8 Ekim 2007

KEŞKE ESKİDEN DE DAHA AZ ŞEYLERİ CİDDİYE ALSAYDIM

07EKİM2007, ZORLU VE KAYBOLMASI BOL GÜCÜCEK-AHMEDİYE-GÖKTEPE-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

Bu hafta ki yazıma; Jorge Louis Borges’in çok beğendiğim sözleriyle başlamak istedim.
“EĞER HAYATIMI YENİDEN YAŞAMIŞ OLSAYDIM,
DAHA FAZLA YANLIŞLAR YAPMAYA ÇALIŞIRDIM.
MÜKEMMEL OLMAYA DA ÇALIŞMAZDIM.
DAHA DA RAHAT OLURDUM.
DAHA FAZLA DOLU DOLU YAŞARDIM.
DAHA AZ ŞEYLERİ CİDDİYE ALIRDIM”
Günümüz koşullarında özellikle çalışanlar için zamanın da benim de yapamadığım gibi… Bu söz ne denli uygulanabilir?
Ama benim gibi “mükemmeliyet doktrini” ile yetiştirilip, otuz yılı aşkın süre eşinizle birlikte “mükemmeliyet” peşinde koşturur ve koşturtursanız, emekli olur olmaz sanırım sizin de hayat felsefeniz yukarıdaki düşünceye yakın olur.
Şimdi nereden çıktı bu düşünce diyeceksiniz, anlatayım…
Bu hafta sonu programımız; Sakarya ovalarına kucağını açmış Kapı Orman Dağlarının 1582 rakımlı Gök tepesini aşarak Bel Pınar köyüne doğa yürüyüşü yapmak idi.

Her zaman olduğu gibi bizim yürüyüş de planlandığı gibi olmadı, gündüz saat on birde başlayan yürüyüşümüz gece saat yirmi dörtte bitti, oysa planlanan süre sekiz saatlik idi onüç saate çıktı, yürüdüğümüz yol ise 58 bin adım oldu, kilometresini boş verin…
Peki, ne oldu da böyle oldu der gibisiniz?
O zaman anlatayım…
Yürüyüş için Sakarya-Gücücek beldesinde yiyecek alışverişi yapıldıktan sonra Atilla kaptan aracını Ahmediye köyüne doğru sürmeye başladı, Ahmediye yamaçta şirin bir köy burada inip Melek kızımızla Ahmediye hatırası bir resim çektirdikten sonra kendisini Atilla beye annesine götürmesi için teslim ettik.
Ahmediyeden yürüyüşe başladığımızda köylü bir kadınla Ayakizlerinin yaptığı konuşmalar dikkatimi çekti.
—Köylü kadın: Uğurlar ola nereye böyle?
—Ayakizli Bayan: Bel Pınar Köyüne Teyze…
—KK: Aman aman orası neresi yavrum…! Niye otobüsle gitmezsiniz de böyle sırtınızdakilerle yürürsünüz…!
—AA: …Teyze sırtımızdakiler sırt çantası, keyif için yürüyoruz…
—KK: Aman aman orası o kadar uzak ki… Siz nasıl heder olmadan oraya varacaksınız…(o sırada “Sara” hanım çifte batonlarıyla teyzeye yaklaştı) (Teyze dayanamadı)…bunlar yürüyemez ama be… Kızım sen hiç yürüyemezsin!

