27 Eylül 2009

AYAKİZLERİYLE İSPANYADAKİ GEZİ İZLERİ

Nasıl bir duygudur… Bu?
Dağların ve Doğanın; onun bilinmeyenlerini keşfetme… Ne ile karşılaşacağını… Bilememe? Sadece ve sadece… Karşılaştığın anı yaşama ve yüreğinin çarpıntıları ile kucak kucağa kalma… Varsa yanında “can dostun” bu anı onunla paylaşma… Yüreğinin sağ karıncığı ile sol karıncığı arasındaki kanın bile nasıl temizlendiğini hissetme…
Ya da ya da… Dizlerinin bağının çözüldüğü anda …”Can dostunun” gözlerine bakarak ondan enerji alarak belini doğrultma isteğini kazanma ve…


Ona tutunarak kendini bir sonraki bilinmeyene sürükleme…
Bu kez keşif yeri “İSPANYA”; Yıllardır…”Doğaylabaşbaşa” olmanın alışkanlığı ve genel felsefesi ile… Sabahın köründe 170300EYLÜL2009 de İstanbul’un caddelerinde havaalanına götürecek servise binmek için; yürüyoruz… Ayakizleri’yle Atatürk Havaalanına oradan da İspanya Gezisi için; Madrid’e uçacağız…
Hüseyin beyin yapmış olduğu planlama doğrultusunda İspanya’da; Madrid_Toledo_Cordoba_
Sevilla_Ronda_Granada_El hamra sarayı_Barselona_Gırona_MontSerrat
yerleşim yerlerini
Müzeler ve ören yerleri dâhil gezmenin keyfi içinde Türkiye’mize döndük…
Yaklaşık on günlük sürede adım ölçerime baktığımda toplam yaya olarak 127 Km yapmışız… Aman be kardeşim! Aklınızın zoru ne! Der gibisiniz… Ben de inanamadım…
Ama adım ölçer öyle gösteriyor…
Aklının zoru kısmı ise “felsefe ile alakalı” olsa gerek…
Peki, bu gezi zamanını nasıl sağladık… Sabah 0600-0630 arası kalk_0200 veya 0330 da yat… Bu yatma saati… Sevilla ve Barselona’da Sabah 0500 buldu...
Yine de Gülay’la bana yetmedi diyebilirim…
İşte Doğa gezi felsefemiz ne ise; İspanya’daki gezi konsepti de aynı idi… Benim amacım… On yıl öncesi bir NATO toplantısı için gittiğim de özellikle “Toledo da bir kilisede” buraları Gülay’la birlikte görmeyi çok arzuladığımı ve bunun sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesini dilemiştim… Bu dileğim gerçekleştiği için çok mutluydum…
Diğer bir yan ise; İspanya ile bugünkü İspanya arasındaki fark ile… Gülay’la birlikte düşündüklerimiz ve Trekking parkurlarının bulunduğu MontSerrat heyecanı ile Ronda hakkında gözlemlerimiz…
Tabii ki çok iyi bildiğiniz… Endülüs ve… Katalunya… Hepsini bir arada yazmak yerine bölüm bölüm… Yazmayı düşünüyoruz…
BİRİNCİ BÖLÜM… MADRİD… VE İLK ŞOK
İberia ile uçuşumuz yaklaşık üç buçuk saat sürdü… Uçak alçalmaya başladığında Konya ovasından farklı bir görünüm yoktu… Manzara tanıdıktı… Yaklaştıkça... Eski fabrika benzeri yerlerin yıkıldığı bir inşaat seferberliği görünüyordu… Bu görünüm İspanya yolculuğumuzun sonuna kadar şehir içindeki yolların, meydanların kazılması ve binaların yenileme ve onarımı dâhil olmak üzere devam etti…
Merak ettik… Bir İspanyol’a sorduk bu inşaat nedir? Diye AB’den destek aldığınızı biliyoruz…dedik..Yardımdan haberinin olmadığını…Ancak her otonom bölge “İspanya’daki” ekonomik krizin etkisini azaltmak ve işsizliği azaltmak için; iş alanları yarattıklarını söyledi…
Bu arada Halen 17 Otonom bölge ve İki özerk Şehirden meydana gelen ve Krallık olan İSPANYA; MS. 711 yılında kurulan ve İberik yarım adasında yaklaşık 800 yıl hükümranlık süren Arap Endülüs Emevi’lerinin, 1492 yılında yıkılmasından sonra dört birleşik Krallık olarak yeniden kuruluyor…
