insanlarının ateşi nasıl yaktığını veya yabani davranışlarını anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum…
Ama neden? Bu çağlar birbiri ardına dizilmişti? Bizi neden ilgilendiriyordu? Bizimle bir bağlantısı var mı? Bu soruların cevapları… Tam olarak anlatılamadığından… Bir gün sonra sınıfın tüm meraklıları yine benzer soruyu sorardı…
Ortaokulda ise… Başka bir çizelge; Canlılar; Doğar… Büyür… Yaşlanır ve Ölürler…
Neden asmışlardı? Bu çizelgeleri…
Biz çocuklara verilmek istenen ne idi? Oysa “o zamanlar” bu sıralama bizleri hiç de ilgilendirmiyordu…
Hayat bilgisi dersinde; Ezberlettikleri… Solucanın veya eğrelti otunun “erselik” olması neden önemli idi?
Ayrıca tarih kitaplarındaki mermer sütunlu yapıların üzerindeki kargacık burgacık yazıların“Bizans işi” olduğu cihetle pek önemsenmez ve bizi de hiç ilgilendirmez gözü ile bakılır ve bu izlenimler bizlere yansıtılırdı…
Bu etkileşimle yıllar boyu inanın gördüğüm tüm eski eserler; ya da yapılar bana hep yabancıydı… Bizlere ait değildi…
Okudukça, gezdikçe tüm anlatılanların buhar gibi uçup gittiğini gördüm…
Özellikle ören yerlerindeki ve müzelerdeki hatta henüz kazılma aşamasındaki yapıtlardan; binlerce yıl öncesinde bizlerden daha medeni ve sanat alanında ve insani üstünlüklerine tanık oldukça; bizlere ilkokulda anlatılamayan: Her değerlendirmenin başlıca “ölçütü” olan, ZAMAN VE MEKÂN kavramları ile tanıştım…
Ve elimde; Doğum Günümde Serpil&Hüseyin Şişman çifti tarafından hediye edilen “”ANTİK ANADOLU COĞRAFYASI” kitabı var… Prof.Dr. Adnan Pekman tarafından dilimize kazandırılmış…
Kim ve Ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Milattan önce 64 yılında AMASYA’LI STRABON…
Ayrıca Prof.Dr. Pekman’ın önsözünde yazmış olduğu şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum… Şöyle yazıyor…
“Anadolu uygarlıkları(Mekân), günümüzden Tarihöncesi’nin en eski evrelerine(Zaman) kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksızdır.”
İşte “Anadolu Uygarlığı”na bakışın ana düşüncesi bu idi; aynı “Rasyonel biliminde” de “”önceden bir takım yargılar ve inançlar olmadığı”” gibi… Prof.Dr. O. Sinanoğlu’nun dediği gibi… Anlayana…
Kısacası Rasyonelliğin birinci koşulu ŞARTLANDIRILMA OLMADAN”…
Uzunca bir aradan sonra Gülay’la birlikte Ayakizleri üyeleri ile beraberiz… İstanbul’dan yola çıktığımızda… Usumuzda sadece bizi etkileyeceklerin merakı var idi…
Marmara Denizi güneyi… Türkiye’nin tüm bölgelerini görmemize rağmen nedense bu yöreleri görmek ve gezmek; İstanbul’da Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu Başkanı Naif insan Hüseyin Bey ve Eşi Serpil hanımı tanıyıncaya kadar mümkün olmamıştı…
Bu hafta sonu15 Mart 2009 “”kültür gezisi”” özelliğinde “”İznik Gölünün”” güneyindeki… Avadan(Katırlı)Dağı yamaçlarındaki Dağ köyleri (Karsak, Gürle, Müşküle) ile İznik ilçesi ve Samanlı Dağ yamaçlarındaki Keramet Köylerini gezme ve Hüseyin Beyin ağzından antik çağ dâhil olmak üzere “”zaman tünelinden”” Anadolu’yu tekrar yerinde “”içselleştirme”” fırsatını bulduk…
Sevgili Oğlum ve Gelinimin de Gürle Köyünde bizlere katılımı ile doruğa çıkan sevinçle, gezimiz başka bir anlam kazandı…
İznik gölünün güneyinden Katırlı ve Kurban Dağları yamaçlarında Sıralı bir dizi köy bizleri karşılıyor… Buraları Osmanlı’nın ilk yerleşim ve Orhangazi’nin feth ettiği yerler… Öncelikle Karsak’tayız… Öyküsü bize ilginç gelen bir konak son zamanlara kadar kullanılmış… Sevdiği İstanbul’dan uzaklaşıp Bir köye gelin gelmeyi reddedince
Bey de bir konak yaptırıp… Bu konağa gelin getiriyor…
