24 Temmuz 2009

İNSANLIK DEĞERLERİNİN GALEBE ÇALDIĞI BİR KURULUŞ ŞENLİĞİNİN ARDINDAN

HERŞEYE RAĞMEN;
BİRİBİRİMİZE SAYGI VE HOŞGÖRÜ DUYMAYI,
BİRLİKTE YAŞAMAYI BAŞARMAK İSTEYENLER İÇİN:

GÜNÜMÜZDE DÜNYADA GÖSTERİLEN TEK PUSULA…VE ATATÜRK…
AMİN MAALOUF ANLATIMIYLA...“ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA” KİTABINDA...
ZİRVE DAĞCILIK KULÜBÜNÜN DOKUZUNCU KURULUŞ YILDÖNÜMÜNDE… YAŞADIKLARIMIZ…
Günlerdir… Bilgisayarın başına geçip de Manisa Spil Dağında Kutladığımız
Zirve Dağcılık Kulübünün 9 ncu Kuruluş yıldönümü şenlikleri ile ilgili düşüncelerimi bir türlü yazamadım…
Nedeni kişisel sorunlar değil… Tamamen Türkiye’mdeki gelişmelerle ile ilgili...
Hiç de hak edilmeyen milli irade ile çözümlenmesi gereken iç ve dış gelişmeler:Beni ve eşimi o denli üzüyor ki ülkemde süregelen etki altına alma; rüşvetin ayyuka çıkışı; göz korkutma; ayak direme; sorgusuz sualsiz yanlı davranışlar…Ve en önemlisi kişinin kendini sosyal ve ekonomik olarak rahat hissedememesi...
Gittikçe devleşen ve tüm beklentilerin tersine, Ekim 2009 yılında daha da büyüyeceğini tahmin ettiğimiz İşsizlik ve ekonomik krizin meydana getirdiği tedirginliğin gölgede bırakıldığı gelişmeler.
Ekonomik gelişme umutlarını aniden frenleyen sosyal katmanları da düşündüğümüz de ülkemde istenmeyen toplumsal olayların çıkmasından tedirginlik duyuyoruz.

Tüm tedirginliğin temelinde aslında ATATÜRK VE ONUN KURDUĞU TÜRKİYE’MİZİN GELECEĞİ VE BÜTÜNLÜĞÜ var…
Tüm bu gelişmeler de bizlere sadece “çivisi çıktı artık “ dedirtmeye başlamıştı…
Gülay’la her zaman yaptığımız gibi…İstiklal caddesindeki “Mephisto” kitapevindeyiz…
Ne göreyim!
Öyle bir Kitap ki… Kitabın ismi aynen şöyle; “Çivisi çıkmış dünya” …Hemen satın aldım...Kitap şimdiye kadar tüm kitaplarını okuduğum Lübnan asıllı Fransız yazar Âmin Maalouf’a ait… Okumaya başladığımda daha çok dedikodu türü olumsuzluklarla bezenmiş bir yazı beklerken…
İlerleyen bölümlerde Âmin; beni karamsarlıktan kurtaran, sevindiren, bırakın Avrupa’yı kendi evlatları tarafından bile göz ardı edilmeye başlatılmış ve meşruiyetini halkından almamış gibi gösterilmeye çalışılan:

Mustafa Kemal Atatürk’ün; Batı’nın yenilmez ordularına karşı ortaya koyduğu zaferin, daha sonra kurulan cumhuriyete ve peş peşe gerçekleştirilen cumhuriyet devrimlerine “meşruiyet” kazandırdığını belirtiyor.
Hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözü pekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galip çıkması- onun “meşruiyet kazanmasına”
yol açmıştır.

Kısa süre içinde, ‘ulusun kurucusu’ konumuna gelen eski subayın; Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar... (Bütün bunlar olurken) Halkı da onu izlemiştir.
Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir, çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır.”