Ve ülkede Endülüslü Müslümanlara ve Yahudilere karşı yürütülen soykırımın en önemli failleri olan Aragon Kralı İkinci Fernando ile Kastilya-Leon Kraliçesi İsabella ile birlikte (geçtiğimiz yıllarda Vatikan tarafından aziz ilân edilmişlerdi.) Yahudi ve Müslüman avı; işkencesi ve sürgünü başlıyor…
Bugün de etkisini sürdüren Katolik Hıristiyanlığın mabedi haline getiriliyor…On yıl önce İspanyol subaylar; Toledo’da kilise duvarlarında halen asılı duran kelepçelerin işkencelerde kullanıldığı ve buralara asıldığını anlatmışlardı…Ancak bu kez..İspanyol rehber…Böyle bir şeyi bilmediğini söyledi…
1936 yılından 1939 yılına kadar bildiğimiz İç Savaş yaşanıyor…
1939 Yılında Yönetime el koyan Franco dönemi… Tam 36 yıl sürüyor… Franco da İspanya’nın 3 Saç ayağı olarak KATOLİK HRİSTİYANLIK_AİLE_ORDU bağlılığını esas alıyor…
Franco’nun ölümüyle 1975 yılında Krallık dönemi tekrar başlıyor…
1986 yılında ülkedeki ayrışma sancılarının kendisine sıçramasından çekinen Fransa’nın da desteği ile Otuz altı yıllık cunta geçmişine ve AB kriterlerine uyuma bakılmadan AB içine alını veriyor…
Madrid Havaalanındayız… On yıl öncesi ile mukayese bile edilemez… Mükemmel bir yapı haline bürünmüş, bagajlarımızı almak için kat ettiğimiz yürüyen merdiven yolculuğuna yeraltı treni yolculuğu da katıldığında bizi nereye götürüyorlar diye düşünmemize neden oldu… Sonra… Madrid panaromik gezisi; gri bulutların ve çiseleyen yağmur nedeniyle bize pek keyif verdi diyemem… Ancak haklarını da yiyemem mimari tarzları ve sanatkârlarına verdikleri önem ve eserlerini koruma ve bu eserleri devam ettirme azimleri… Kendisini çok iyi yetiştirmiş Rehberimiz Tekin Bey tarafından “Madrid caddelerini Napolyon’a borçlu olduğu anlatılıyor… Ordularını geçirmek için daracık caddeler genişletilip bugünkü haline getirilmiş…
Koruma; Bakım; Temizlik; Eskiye ve sanatkârına önem verme düşüncesi; hiçbir yönetim tarafından değiştirilmemiş… Eser ve yapısını korumayan kişi ve kuruluşlara karşı aldıkları “sert önlem ve cezalar” günümüzde de devam ettiğini duyunca kendi ülkemi de göz önüne getirerek… Neler düşünmedim ki…
Başkent Madrid İspanya’nın Kastilya otonom bölgesinde... Burada gördüğümüz gönderlerde üç bayrağın yer alması bizim için değişik bir şeydi… Ortada İspanya Sağda AB: Solda ise Otonom bölge bayrağı… Şehir içinde ve şehirlerarasındaki levhalar üzerinde genelde İspanyolca seyrek olarak da İngilizce yazıyordu… Ancak bu özellik Barselona’ya ayak bastığımızda değişti… Katalunya’ya Hoş geldiniz ve Katalunya bayrağı hâkim unsur… Gariptir… Yol Levhalarında birinci sırada Katalanca ikinci sırada İngilizce Üçüncü sırada İspanyolca yer almakta idi…
Binalar ve yapılar sömürgelerden getirilen bulunmayan ürün, bitki ve eserlerle donatılmış… Müzeler… Eserlerin sergilenmesi… Tek kelime ile mükemmel…
Başlarımız binaların tepelerindeki… Kocaman heykellerde… Sonra onların altındaki işlemeli… Barok mimari tarzla bezenmiş… Binalar… Öylesine ezici etkisi altına alıyor ki… Şaşkınlığımız… Yorgunlukla birlikte daha da artmakta… Bu şaşkınlık içinde ilk yankesicilik ile; “Mayor de plaza “da tanıştık… Sonra yakamızı bırakmadı… İlk günler çantayı kaptırmamak için tüm dikkatimizi güvenliğimize vermekten… Keyifli bir şekilde dolaşamaz olduk…
