BAHARIN
COŞKUSUNU DOĞADA YAKALAMAK
Baharın
gülücüklerini yakından hissetmeyeli sanırım bir buçuk yıl oldu… Şükürler olsun
ki tekrar o özlediğim keyfi Mayıs ayının başlangıcı ile birlikte tadabilmenin
farkındalığını yaşadım…
Doğal olarak can yoldaşım Gülay’ım ve arkadaşlarımla birlikte…
İlk doğa yürüyüşümüz… Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Bey rehberliğinde
oldu…
Yer Sakarya,
Bursa, Bilecik,Kocaeli vilayetlerinin sınırında Alıçlı Yaylası ve yürüyüş bitiş
noktası ise 1884 yılında çivi kullanılmadan inşa edilen ahşap Camii ile ünlü
Elmalı köyü…
İstanbul’dan
erken saatlerde çıkış sonrası alışveriş yapmak için ALİ FUAT PAŞA’ DA mola
verdik…
Doğruca Sakarya nehrini seyretmek üzere kıyıdaki kahvehaneye yürüdük.
Sakarya’nın
suyu bereketli, karşı yamaçlar yemyeşil, mola sonrası Pamukova’dan kuzeybatıya
doğru rampadan yaklaşık 900 m rakıma kadar araçla çıktık…
Rakım
arttıkça sarı sıcaklarda artmaya başladı… Ama Çilekli ve Hüseyinli köylerini
geçip Kemaliye köyüne yaklaştıkça doğanın coşkusuna daha da ortak
olabiliyordum…
Daha araç
içinde iken tanık olduğum doğanın coşkusunu paylaşabilmek için deklanşöre
basmaya başlamıştım… Yeşilin tüm renkleri, araya serpilmiş mor ve sarı renkler…
Çayırlar
boyu yayılan küçük ve büyükbaş hayvanlar… Köyün çatılarını görüyorum… Tek tük
bacalarından tüten duman köydeki canlılığı gösteriyor…
Patlak dere
boyunca ilerlememiz devam ediyor… Araçlardan inip sırt çantamızı ve botlarımızı
kuşanıyoruz… Bugün kü yürüyüşümüzde yeni yüzler oldukça fazla, Bir taraftan
yarenlik ederek bir taraftan Patlak dere boyunca yürüyüşümüz esnasında
gördüğümüz tüm güzellikleri kaydediyoruz…
Aman Allah’ım
Sarı sıcak öylesine etkili ki dereceme bakıyorum…31 – 32 derece bereket
başımızdaki lejyon tipi şapkalarımız oldukça koruyucu… Bu tip şapkaları ilk
defa LİKYA YOLU yürüyüşünde kullanmıştık…
Yemek
molasını peynir-yaz helvası- ile Patlak derenin yanı başında geçirdik… Tabii
fotoğraf makinası boş durmadı…
Gördüğüm tüm güzellikleri usuma nakş etmek
istiyordum…
Tok karnına
yürüyüş başladığında; sıcak ve rampa birbirlerine arkadaş olunca biz de
zorlanmadık dersek yalan olmaz… Kısa molalarla bu zorluğu da atmış olduk…
Barış’la
birlikte; üç yıl önce gece yaptığımız yürüyüşün sabahını “armut ağacı”
üzerindeki maceramızı anlatarak bir an önce o bizim için anlamlı “armut
ağacına” varmayı bekliyorduk…
Hatta o
yürüyüş sonrası aynı parkurda Gülay’la yürümeyi çok istemiş ve bu isteğim de “Gülay’la
birlikte “ gece yürüyüşü ile aynı armut ağacına çıkmayı da gerçekleştirmiştik…
Şimdi tek
arzumuz bu bizim için çok önemli olan ve üzerinde “çoban sundurması da bulunan”
armut ağacını bu kez Esma’ya göstermek ve çıkış fotoğraflarımızı çektirmek idi…
Yoğun kayın ormanını geçtikten sonra bizi ilk karşılayan “ALIÇLI YAYLASI” oldu…
Çocuklar gibi şendik…
Tüm yüzlerin
tebessüm etmesini sağlayan bu muhteşem doğa güzelliği karşısında içimden sadece
“Tanrıya şükretmek “ geldi…
İster
istemez doğanın bağrında “Anamdan ve doğadan” yıllar içerisinde hissederek öğrendiklerimi
tekrarlamak istedim… SABIR… KATLANMANIN SONUCUNDA ELDE EDİLEN EN İYİ ÜRÜNÜN
ADIDIR.