Diyerek Atatürk’ün üstünlüğünü ve hala örnek alınması gerektiğini şu sözlerle devam ettiriyor…
” Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir.”
Ondan fedakârlıklar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de sözünü dinleyecektir.Dine çatsa bile, yurttaşları çok da sırtını dönmeyecektir ona…"

"Siyasette, dinin kendisi amaç değildir. Düşüncelerden biridir. Yalnızca; meşruiyet en inançlı olanı değil halkınkiyle aynı olana verilir…” Öyle keyifli bir halde idim ki kitap bir solukta bitmişti…
Tekrar kendi düşünce dünyamda:"Zirve Dağcılık Kulübü” ve onun gibi Atatürk ilkelerine bağlı, Doğa ve insan sevgisiyle dopdolu Türkiye’mde çığ gibi büyümekte olan Sivil Toplum Örgütlerini ve onların etkinliklerini" hayal ettim…
O zaman sizlere hayal değil de yaşanan ve gerçekleşenleri anlatayım…
Haziran ayının 19 Cuma akşamı duraklardan teker teker toplanarak Manisa/Spil Dağına hareket ettiğimizde; Gülay’la, uzun yıllar İzmir’de görev yapmamıza rağmen bir kez olsun bu etkinliğe katılamayışımızı konuşuyorduk… örev nedeniyle sadece günü birlik gezilere katılabiliyorduk: Birkaç günlük veya Spil etkinliği gibi 2 buçuk günlük gezileri gidenlerden dinliyorduk, sonunda bize de kısmet oldu.
Suna Hanımın rehberliğinde: Sohbetlerle ve zaman zaman da uyuklama ile geçen yolculuk ardından Manisa’ya vardık…İlk önce hep birlikte bizi oranın hamur işi çeşitleriyle meşhur olan fırına götürdü,veee! Hurraaaa! Sıcak sıcak mis gibi derken… Satıcı bayanlar şok oldu! Gülay, börek istiyor… Tepsiyle mi? Alacaksınız diyorlar, çok leziz yiyecekler alıp çıktık.
Manisa ilinin Merkezinde çay bahçesinde kuş sesleriyle kahvaltı yaptıktan sonra ver elini… Spil Dağında At alanı mevkii… Varır varmaz Suna Hanım Dağ evlerinde kalacaklar ile çadırda kalacakların yerlerini koordine ettikten sonra eşyalarımızı yerleştirdik ve kendimizi ulu çam ağacının serinliğine atıverdik…
Bir süre orada sohbet ettik dinlendik. Gülayla şöyle bir keşif yapalım dedik ve çevreyi dolaştık. Zirve dağcılık Kulübünün armasını bastırdığı tişörtlerden alarak keşfe devam ettik.
At alanı mevkiinde çadır alanı ve yiyecek ve içecek bölümü birbirinden çok iyi tecrit edilmiş… Hemen hemen dağda çiğ köftesinden midye dolmasına kadar köfte ekmeğinden, içeceğine kadar ne arzu ediyorsanız… Her şey mevcut idi… İzmir’in lokmasını unutursam… Sanırım hata etmiş olurum…
Program ise çok iyi planlanmış idi… Doğal olarak takip edebilmeniz için kondisyonunuzun çok iyi olması gerekli diyebilirim… Program aralarında dahi boş durma yerine oyun havası var…
İstersen Okey oyna, ister salıncakta sallan, isterseniz çuval yarışına bunun gibi . oyunlara tavla ve satranç özellikle de afacanların büyüklerle mücadeleci müsabakalarına; kaya tırmanışlarına zevkinize göre neyi isterseniz katılın ama boş durmak yok… Biz okey oynayan arkadaşların yanında onları seyrederken de boş durmadık diyebilirim, çiğ köfteler midye dolmalar üstüne de güzel demlenmiş çaylaaar. keyfler yerindeydi.