Fakat en güzel çarpılmamız… Tapas’çının aynı sandviçlerin parasını hem benden hem de Abdullah Beyden almasıydı... Gülay’ın şapka ve fularını da otel odasında çalındığını fotoğrafları incelerken öğrendik… Ve karar verdim bir daha… Yurtdışına çıkışlarda rahmetli annemin usulünü uygulayacağıma söz verdim… Don içine “ Gizli kese”…
İşte bu noktada artık gezi keyfi yerini korku, endişeye dönüşmeye bırakmaya başladığında… Bir dağcının şu sözünü hatırladım… KORKU CESARETİ KIŞKIRTIR… CESARET İSE İNSANI KENDİ KADERİNİN USTASI YAPAR…
Bahsettiğim gibi amacımız… Bizi etkisi altına alacak heyecanlandıracak yeni şeyleri keşfetme ve bundan haz alma idi… Sırasıyla da bunlar gerçekleşmeye başlamıştı… Ancak sadece ŞAŞKINLIK VE BİZ NEDEN YAPAMIYORUZ… VEYA NEDEN KURALLAR BİZ TÜRKLERİ BU DENLİ SIKIYOR… DÜŞÜNCELERİNİN ETKİSİ ALTINDAYDIK…
İŞTE YENİ BİR KEŞİF İSPANYOLLARIN EVİ HALİNE GELMİŞ… TAPAS CAFELER… Dolu dolu domuzun hâkim yiyecek olarak yer aldığı bu yerlerde; biraz da ucuz ve yasak olmayan yiyeceklerden “La Paella” ve “ Kalamar” kısacası deniz ürünleri bizim… Temel yiyeceğimiz oldu…
O kadar rahat insanlar ki… Bir birayı iki saatte yudumlayabiliyorlar… Ve bu denli sohbet olmaz… Ne konuşur iki kişi arasında…Hayran olmamak elde değil… Oysa onlar da Akdenizli sayılır… Bizim gibi… Bir yetmişliği kısa sürede bitirmeleri gerekir… Öyle değil… Bir saatte tabak tabak mezeler, kebaplar, dolmalar ve benzeri ürünleri bir solukta bitiren bizlerin masa kültürü ile o denli farklılık var ki…Bu rahatlık ve Siesta…Tüm ülkede yaygın…
DEVAM EDECEK...
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
27EYLÜL2009_İSTANBUL

17 Ağustos 2009

AYAKİZLERİYLE ÖZEKDERE ÇADIRLI KAMPI VE YAŞANANLAR

AYAKİZLERİ’YLE ÖZEKDERE’DE ÇADIRLI KAMP VE YAŞANANLAR…
Hafta sonu Ayakizleri Yürüyüş Grubu ile neler neler yaşadık… İsterseniz Özekdere Çadırlı Kamp etkinliğinde yaşadıklarımızın anlatımına bu kez ben sondan başlayayım… Sonra Gülay anlatımına devam eder. Sansarak kanyonunda ki yürüyüşle başlayan ve Cennet gibi çayırlıkların ve etrafını ulu ağaçların çevrelediği Özekdere çadırlı kampından ayrılışımızda, çadırlarımızı araçlara yükledikten sonra, yirmi altı Ayakizi önce Menevişe yaylasının kıyısından sonra Menekşe yaylasına ulu ağaçların korumasında ki yürüyüşümüz, Ay tepe’de sona erdi… Yürüyüşümüz esnasında çok şiddetli yağmura yakalanmamıza rağmen o ulu gökyüzünü örten ağaçların yaprakları bizlerin şemsiyesi oldu… Serinlik, iliklerimize kadar işlemişti...Ay tepe’den araçlara bindiğimizde yorulduğumu öylesine anladım ki…
Bir ara Yuvacık barajının maviliği ile gökyüzündeki yağmur taşıyan kümülüs bulutlarının karalığını hatırlıyorum… Uyumuşum, uyku mahmurluğu ile Kocaeli’nde bir ara mola verildi… Yorgunluğa bir de aşırı sıcak ve nem eklenince başımı tutamaz oldum…
Gözlerimi açtığımda; İstanbul’dayız yol boyu ilerliyoruz… Araçtaki arkadaşlar keyifli bir kamp ve doğa yürüyüşü yapmanın mutluluğu içinde evine yaklaşan araçtan inmeye başlamıştı...