KİŞİSEL
dürtümüz, doğal olarak; “UMUT ETTİKLERİMİZİ, ZAHMETSİZ ELDE ETMEKTİR. YA
KORKUMUZ NEDİR? UMUT ETTİKLERİMİZİ ZAHMETSİZ YAŞAYAMAMAK VE ELDE EDEMEMEKTİR…
BANA GÖRE “KORKU” NUN ta kendisi budur…
OYSA
ÇOCUKLUK YAŞIMDAN BERİ Kİ “ANNEMİN BANA ÖĞRETTİĞİ ÖĞRETİ BUYDU” ZAHMETLE KAZANMAK… KAZANDIĞINI AĞIZ TADIYLA
YİYEBİLMEK, YEMEK İÇİN DE ACELE ETMEMEK, YİYENLERİ DE GÖZLEMLEMEMEK, MUKAYESE
İÇİNE GİRMEMEK…”
Doğanın en
küçük zerresini dahi kaçırmak, atlamak istemiyorum…
Tam dört
ilin Bursa, Sakarya, Bilecik ve Kocaeli illerinin kesişme noktasındayız…
Öylesine
yayılmışız ki yeşilliğin bağrında Nirvana’dayız… Hemen Gülay’ımın ayağına
bandaj yaptım, bot oldukça vurmuş yer yer de kanama vardı? Biraz önce de
bahsettiğim gibi bu kadar güzelliği yaşamanın bir bedeli var. Bu güzelliği
görebilmek için bu ve buna benzer sıkıntılara “katlanmak” zorunluluğu var…
Yaşam Felsefemiz böyle…
Dilimizde ki
“ARMUT AĞACI” zihnimizde öylesine iz bırakmış ki… Bu güzelliği hemen görmek
istiyoruz… Hemen oraya varalım… O anları tekrar yaşayalım istiyoruz…
Alıçlı
yaylasında ki mola sonrası yürüyüşe başladık… Ha vardık… Diye diye sonunda “Armut
ağacını gördüm” ama kendimi tutamadım… Bunca saat yürüyüş sonrası kendimi
koşarken buldum…
Armut ağacına yaklaştığımda bundan üç yıl önceki haliyle aynı
mı? Bir yerlerine bir şey olmuş mu? Diye incelemekten kendimi alamadım…
Armut
ağacını; tüm vadiye hâkim konumu ile
mağrur ve kendinden emin bir halde buldum… Sanki bak ben ne zorluklara
katlandım, göğüs gerdim ama yılmadım hala ayaktayım der gibiydi.
Ancak, sanırım o günden bugüne hiçbir çoban,
Armut ağacı üzerindeki sundurmaya çıkıp kestirmemiş? Çıkıp vadiye bakarak dalıp
gitmemiş? Hayallere dalmamış? Sundurmanın tahtaları doğa şartlarından bazı
çivisinden çıkmış ve onarım istiyordu? Çıkış basamaklarından bir ikisi kopmuş
idi…
Bu duruma
rağmen bir çırpıda ağacın üzerine çıktım ve sundurmanın üzerine oturdum… Sonra
Barış, eski günlerin anısına poz üzerine poz. Biraz sonra maşallah Gülay’da
yanıma çıkmıştı…Çok keyifli
idik…
Bakalım bir
daha ki sefere, benzer hisleri ne zaman yaşamak kısmet olacaktı?
Buradan ver
elini Elmalı Köyü?
Manzara
muhteşem… Arazi hâkim kesimden mahkûma vadi tabanına doğru alçalıyor...
Yaklaşık altı, altı buçuk saattir, yürüyoruz… Köyün camii görünüyor… Ama o güzelim
tarihi camii göremiyorum… Çitler çitler…
Ayrı bir düşünce âlemine götürüyor
beni… Bu çitler… Bir düzine çit fotoğrafı çeksem… Usanmam hatta ilerde sadece
“ÇİTLER” diye bir fotoğraf sergisi açarsam şaşırmam…
Gülay’ın
ayağı artık dayanılmaz boyuta gelmesine rağmen Elmalı Köyüne doğru kendisinden
poz vermesini istediğimde gülümsemeyi ihmal etmedi…
Gülay’ın bot
acısına şahit olan Esma’nın dikkatini çekmiş olacak ki…”Gülay abla bu kadar acıya
rağmen Mehmet abinin poz ver demesine “gülümsüyorsun?” dediğini duydum…Bana göre
muhteşem olan da bu anlayıştı… Acı içindeyken… Gülümsemek… Yürüyüşlere
geliş nedeni de sadece ben idim…
Gülay, yavaş
yavaş köye doğru gelirken ben izin isteyip yaklaşık 130 yaşındaki 1884 yılında
hiç çivi kullanılmadan inşa edilen camiinin son durumunu görmek için acele ettim.
Âdeta koşar adımla camiye doğru ilerledim…
Camiye
vardığımda kullanır durumda olduğunu görmekten çok mutlu oldum… Çünkü dört beş
yıl önce Diyanet vakfının başlattığı her köye/beldeye bir camii projesi
kapsamında bu caminin karşısına da bir büyük beton camii yapılmıştı…
Ancak
duyduğum kadarıyla halk bu tarihi camide namaz kılıyormuş. Kendi kendime nasıl gelmesin?
Diye düşündüm.
Ahşap Caminin içine girdiğinizde içinizde istek yoksa dahi sizi Rükûa
götürecek hissin sarmalına giriveriyorsunuz…
Hemen abdest alıp iki rekât Allah
Rızası için namazı kıldığım da benden mutlu benden bahtiyar kimse yoktu…
Bu hissi hiç
tarifle anlatamam… Ulu Tanrıdan Gülay’ımla birlikte doğadan ve bu hissiyattan
ayırmamasını diledim…
Hüseyin Bey;
camii avlusunda akşam yemeği düzenini almıştı… Neler yoktu ki…
En başta
İznik Köfteci Yusuf’un köfteleri, köylülerin hazırladığı tereyağlı bulgur
pilavı ve tarhana çorbası… Ve diğer nevaleler…
Öncelikle
Gülay’ın ayağına yanımda ki ilk yardım çantasında bulunan merhemle pansuman ve
sargısını yeniledim… Sonra yemek ve İzmit – Yuvacık Barajı üzerinden İstanbul’a
dönüş başladı…
Yolda
yorgunluktan uyuruz diye düşünmüştüm ama doğanın içinde yaşadığım o güzelliğin
etkisinden olacak ki dingin bir şekilde gözüme uyku girmedi…
Bakalım bir
daha ki sefere Armut ağacı ve Elmalı Köyü Tarihi camisini ne durumda göreceğim…
BAHARDA İLK
DOĞA YÜRÜYÜŞÜ ARDINDAN
Gülay &
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL-MAYIS
2013