Birinci gün akşamına doğru yaklaşırken Zirve Dağcılık İstanbul Grubu Temsilcisi Aysun Hanımın planlayıp düzenlediği “İSTANBUL ŞOPARLARI” temsilinin akşam yüzlerce kişinin önünde sergilenmesi heyecanı makyajlar ve kostümler giyinip sahneye çıkıncaya kadar devam etti diyebilirim… Hazırlanırken ki heyecan bir başkaydı. Arkadaşların çoğunu zaten hep gezilerde veya diğer toplantılardan tanıdığımız için yabancılık çekmedik, bazı arkadaşlarla daha önceden birlikte gezilerde karşılaştık ama bu gezide birbirimizi daha iyi tanıyıp kaynaştık bazıları ile yeni tanıştıkHerkes içten, Samimi ve saygılı ve mutluydu, derken çok uyumlu, nezih ve güzel bir grubumuz vardı, Aysun hanımın bizlere anlattığı ı mizanseni de uyum içinde başarıyla sunduk… Gerçekten büyük beğeni almasına rağmen böyle bir oyun içinde Gülay’la birlikte yer almamız bizi çok keyiflendirdi…
Zirve Dağcılık Kulübünün il ve ilçe temsilciliklerinden her biri çok emek isteyen çeşitli oyun ve gösterileri sergilediler…
Saat bire kadar eğlence devam etti… Hem de nasıl bir eğlence çayırlık üzerinde dansların her türlü figürleri kendiliğinden oluşuyordu, herkes hayatından memnun saat bire geliyor fakat kimse yorulmuyor hala oyuna eğlenceye devam, artık Spil’in serinliği etkilemeye başlıyordu ki sıcak çorba zamanı dediler , çok ince ve güzel düşünülmüş tabii sıcak çorba içimizi ısıttı …
Bu saatten sonra oldukça kalabalık bir grupla “gece yürüyüşü” başladı…
Sabaha karşı o kadar geç yatılmasına rağmen…1200 metre yükseklikte… Çam ormanı havasının etkisiyle sabah erken saatlerde herkes ayakta idi… Kahvaltıda ne isterseniz… Açık büfe… “İzmir Konak Otelleri “ çok iyi ve ucuz hizmet verdi… Saat onbire doğru…Spil Dağında Seyir tepeye doğru bir yürüyüş yapıldı…Sıcakta pek de keyifli bir yürüyüş sayılmazdı…
Ancak 3 yıl öncenin Ali Fidan Beyin Katod grubuyla yapmış olduğumuz yürüyüşleri, başımıza gelen olayları, anıları Gülay’la yâd etmemiz ayrı bir hava verdi… İzmirli Dostlarımızı ve Doğa tutkunlarımızı böylece anmış olduk, kulaklarını çınlattık.
Yürüyüş sonrası… Etkinlikler birbiri ardına devam ediyordu… Lambada dansıyla çıtaların altından geçtik tabii kolbastı misket oyun havalarını da es geçmedik, halaylar çektik bu etkinliğe katılamayan arkadaşların kulaklarını çınlatıp onların yerinede oynadık.
Halk oyunlarını seyrettik. Kafkas oyunları oynayan çocukları izledik, onları hazırlayan giysilerini elleriyle dikip, onları çalıştıran, kendini onlara adayan öğretmenleriyle tanışıp kutladık.
Yine çeşitli yarışmalar devam etti. Bu arada yiyecek ve içecekler aynı şekilde devam ediyor, hatta bu gün çocukluğumuzu da hatırladık macuncu ve kadercide getirmişler… Zirve dağcılık Kulübü Başkanı Orhan Kozan beyle beraber nostalji yapmış olduk, macunlar yedik, tavşanlara kader kağıtları çektirdik. Derken yarışma sonuçları zorda olsa açıklandı tekrar oyunlara devam edildi. Her şey çok güzeldi fakat artık gitme vakti gelmişti ayrılmak orayı bırakıp dönmek zorundaydık çünkü yarın mesai var.
Toplandık oradaki arkadaşlar ve Orhan Kozan Bey sağ olsunlar bizi yolcu etmeye gelmişlerdi. Vedalaştık seneye 10 uncu yılda buluşmak üzere ayrıldık fakat eğlence bitmedi yol boyu devam etti, defler, kaşıklar, ziller derken feribot kuyruğuna geldik tabii hafta sonu olduğu için kuyruk felaket durumdaydı ama bizi etkiler mi?
Tatlı sohbetlerle nasıl zaman geçti anlamadık güzel geçen feribot yolculuğu ile sabaha karşı İstanbul’ a kürkçü dükkânına döndük.
Harika bir hafta sonu geçirdik darısı seneye bu gezinin anıları biz bir süre idare eder.
GÜLAY&MEHMET YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL-HAZİRAN 2009
