Gürle Medeniyetlerin üst üste çakıştığı bir köy…Orhan Bey Camii 600 yıllık onarılmış… 800 yıllık olduğu ve Cenevizlilerden kalma ancak Orhangazi tarafından imar edilen ve günümüzde kullanılabilen bir “”hamam”” ve hemen üstümüzde 1282 m. yüksekliğindeki Gürle tepesi…
Burada Erinç ve Burcu ile buluşuyoruz…Arkamızda yeralan bina "ipek böceği" yetiştirmede kullanılıyormuş...Tabiiki son yıllara kadar... O da tarih sahnesindeki yerini alacak... Şu anda bizim konuştuğumuz gibi ... Zamanında burada....Diye anlatılacak... Doğruca “Müşküle” köyüne “ünlü mü ünlü” bir köy… Halil Ergün’ün;
Nazım Hikmet’in çaycısının ve “”Muhtarlığına köyün delisini”” seçen köy… Halkı o denli cana yakın ki anlatamam… Tarihi çınar ağacını gördükten sonra “”Nazım Hikmet” adına dikilen çınarı görmeye gittik…
Sırada İznik ilçesi… Surlar… Merkez içindeki tarihi yerler derken öğle yemeği için bizim seçimimiz “”Erinç ‘in de doğum gününü kutlayacağımız bir yemek için “”Meşhur İmren” Köftecisindeyiz…
Keramet köyündeyiz; ünlü sele zeytinini almak için kuyrukta bekleyenler… Antik havuzda yüzmek üzere o bölgede kalanlar…
Hava kararmış artık “oğlumuz ve kızımızdan” ayrılma vakti gelmişti…
Beraber olduğumuza şükrederek İstanbul’a hareket ediyoruz…
Bu tarih ve eserler kimlik tanımlamadan korunmalı… “Ayırt edilmeden ve ayırdına varılarak”…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15MART 2009
İlkokul sıralarında; duvarda asılı duran “çağları gösteren çizelgenin” neyi ifade ettiği, yeniçağdan sonra hangi çağın geldiği soruları öğretmenimiz tarafından öylesine uzun uzun anlatılırdı ki…
Öğretmenimizin… Bizlere o çağın insanlarının ateşi nasıl yaktığını veya yabani davranışlarını anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum…
Ama neden? Bu çağlar birbiri ardına dizilmişti? Bizi neden ilgilendiriyordu? Bizimle bir bağlantısı var mı? Bu soruların cevapları… Tam olarak anlatılamadığından… Bir gün sonra sınıfın tüm meraklıları yine benzer soruyu sorardı…
Ortaokulda ise… Başka bir çizelge; Canlılar; Doğar… Büyür… Yaşlanır ve Ölürler…
Neden asmışlardı? Bu çizelgeleri…
Biz çocuklara verilmek istenen ne idi? Oysa “o zamanlar” bu sıralama bizleri hiç de ilgilendirmiyordu…
Hayat bilgisi dersinde; Ezberlettikleri… Solucanın veya eğrelti otunun “erselik” olması neden önemli idi?
Ayrıca tarih kitaplarındaki mermer sütunlu yapıların üzerindeki kargacık burgacık yazıların“Bizans işi” olduğu cihetle pek önemsenmez ve bizi de hiç ilgilendirmez gözü ile bakılır ve bu izlenimler bizlere yansıtılırdı…
Bu etkileşimle yıllar boyu inanın gördüğüm tüm eski eserler; ya da yapılar bana hep yabancıydı… Bizlere ait değildi…
Okudukça, gezdikçe tüm anlatılanların buhar gibi uçup gittiğini gördüm…
Özellikle ören yerlerindeki ve müzelerdeki hatta henüz kazılma aşamasındaki yapıtlardan; binlerce yıl öncesinde bizlerden daha medeni ve sanat alanında ve insani üstünlüklerine tanık oldukça; bizlere ilkokulda anlatılamayan: Her değerlendirmenin başlıca “ölçütü” olan, ZAMAN VE MEKÂN kavramları ile tanıştım…
Ve elimde; Doğum Günümde Serpil&Hüseyin Şişman çifti tarafından hediye edilen “”ANTİK ANADOLU COĞRAFYASI” kitabı var… Prof.Dr. Adnan Pekman tarafından dilimize kazandırılmış…
Kim ve Ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Milattan önce 64 yılında AMASYA’LI STRABON…
Ayrıca Prof.Dr. Pekman’ın önsözünde yazmış olduğu şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum… Şöyle yazıyor…
“Anadolu uygarlıkları(Mekân), günümüzden Tarihöncesi’nin en eski evrelerine(Zaman) kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksızdır.”