Otobanın hemen yanı başında yeşilliklere yayılmış insanlara baktım… Kimi bir grup oluşturmuş çimler üzerine serilmiş sofra başında yemeklerini yerken sohbetlerini de eksik etmiyorlardı… Kimileri de mangal başında ızgara yapma keyfi peşinde… Güneşten korunmak için yol boyu dikilmiş leylandi ağaçlarının duldasına sığınmış durumdalardı…
Bu yeşilliklere yayılmış, yanlarından geçen binlerce aracın egzoz dumanını dahi hiçe sayan, kalabalık aileler; belli ki düşük gelirli ve geleneksel dokuyu koruyan, yiyeceklerini-içeceklerini almış, mangala etlerini çoktan koymuş, hafta sonu tatilini mutlu bir şekilde geçirme telaşındaydılar.
Yaprağın kımıldamadığı, terden insanın sırılsıklam olduğu bir günde gözlemlediğim bu ailelerin sergilediklerine… Aracımız içinde arkadaşlardan bazıları da AAA! Hallerinde, hayret verici nidalar bile atmakta idiler…

Aslında eğlence ve dinlence gayretkeşliği içindeki bu kişiler; İstanbul’da itilmiş, yalnız bırakılmış, hiçbir zaman bu kente ait sayılmamış, sadece seçimden seçime hatırlananlar idi. Kadıköy Hasanpaşa otoyolunun kenarlarında dahi durum farklı değildi…
Kendilerini Seçkin sayan ve çoğunlukla da bu kişilerin sosyal yapılarını istismar eden yerel yöneticilerin; gücü olmayan bu gibi aileleri, yoğun trafiğin etrafındaki yeşilliklerin; zehirlenmiş birer tuzaklı hatta mayınlı sahalar olduğu, buradan toplanıp salata yapılan otların “şifa” değil “zehir” olduğu yönünde sosyal katkıda bulunmalarını ve eğitim vermelerini ve uyarmalarını ne kadar isterdim…
Kesinlikle hor görme, aşağılama veya tepeden bakma niyetinde hiç olmadım ve değilim de: Sadece bu otobandan geçenlerin; çağdaş, demokratik, tüm sosyal haklarının bilincinde olarak yetiştirilmiş ve yerel yönetimler tarafından tüm sosyal istekleri karşılanan batı normundaki birinin; gördüğü bu manzara karşısında ne düşüneceğini veya ne düşündüğünü merak ettim…Beni gezinin sonunda bu görüntü çok etkilemişti...
İsterseniz şimdi de Gülay'ın anlatımlarını izleyelim...
Zevkli bir feribot yolculuğundan sonra kendimizi İznik’te bulduk, olmazsa olmaz dediğimiz Yusuf’un köftecisine gittik, tabi gelsin; köfteleeeeer, gelsin kuzu şişleeeeer veeee ekmek kadayıfıııı, karınlar doydu.
Üstüne kahveler de… İyi gitti doğrusu, arkasından yolculuğa devam, Sansarak kanyonuna yaklaştığımızda yürüyüşe katılacaklar midibüslerden indi veSansarak kanyonuna daldık, her yer yem yeşil, şırıl şırıl sular akıyor. Zaman zaman kayalara tırmandık zaman zaman göletlere girdik.
Hava çok güzeldi, ortam güzel, derken dağ tepe yürümeye başladık…
Tabii benim yaramaz bebeğim; her zamanki gibi suların içinde ne kadar gölet varsa hepsine girdi! Ara ara göletlerde mola verdik, birinci yaramaz Hüseyin bey kayalardan gölete atlıyor, arkasında sıra dolu... Ayakizleri taifesi herkes sırada tabii benim yaramazım da o atlamasa olur mu? Bol bol sularla çocuklar gibi oynayıp eğlenildi? Herkes o kadar neşeli o kadar mutluydu ki bugünün bitmesini hiç kimse istemezdi.
Sonra kanyon çıkışımızda arabaların beklediği yere yürüdük, bir de ne görelim kanyona katılmayan arkadaşlar karpuz kesmiş yiyorlar, üzerimizdeki ıslak giysileri değiştirip biz durur muyuz?
Hemen biz de karpuza yumulduk biraz dinlendik, sonra arabalara binip Özekdere’ye kamp yerine yakın bir yere geldik…
Etraf yemyeşil hemen eşyaları indirip önce çadırları kurduk, yeşilliğin üzerinde renga renk çadırlar adeta çiçek bahçesini andırıyordu.