12 Haziran 2009

ÇUBUK GÖLÜ KIYISINDA KAMP VE BİLİNMEYEN BİR YERE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ

((Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.-
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da…
Ya! Canım ellerini tutmak isterse...)))
CAN YÜCEL
EVLİLİĞİMİZİN OTUZÜÇÜNCÜ YILINDA…
Çubuk Gölü kıyısında Çadırlı Kamp ve Bilinmeyen bir yere Doğa Yürüyüşü
:
12HAZİRAN2009 Bugün evliliğimizin otuz üçüncü yıldönümünü kutlamanın keyfi ile dopdoluyuz… Sabah eşimle bu keyfi paylaşıp alnına öpücüğümü kondururken…
Bu keyifli anı yakalamanın çok da kolay olmadığı; bu anı yakalamak için nelerle boğuştuğumuz, nelere birlikte katlandığımız, her sendelememde bana nedenli destek olduğu usumdan birbiri ardına akmaya başladı…
Bu akış beni; ötelere götüreceğine kaynağına doğru çekmeye başladı… Kaynağına doğru sürüklenmeye başladığımda yüksekteki Ak Yarlar arasından serpintileriyle ıslanmaya başladığım yüce bir şelaleyle karşılaştım…
Güneşin, damlacıklar üzerine yansımasıyla her bir damlacığın konfetiye dönüşerek başımdan aşağı yağmaya başladığı bu şölen ortamında; gözümü aralamaya çalıştım: Şelalenin tam kaynağında elinde bir ağaç dalı ve başında rüzgârın tesiriyle dalgalanan tülbent başörtüsü ile suratındaki şefkat ve keyfi yansıtan gülüşü ile “Sevgili anamı” gördüm…
Onun “naif gülüşünde; Gülay ve benim otuz üç yıllık evlilik sürecimizden ve evlilik üzerine; “karşılıklı fedakârlığın” “karşılıksız katlanmaya dönüşmesiyle katmerleşir” düşüncemizden memnun olduğunu ve bize hayırlı mutluluklar ve sağlıklar dilediğini sezinledim… O kadar mutluydum ki…
Yosunlara bulanmış… Kayalar üzerinde kaynağa bir hamle daha yapıp ulaşmak isterken… Şelalenin buz gibi sularına gömüldüğümde…
Kendimi Şaşkın şaşkın Gülay’ın gözlerinin içine bakarken buldum… Aslında gözlerinin derinliğinde kaybolmuştum…
Kaybolmak; nereden geldi aklıma?
Sanırım? Hepimizin çocukluğumuzdan beri tek korkusu, yitmek, gözden uzaklaşmak, yok olmak anlamlarını taşıyan… “Kaybolmaktan” korkmuşuzdur…
Sanırım bizi içine hapseden bu duygu; saf, temiz ve korumasız çocukluk dönemimizden kalma “yaşam acemiliğimizin” sonucudur…
-Şimdi şu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim?
-“Yaşam acemiliğimiz” hiç sona ermeyecek mi?
-Bu tamamen size bağlı…
İsterseniz… Yaşam acemiliğinin bir çeşidi olan “doğada yaşam acemiliğine” örnek olabilecek, geçen haftalarda “doğada kayboluşumuzun” hikâyesini anlatayım…
-Bakalım Gülay’la benim “Kaybolma” konseptimizi nasıl bulacaksınız?
Ayakizleri Doğa yürüyüş Grubu ile kıştan kalma bir isteğimizi yerine getirmek için Çubuk Gölü kıyılarında kamp kurmak üzere İstanbul’dan ayrıldık; ilk durak Taraklı kasabası, ilk iş Pazar yerinde alışveriş yaptıktan ve yöresel yemeklerinin tadına baktıktan sonra Göynük ikinci durağımız oldu…
Burada bir grup Sakarya anıtına çıkarken bizim gibi birkaç kez gelenler Remzi Beyin önerisine uyarak Göynük usulü yemeklerin yapıldığı bir lokantaya gittik… Yenilen yemekler gerçekten yöresel ve özeldi… Buradan doğruca Çubuk gölüne gittik, kıyıda uygun bir yer arandı ve çadırları kurmaya başladık… Ancak... Gölün kıyısına yakın çok sayıda çadırın kurulması dikkatimizden kaçmadı… Çadırımızı kurarken sormayın öyle keyifli idik ki… Remzi Bey ve Ulaş Hanım da yardımlarını esirgemedi…
Çadırı kurarken tüm profesyonel bilgilerimi uygulamama rağmen… Sabah kalktığımızda Gülay’ın yattığı yerin taşlık ve eğimli olduğunun farkına, ancak Gülay sabaha kadar kaydığından ve taşlar battığı için uyuyamadığını anlatınca farkına vardım…