İşte “Anadolu Uygarlığı”na bakışın ana düşüncesi bu idi; aynı “Rasyonel biliminde” de “”önceden bir takım yargılar ve inançlar olmadığı”” gibi… Prof.Dr. O. Sinanoğlu’nun dediği gibi… Anlayana…
Kısacası Rasyonelliğin birinci koşulu ŞARTLANDIRILMA OLMADAN”…
Uzunca bir aradan sonra Gülay’la birlikte Ayakizleri üyeleri ile beraberiz… İstanbul’dan yola çıktığımızda… Usumuzda sadece bizi etkileyeceklerin merakı var idi…
Marmara Denizi güneyi… Türkiye’nin tüm bölgelerini görmemize rağmen nedense bu yöreleri görmek ve gezmek; İstanbul’da Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu Başkanı Naif insan Hüseyin Bey ve Eşi Serpil hanımı tanıyıncaya kadar mümkün olmamıştı…
Bu hafta sonu15 Mart 2009 “”kültür gezisi”” özelliğinde “”İznik Gölünün”” güneyindeki… Avadan(Katırlı)Dağı yamaçlarındaki Dağ köyleri (Karsak, Gürle, Müşküle) ile İznik ilçesi ve Samanlı Dağ yamaçlarındaki Keramet Köylerini gezme ve Hüseyin Beyin ağzından antik çağ dâhil olmak üzere “”zaman tünelinden”” Anadolu’yu tekrar yerinde “”içselleştirme”” fırsatını bulduk…
Sevgili Oğlum ve Gelinimin de Gürle Köyünde bizlere katılımı ile doruğa çıkan sevinçle, gezimiz başka bir anlam kazandı…
İznik gölünün güneyinden Katırlı ve Kurban Dağları yamaçlarında Sıralı bir dizi köy bizleri karşılıyor… Buraları Osmanlı’nın ilk yerleşim ve Orhangazi’nin feth ettiği yerler… Öncelikle Karsak’tayız… Öyküsü bize ilginç gelen bir konak son zamanlara kadar kullanılmış… Sevdiği İstanbul’dan uzaklaşıp Bir köye gelin gelmeyi reddedince
Bey de bir konak yaptırıp… Bu konağa gelin getiriyor…
Gürle Medeniyetlerin üst üste çakıştığı bir köy…Orhan Bey Camii 600 yıllık onarılmış… 800 yıllık olduğu ve Cenevizlilerden kalma ancak Orhangazi tarafından imar edilen ve günümüzde kullanılabilen bir “”hamam”” ve hemen üstümüzde 1282 m. yüksekliğindeki Gürle tepesi…
Burada Erinç ve Burcu ile buluşuyoruz…Arkamızda yeralan bina "ipek böceği" yetiştirmede kullanılıyormuş...Tabiiki son yıllara kadar... O da tarih sahnesindeki yerini alacak... Şu anda bizim konuştuğumuz gibi ... Zamanında burada....Diye anlatılacak... Doğruca “Müşküle” köyüne “ünlü mü ünlü” bir köy… Halil Ergün’ün;
Nazım Hikmet’in çaycısının ve “”Muhtarlığına köyün delisini”” seçen köy… Halkı o denli cana yakın ki anlatamam… Tarihi çınar ağacını gördükten sonra “”Nazım Hikmet” adına dikilen çınarı görmeye gittik…
Sırada İznik ilçesi… Surlar… Merkez içindeki tarihi yerler derken öğle yemeği için bizim seçimimiz “”Erinç ‘in de doğum gününü kutlayacağımız bir yemek için “”Meşhur İmren” Köftecisindeyiz…
Keramet köyündeyiz; ünlü sele zeytinini almak için kuyrukta bekleyenler… Antik havuzda yüzmek üzere o bölgede kalanlar…
Hava kararmış artık “oğlumuz ve kızımızdan” ayrılma vakti gelmişti…
Beraber olduğumuza şükrederek İstanbul’a hareket ediyoruz…
Bu tarih ve eserler kimlik tanımlamadan korunmalı… “Ayırt edilmeden ve ayırdına varılarak”…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15MART 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)