Bazı arkadaşlar özel koltuklarını getirmişler, çadır önü keyfi yapıyorlar, neyse mütevazı davranıp çaya çağırdılar tabi kurabiyesiz çay olur mu? Çayımızı içtik, kurabiyeleri yedik bayağı keyifliydi. Sonra akşam yemeği hazırlığı yapıldı, üzerimizi değişip polarları giydik ve yemeğe gittik, ateşler yakıldı, patlıcan kebabı salatalar, yoğurt, ızgara köfteler çeşit çeşit meyvalar her şey tamam bir kuş sütü bir de( bizim koltuklar)): eksikti! Kuş sütü yerine aslan sütüyle idare ettik, o zengin arkadaşlar koltuklarını masalarını locaya hazırlamış keyfe başlamışlar, tabii imrendik gece boyu bizler yerlerde oturduk ve ben gece boyu Mehmet’i didikledim ama söz verdi, bir daha ki sefere mobilya (koltuk takımı yaptıracağım getireceğim) sen üzülme dedi.
Şaka bir tarafa, gece çok eğlendik güzel geçti. Sağolsun keyfi alemi iyi bilen başkanımız Hüseyin bey ince saz ekibi getirtmiş, yedik içtik oynadık bol bol güldük, hepimiz çok mutluyduk, bir de küçücük koltuğum olsaydı!! Sonra çadırlara döndük güzel bir uyku, derken sabah oldu, doğa çok güzeldi, güneş doğmuş pırıl pırıl bir hava, kuş sesleri ve kahvaltı; yine kızarmış ekmekler, Hüseyin beyin bir gün evvel ısmarladığı köy sütleri, çaylaaaar! Çeşitli reçeller şokellalar, zeytin, peynir ve köy yumurtaları yine bir kuş sütü eksikti, fakat biz onu taze sağılmış inek sütüyle telafi ettik…
Sonra toplanma vakti geldi, çadırları topladık, arabalara yükledik ve yürüyüşe katılan arkadaşlarla Menekşe yaylasına doğru yola çıktık. Geriye kalan arkadaşlar arabalarla bizim yürüyüş parkurumuzun sonuna gelip bekleyip bizi alacaklar.
Biz resmen rüyada gibiydik ara ara meyve ağaçları, erikler elmalar (tabii tadına baktık)bazen inek sürüleriyle karşılaştık zaman zaman yağmur da yürüdük.
Yer yer sağanak halindeki Yağmurda yürüyüş daha zevkliydi, dağ tepe dolaştık indik, çıktık derken Veysel amcanın değirmenine geldik. Yağmur dindi… Çaylarımızı içtik arkadaşlarımızın getirdiği elmalı kurabiyeler, lor tatlıları yiyip tekrar yola çıktık ama ne ile?
Bilin bakalım? (ünimoğ) Alman eski askeri kamyonu o yokuşları nasıl çıktı anlatamam… Arkadaşların bizi bekledikleri AyTepe’ye dinlenme yerine geldik.
Öylesine bir karşılama oldu ki… Bizleri karşılamadan çok üzerine bindiğimiz vasıtayı merak etmişlerdi?
Biz onlara yürüdüğümüz yerleri anlattık, onlar da bize yaptıkları şokella savaşını … Burada da Mükellef bir sofra hazırlandı; bulgur pilavı, karalâhana çorbası, mısır unuyla yapılmış köy ekmekleri, gazozlar, kavun, karpuz, yoğurt, tahin helvası fakat en güzeli bunların üzerine içtiğimiz çaylardı.
Yemek yerken; yağmur yağmaya başladı hem de ne kadar şiddetli… Sanki hava patladı… Olsun biz yine de çok keyifliydik, hatta eflatun ortancalarla fotoğraf bile çektirdik. Artık yolcu yolunda gerekti…
Virajlı yollardan Yuvacık barajı sırtlarından inerek, İzmit’e geldik kısa bir mola sonrası artık sırasıyla araçtan inmeye ve evlerimizin yoluna koyulmaya başladık…
O kadar güzel 2 gün 1 gece geçirdik ki ve bu bizi bir süre idare eder…
Darısı Sağlıklı ve keyifli bir başka etkinliğe...
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
01-02 AĞUSTOS 2009-İSTANBUL