Ayakizleri gülmekte… Köylü Teyze, gözlerini açmış, şaşkın izlemekte…
Yürüyüşün başında başlayan yokuş uzun bir süre bize rahat nefes aldırmadı diyebilirim.
Bolu dağlarının bağrından kopup buralara yetişen Kayın, meşe, kestane ağaçları bizlere kucaklarını açtı. Yürüyüşümüzün başlangıcından sonuna kadar kestane toplamak bizlere nefes aldırdı diyebilirim.
Ulu kestane ağaçları, neredeyse gökyüzünü görmemizi olanaksızlaştırıyor. Orman içi oldukça rutubetli kuytu yerlerde mantarlar güler yüzlerini gösteriyor, üzerime basmayın dercesine…
Kestane toplamaya gelen köylülerin pancar motordan yapma çok amaçlı motosikletlerinde bir poz çekmeden ayrılamadık.
Yolumuzun üzerinde asırlık Kestane ağaçlarının gövdeleri çürümeye yüz tutmuş olmasına rağmen dallarında öylesine bol kestane vardı ki.
Sonbahar Ekim’le birlikte yer yer kızıla boyadığı yapraklarla kendini hissettiriyordu.
Derken önümüzde yemyeşil bir yayla belirdi burada kısa bir mola verdik. Aklımız tepemizde asılı duran Gökyüzüyle buluşmuş gibi görünen Gök tepe bulutların içinde… Hedef orayı aşıp ardındaki Bel pınar köyüne varmak…!
Yürüyüşümüz çoğunlukla tırmanarak geçti, özellikle kestane ağaçları bizleri bırakmıyor.
Yürürken bir yol sapağına geldik burası bizim için karar noktası idi.
Yolda menfez çalışmaları yapan kalabalık bir işçi topluluğuyla karşılaştık.
Şefleri hemen Hüseyin Beyin yanına geldi ve hayırdır… Nereye gidiyorsunuz… Hüseyin Bey bu sapaktan sola dönerek tırmanacağız ve Gök tepeyi aşarak altı saatte Bel Pınar köyüne varacağız dedi.
Şef hayret nidalarıyla olmaz… Olamaz… bey…! Biz oraya traktörlerle çıkamıyoruz, yapma bunları telef etme…
Allah aşkına bu yoldan gidin ama orası da yirmi kilometre…???
Ve…, karar noktasında Hüseyin Bey kendi tecrübe ettiği yoldan değil Şefin bahsettiği diğer Kipriyani yaylası istikametinden yola koyuldu ama bir koyuldu…
Bir dere boyunda mola verdik, ekip hemen işe koyuldu,
bu kez Zarife’nin eltisi yok “klasik Ayakizi usulü çaydanlıkta tavuk sotenin içine bu kez Hüseyin beyin İran’dan getirdiği “Hardali otu” kondu.
Nefis bir tadı vardı… Ayağı geçen yürüyüşte incinen Sevgili eşim Gülay’ın kulağını çınlata çınlata yedik.Yol boyunca toplanan kestaneleri kebap yapma keyifi Barış'ındı.
Mola esnasında, o muhteşem arabalarıyla Bağdat caddesinde gezer gibi gezen köylüleri görmek ayrı ve farklı bir güzellikti.
Mola sonrası yoldayız, önümüze belki bin yaşında bir kayın ağacı boylu boyunca uzanmış, bazılarımız kaldırmaya çalıştıysa da kalkmak istemedi yerinden,
tekrar bir yeşil mera gibi bir alana geldik ve patika bitti…
Etrafımız ulu kayın, kestane ağaçlarıyla çevrili, Hüseyin Bey, Necati bey etrafı keşfetti, Necati bey bulunduğu yere çağırarak bir patika bulduğunu söyledi.
O tarafa doğru belli belirsiz bir patikadan yürümeye başladık bir süre sonra yoğun kayın ormanı ile karşılaştık, ormanın içi boyumuzdan uzun, iri, sık, duvar gibi orman gülleri ile bezenmiş,