Akşamsefası öncesi tam tepedeki kamelyada köy ve gölün manzarasını seyretmek başka güzeldi… Doğaldır ki bu güzellik doğaseverlerle bir kat daha artıyordu… Akşamsefası, doğrusu gerek yemek gerekse Taraklı’nın meşhur cümbüş, klarnet faslı ile ateş etrafındaki eğlence ile sona erdi… Ancak birkaç kişi eğlence devam ederken köye Remzi Beyin bildiği bir köylü ile sohbet etmeye gittik...Köylü amca ile sohbet ederken bizleri etkileyen tek anlatımın adamcağızın "tek başına" kaldığı idi...Doğanın güzelliklerinin farkında bile değildi...Yalnızlık...Ulu Tanrıdan dileğim...Kimseyi yalnız bırakmaması idi...
Sabaha; gölün ve çam ormanının duru ve berrak ve gölün vırrrrrak diye konserini eksik etmeyen Çubuk göllü kurbağaların “günaydın” deyişi ile gözümüzü açtık…
Hemen çadırın içindeki uyku tulumları ve diğer eşyalarımızı toplarken birkaç saat sonra başlayacak “”SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ” için sırt çantasını hazırladık…
Göl kıyısında kurbağa senfonisi eşliğinde kahvaltı yapmak bizler için ayrıcalık idi…
Kahvaltıdan sonra 52 kişilik gruptan yaklaşık 20 ye yakın bir grupla yürüyüşe başladık birkaç kilometre gitmedik ki gruptan kopan arkadaşlar yüzünden yürüyüşün ahengi grileşti…
Doğrusu… Gülay’la İzmir’de, Doğa sporları Kulüpleriyle yürüyüşe başladığımız günlerdeki deneyimimizle kendimize şu konsepti edindik…“” Doğa yürüyüşü doğanın şartlarına uyum için yapılır… Amaç Doğaylabaşbaşa’lığı deneyimlemektir… Bu şartları zedeleyen kişiler varsa da onların etkisi altında kalınmaz… Şayet Arazide yön kaybedilmiş ise “yardım talep edilmeden rehberin işine karışılmaz…”” Esas olan kaybolma anını iyi deneyimlemek ve adrenalini tadabilmektir… Yıllardır… Bu amaçla binlerce adım attık… Yaradan’dan Nice adımlar atmayı diliyoruz…””
Kapıorman Dağlarının derinliklerine doğru tırmanıyoruz… Yürüyüşten kopan iki kişiyi aramak üzere giden Necati Bey olmak üzere üç kişi yok…
Güneş hangi yöne dönsek ya yüzümüze ya da ensemizin köküne çarpıp duruyor… Öyle de yakıyor ki sormayın… Yaklaşık 900m rakımdan 1590 m. lere doğru tırmanma, güneşe rağmen Gülay’la çiçeklerin tek tek pozlarını alarak keyifli hale getirmeye çalışıyoruz… Ama molayı da dört gözle bekler haldeyiz…
Ormanlık alana giriş bir “kurtuluş anı” aman nasıl seviniyoruz… Çocuklar gibi… Çubuk köyünden beri bizi terk etmeyen karabaş… Yemek molasında da yanı başımızda… Herhalde sadece “karın tokluğuna” bu kadar kilometre yol yürümek?
Mola sonrası kuzey doğudan görünen kümülüsler üzerimize öylesine abandı ki… Sis içinde kaybolma sonucu Karşı vadiye geçiş yeri biraz(kilometrelerce) ötelendi…
Hüseyin Bey, önde yürüyüş grubu arkada “merakla kaybolduk diyenlerle”… “Gülay’la benim gibi kaybolmanın keyfine nasıl varabiliriz” peşinde koşanlar olmak üzere iki gruba ayrılmış durumda idik…
Şimşir ağaçlarının arasında iz bulmaya çalışıyorduk… Fakat iyi ki de kaybolmuşuz… Öylesine yüz yıllık kayın ormanını ilk kez görüyor gibiydik… Sonra bir yayla evindeki Köylü ve bir koyun sürüsü ile karşılaştık…
Bu an bizim için adrenalinin sonu gibiydi… “Doğaylabaşbaşa’lığın acemileri” için kurtuluş olabilirdi… Köylü bize bir bölgeye kadar eşlik etti… Sonra zirvelerden kıvrıla kıvrıla berkitme yolu takip ederek aşağı vadiye indik…
Burada bizi almaya gelen Mesut beyin midibüsü ile Dokurcun’a hareket ettik…
İstanbul’a doğru yol alırken…
Çubuk gölünün kıyısında kurulan kamp ve ateş etrafındaki eğlence ve çadır içinde yuvarlanmaktan uyumaya vakit bulamayan Sevgili Gülay’ım gözümün önüne geliyordu….
Nice Evli çiftlere hayırlı sağlık ve mutluluklarla dolu evlilik yıldönümleri dileğiyle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
Evliliğimizin 33 yılında…
12 HAZİRAN-İSTANBUL