bırakın bir patika bulmayı, ormanın içine girmeye bile izin vermiyor.Ben iz aramayı bir süre durdurdum ormanın güzelliğini görüntülemeye başladım...Tek kelimeyle mükemmeldi...
İşte ne olduysa bu ulu ve yoğun sık kayın ormanının içinde oldu; yönümüzü bulmakta zorlandık ama esas zorluk bu ağaç gibi çalıların üzerinde yürümek ve akşam olmadan bu ormandan ve çalının çırpının içinden çıkmak idi…
Ufak tefek sıyrıklarla akşam olmadan bir dereye indik elimizi yüzümüzü yıkadık. Yüzlere baktığım da özellikle yeni katılanlarda bir ürkeklik, umutsuzluk ve endişe vardı…
Ben de bu adrenalinden öylesine memnundum ki… Yorulmama rağmen…
Ormandan çıkışımızı Barış'la bir kutlamamız vardı...Sanırım belli oluyordur.
Dere bizi yola indirdi. Hava kararmaya başladı, saat 1900’a doğru yolda iftar için mola verdik.
Gecenin sessizliğinde baykuş sesleri havayı öylesine gizemli kılıyordu ki… Yine de tetikte idik… Ne olur ne olur… Kuş iyi de ya köpek ya da kurta benzer bir şey olursa…
Tepe lambalarını yaktık, zaman zaman dereleri geçiyoruz ama Köyün ışıkları henüz yok…
Köye varmak için dereyi geçerek bir yamaca tırmandık yol bitti, geri döndük… Homurdanmalar başladı, yorgunluk iyice kendini gösterdi, dere boyu bir süre gittikten sonra tekrar yıkık bir eski köprünün yanından dereden karşıya geçtik. Bir süre sonra karşı tepede ışıklar göründü ama oraya varmak için tahminime göre en az iki saatimiz vardı. Ve öyle de oldu…
Akıl almaz bir şekilde tepeden aşağı inmeye başladık, zifiri karanlık şansımız olsa dolunay olurdu.
Önümde yürüyen Aynur hanıma çok zorlu bir tırmanışa hazır olmasını ve sağ taraftaki uçuruma dikkat etmesini söyledim. O da yapmayın dedi ama böyle inilirse öyle de çıkılacaktı…
Tırmanmaya başladık ama ne tırmanış saat gecenin onbiri neredeyse bir saate yakın bir tırmanış sanki günler gibi sürdü…
Büyük bir sevinç içinde köyün kokusunu aldım dedim, gerçekten de kokusunu almıştım. Ama yarım saat sonra köye vardık.
Kendimizi bırakmamak için devamlı moral ve isteklendirme artırıcı konuşmalarla adım atıyordum.
Allahım olacak şey değil! Nasıl acıktım, canım kuru fasulye istiyor, yanında yufka ekmek… Aynur Hanım gülüyor…
Nihayet köye ulaştık, Bel Pınar köyünün muhtarı dâhil tüm köylü erkekler bizi bekliyor…Karşıladılar hasretle öpüştük...Keza köye varır varmaz Muhtarın alnından öpeceğim demiştim. Çaylar hazırlanmış ama muhtarın o saatte kuru fasulye pişirtmesine razı olmadım.
Kahvehanede mola verdikten ve giysilerimizi değiştirdikten sonra yola koyulduk…
Saat sabah 0430’da İstanbul daydık.
Biz sahura yetiştik ama kaptanımız Atilla Bey sahur yapabildi mi bilemiyorum?
Yürüyüşümüz boyunca inanın tek düşüncem; bu ayrıcalıklı yürüyüşten azami keyif almaktı.
Öyle de oldu…
İnanmazsınız ama en keyifli ve şaşkın halim de “evde eşimin bana güveçte kuru fasulye, pilav” pişirmiş ve sofrayı hazırlamış olmasıydı…
İlginç olanı da dağdaki kuru fasulyeden haberinin olmayışı idi…

Jorge Louis Borges’in düşüncesinden farklı düşünmüyorum…!

“EĞER HAYATIMI YENİDEN YAŞAMIŞ OLSAYDIM,
DAHA FAZLA YANLIŞLAR YAPMAYA ÇALIŞIRDIM.
MÜKEMMEL OLMAYA DA ÇALIŞMAZDIM.
DAHA DA RAHAT OLURDUM.
DAHA FAZLA DOLU DOLU YAŞARDIM.
DAHA AZ ŞEYLERİ CİDDİYE ALIRDIM.

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

5 Ekim 2007

SONBAHARIN SARI KIZI "EYLÜL"



AY TEPEDEN(İZMİT) SANSARAK(İZNİK) KÖYÜNE YÜRÜYÜŞ (30 EYLÜL 2007)

Sonbaharın kızı Eylül’ün de bu sene ki misafirliği sona eriyor. Atilla kaptan her zaman olduğu gibi İstanbul’un belli başlı duraklarından Ayakizleri’ni topluyor, araca binenlerde ben de dâhil olmak üzere henüz uyku mahmurluğu devam ediyor. Saatin beş buçuğundan itibaren yataktan kalk düş yollara, bir de günler kısalmaya başlamış, sokağa çıktığınızda sizi sabahın karanlığı ve soğuk yüzü karşılıyor.
Ne zaman ki İzmit’i geçip Yuvacık barajının yamaçlarından Ay tepeye doğru rampaları çıkmaya başladığımızda… Aracımızın inliyen sesi, içimizde; sanki bizi yarı yolda bırakacakmış gibi bir his uyandırıyordu. Bu an uykudan uyanma anıydı… Artık doğanın güler yüzünü görmeye başlamış, kendi yüzümüzdeki asıklık, yerini tebessüme terk etmişti…
Orman kulübesine doğru yaklaştığımızda, Hüseyin beyin Orman bekçisini gördüğündeki hayret nidası, bekçinin nadiren göründüğünün işaretiydi.
İner inmez daha sırt çantalarımızı hazırlamadan, ben de Gülay gibi doğruca böğürtlen toplamaya başladım. Bu sene nedense böğürtlen yoktu, ama burada hem vardı hem de büyüktü. Artık yola koyulma vakti gelmişti, yürüyüş başladığında saat 1100 idi. Hava, geçen haftaya nazaran sıcaktı, yol ise yeni açılan bir orman yoluydu, yürüyüş Sansarak köyünde sona erecekti, yaklaşık otuz km.lik bir yol yürünecekti…
Eşimle birlikte bu yürüyüşte objektifimize nelerin takılacağını ve bizi etkileyecek, tesiri altına alacak ne gibi şeylerle karşılaşacağımızı konuşuyorduk.
Ama usumuzda Sonbaharın sarı kızı “Eylül”e yaraşır bir doğa bekliyoruz, yapraklarını dökmek üzere sararmış ağaçlar, bu dokuya uyumlu sarı kavuniçine çalan eğrelti otları… Ve diğerleri…
Yürüyüşümüz bir saattir devam ediyor ama henüz düşündüğümüz gibi sarı kız buraları tesiri altına alamamış, yoğun bir kayın ormanı taze bir hava var, birkaç gün önce de oldukça yağmur yağdığı belli.
Ormanın güzelliğini ve sessizliğini ağaç kesen köylülerin kullandığı hızar sesleri bozuyor, bu bölgeyi hemen geçmek istercesine hızlanıyoruz.
Saatlerdir yürüyoruz, kulaklarımızdaki hızar kesinin yerini kuş sesleri alsın istiyoruz ama nedendir bilinmez?
Kuş sesleri yok. Yoldan orman içine girdik yapraklardan yapılmış halı üzerinde aşağı doğru inmeye başlıyoruz.
Tam Gülay’ın istediği gibi bir arazi ama geçen hafta ki dizinde ki ağrı nüksetti, ağrının boyutunu yüzündeki acıdan hissediyorum.
Ben etkilenmeyeyim diye bir şey söylemiyor.
Yamaçtan aşağı nasıl indik ama nasıl eziyetli bir iniş acısını sadece biz biliriz.
Henüz yolun ortalarındayız… Neler düşünürken neyle karşılaşmıştık…Tüm bunları söylerken, sakın pişman olduğumuzu düşünmeyin! Doğa yürüyüşünün karakteristik özelliği bu: Ne ile karşılaşacağınız belli değil, aynı hayatın kendisi gibi her şey doğanın bağrında güllük gülistanlık giderken ayağınızdaki bir ağrı veyahut düşüp yaralanmanız, keyifsizliğin, endişenin, nefes daralmalarının ortasında kendinizi bulabiliyorsunuz.
Bu ortamın günlük yaşantınızdakinden tek farkı, kader birliği yaptığınız arkadaşlarınızın yüzündeki her türlü ifadenin sahici olması, “doğru anladınız”, hiçbiri sahte değil…!
Kimsenin birbiriyle menfaat ilişkisi, üstünlüğü, ayrısı gayrisi, rekabeti yok…
Hatta kimsenin kendisiyle yarışı da yok, yarış içinde olanlar bir kere bu yürüyüşe katılır sonrakinde göremezsiniz.
Unutulmaya yüz tutmuş paylaşma, yardımlaşma, birbirine samimi ve saygın davranışın hepsini bir arada yaşayabiliyorsunuz.
Tek felsefemiz; kendimizi yaşamak, şimdiye kadar zorlamalarla, günde kaç maske takacağımızı düşünmeden, başkaları için yaşadıklarımızı geride bırakmak…
Sizin ayağınız sakat dahi olsa yere zinde basmak istemenizin nedeni; bu temel düşünce…
Hüseyin Bey, ilerde mola vermiş hemen çantamdaki dizliği Gülay’ın dizine taktım,grubumuzla hemen o anı kaydettik.




Yürüyüş başladığında fayda yerine zararını gördü, bu şekilde yürüyüş bir daha ki molaya kadar devam etti.
Orman içinden sanki bir balkona çıkar gibi bir yükseltiye çıktık, önümüzde o kadar geniş yemyeşil bir çayırlık uzanıyordu ki anlatamam, ruhumuza dinginlik verdi.
İçimizdeki tüm karamsar düşünceler uçuverip gitmişti. Burası Özekdere çayırlığı idi.
Mola burada verildi, Gülay’ın ayağına merhemle pansuman yaptım. Hüseyin Bey elastiki bandı sardı.
Mola yorgunluğumuza ilaç gibi gelmişti yaklaşık 10 km. daha yolumuz vardı.
Mola bitince rampayı çıkmaya başladık, sağ yukarımızda üzeri kıpkırmızı elmaların bulunduğu elma ağacını gördük çok çekiciydi, sonra önümüzde erik ağacı vardı. İçimizdeki çocuk işbaşındaydı, biraz elma ve erik topladıktan sonra yola koyulduk.
Eşim; bu acı veren yürüyüşe rağmen keyifsizliği keyfe dönüştürmek için çaba sarf ediyordu ki, evine Türk Bayrağını asan belli ki oruç Özek Dereli köylü, bizlere uğurlar olsun diyordu…
Özekdere mahallesinden geçiyoruz, Karadeniz bölgesi gibi bahçeli evler serpiştirilmiş.
Bir biri ardına Bürüksel lahanası, brokoli tarlalarını geçiyoruz.
Bahçeler arasından geçerken inekler, buzağılar ayrı bir güzellik katıyordu yürüyüşümüze.
Gülay’ın resmini çekiyorum, arkada buzağılar… Yemyeşil çayırlık…
Biliyorum böyle bir ortamda şen şakrak olurdu ama yine de kaşlarını çatmaya harcayacağı gayreti yüzündeki gülümsemeye saf ediyordu... Dağ başındayız hiçbir vasıtanın olmadığını olamayacağını bilmeme rağmen bu şekilde yürüyüşün dizine daha ağır hasar vereceğini düşünüyordum.
Hüseyin Bey de alışık olmadığımız şekilde molaları sıklaştırıyordu.
Yol kenarında kısa mola verildi ve hiç beklemediğimiz bir şekilde nereden çıktıysa karşıdan bir kamyonet geliyor, içinde Selim Bey, İlayda hanım el kaldırdım, Gülay’da yanlarına bindi, hareket ettiler. Kamyonetin nereye gittiğinden bile haberim yoktu.
Sonra öğrendim ki yolda İlayda hanımın türküleri şoförün hoşuna gitmiş ki yolunu değiştirip ta…Sansarak köyüne götürmüş..
Yürüyüşümüz saat Ondokuz otuza kadar devam etti, Sansarak köyüne güneyden giriyoruz, evlerin bacalarından dumanlar tütüyor,balkonları çiçeklerle dolu soba dumanı değil iftar yemeğinin dumanı.
Kerpiç evler onlarca yıl öncesini anımsatıyor. Bir şeyler anlatmaya çalışır gibi...Keçi sürüleri bizim gibi köye dönüşte bazı at ve inek sürüleri de bunlara eşlik ediyor. Evlerinin önündeki köylü kadınlar iftar vaktini bekliyor.Bizden önce Sansarak köyüne gelen Gülay,İlayda köylüleri yalnız bırakmamış,kendileriyle sohbet etmişler.Köylü kadın ve çocukların saflığı yüzlerinden okunuyor.
Kahvehane çaycı yok iftarda ocağa Emrah geçiyor, Ayakizleri’ne çay servisi başlıyor.
Köyün meydanında Hüseyin Bey köy çocuklarına defter kalem dağıtıyor. Köy çocukları sevinçli tabii ki bizlerde… Çok değişik bir duygu bu tüm keyifsizliklerinizi keyfe dönüştüren… Çocukların gülüşleri…
Saat dokuzda İznik’ten hareket ettik, Yalova’da araba vapuruyla karşıya geçişimiz ve saat 0130 sularında İstanbul’daydık.
Sonbaharın sarı kızı Eylül’ün sarı örtüsü henüz kendini hissettirmemiş…

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