11 Şubat 2008

GÜRMÜZLÜ-KARASU VADİSİ-SANSARAK YÜRÜYÜŞÜ

DÜNYA BİR GÜNDÜR O DA BUGÜNDÜR
BİR GÜN BANA SORARLARSA
NEREYE KADAR DİYE,
PAYIMA DÜŞEN NE İSE
ONA BAKARIM
ONA TAPARIM
ONU ANLARIM,
EY SEVGİLİ, BİR GÜN
HÜZÜNLÜ BİR MELEK
YOLUMA ÇIKARSA,
MESELA BİR SİMYA HIRSIZI
KUCAKLAR TAŞIRIM ONU
YAŞAM NEDİR Kİ…
GÜNAYDINDIR, EY SEVGİLİ
GÜNAYDIN BAŞAKLAR
BAHÇEDE GÜLÜMSEYEN GÜLLER
DENİZ DİBİNDEKİ YOSUN
HAVADA GÖZLEYEN BULUT
MİNİK BALIKLAR…

ÜNAL ERSÖZLÜ(GENÇLİĞİN DÜN GECESİ)


INGALAYAN OĞLAK YAVRUSUNUN SESİ

Şubat’ın karalar bağlamış görünümü; kişide, kederlere, umutsuzluğa sürükleyecek bir daha da o sürüklenen yerden hiç çıkamayacakmış gibi bir his uyandırıyor.
Bu karamsar hava; nereye kadar devam edecek diye düşünmedik değil…
Üzerimizdeki mahmurluğu; Eskihisar’dan bindiğimiz araba vapurunun güvertesinde, martıların çığlıkları tepemizde patladığında atabildik diyebilirim…
Aynı zaman tünelinde gibiyiz, bir farkla ait olduğumuz bir yerden değil yabancı olduğumuz bir yerden ait olduğumuz bir yere gidiyormuşçasına…
Bizi ürperten dünden kalmışlıkların hesaplaşması yerine:
Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…
Yalnız bu yaşanacaklar ne benim ne de eşimin kontrolünde değil, tamamen rastlantısal olacak…
Atilla kaptan, bir buçuk aylık yokluğunun acısını çıkartırcasına virajları, rampaları ardımızda bırakarak yol alıyor.
Sağımızda İznik Gölü, zeytin ağaçları arasından bir görünüyor bir kayboluyor derken İznik’teyiz.
Bu denli temiz bakımlı bir kasaba göremedim dersem yalan olmaz.
“Makedonya Kralı Büyük İskender zamanında M.Ö 316 yılında kurulan ve tarih öncesi medeniyetlere ev sahipliği yapan İznik; her medeniyete başkentlik yapmış…
—M.Ö 279 yılında Bithynia Kralı tarafından ele geçirilen kent sonunda Romalıların eline geçer…
—Roma İmparatorluğu 476 yılında ikiye ayrılınca; daha sonra “Bizans” adını alacak, Doğu Roma İmparatorluğu toprakları içinde kalır…
Türk’lere başkentlik yapmış mı? Diye bir soru soran var galiba?
—Evet, yapmış…
—Ne zaman?
—Selçuklular zamanında: 1075 yılında fethedilir ve 1080 yılında Selçuklu İmparatorluğunun Başkenti olur…
—Ancak 600bin kişilik Haçlı ordusu saldırısı sonucu 1097 yılında şehir teslim alınır ve Bizanslılara teslim edilir.
1204 yılında İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesiyle Bizans Kral soyu, İznik’e yerleşir ve burayı Başkent ilan ederler…
1331 yılında Orhan Bey tarafından tekrar fethedilen İznik:
I. ve VII. EKÜMENİK KONSİLLERİN toplantısına ev sahipliği yapmış…
İznik, Hıristiyan âlemi açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Zira ilk ekümenik konsil, M.S. 325 tarihinde 218 piskoposun katılımıyla burada yapılmış ve Hıristiyanlık dinine hayat veren ve "İznik Yasaları" adıyla bilinen 20 maddelik karar Senatüs Sarayında alınmış.
İmparator I. Constantinus'un huzurları ile yapılan I. konsil şiddetli tartışmalara sahne olur. İskenderiyeli din adamı Arius'un "Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğu ve tanrıdan dünyaya gelmediği" şeklindeki kısa sürede taraftar toplayan tezi, toplantıya katılan piskoposları çileden çıkarır.
Sonuçta; bugün de savunulan Hz. İsa'nın tanrının oğlu olduğuna dair sav kabul görür.
Arius ve arkadaşları toplantıdan kovulur.
VII. ve son Ekümenik Konsil 787 tarihinde İznik'teki Ayasofya Kilisesi'nde yapılır.
Kısacası İznik Hıristiyanlık açısından önemli bir dini cazibe merkezidir.”
Biraz fazla mı tarihe girmiş oldum?
İyi oldu diyenleri duyar gibiyim…
Kenan ustanın yayın balığından yapılmış balık çorbası, pekmezle pişirilmiş kabak tatlısı en ünlü ev yemeklerinden…
Tadına bakmadan geçilmezmiş!
İznik’teki Ayasofya Camii ve Kilisesinin başlayan onarım faaliyetlerini de gördükten sonra aracımızla yolumuza koyulduk: Zeytin ve meyve bahçelerinin arasında kıvrılarak Elbeyli Beldesine buradan 700 metreye kadar tırmanarak Gürmüzlü üzerinden yürüyüşe başlayacağımız sırtlara kadar gittik.
Hemen tozluklar ve yürüyüş için kuşanmadan sonra baltalık meşe tipi ağaçlık arasındaki patikalardan yamacı tırmanmaya başladık.
Siklamenler topraktan başlarını çıkarmaya başlamışlar, çiğdemler henüz uyanmakta…
Gülay’la ilerdeki ağılı görünce öylesine yeni doğmuş bir oğlak görebilmenin ümidine düşmüştük ki…
Ama olmadı… Ağılın yanın dolaşarak geçip ilerledik…
Tepeye yaklaştığımızda rakım yaklaşık 1000 metre idi. Rüzgâr öylesine suratımıza tokadını vuruyordu ki bu duruma rağmen Karasu vadisini ve onun sol ötesindeki Sansarak vadisi çöküntüsünü de kapsayacak şekilde fotoğraflar çektirmeyi ihmal etmedik… Tekrar meşelik yamaçtan aşağı inmeye başlıyoruz, yerde kar yer yer diz boyu olmaya başladı, ancak kar çözülmeye yüz tutmuş… Botlar dayanıklı olmasına rağmen belirli bir süre sonra az da olsa su almaya başladı…
Öğle molası; dere kıyısında eski bir değirmen yanında verildi…
Hüseyin Beyin ifadesiyle, Elmalı Köyü Sığırhisar mahallesi değirmeni, Sansarak Kanyonunun giriş kısmı…
Öğle yemeği, bu kez tahin pekmez… Derenin şırıl şırıl akan suyunun yanında yanan ateş etrafında toplanarak çekilen fotoğraflar, videolar bu anı kalıcı kılmak için gösterilen gayretlerdi… Derenin karşı kıyısı karlarla kaplı ve tepeye kadar da kar görünüyor.
Hüseyin Beyin dizdiği taşlar üzerinden zıplayarak karşıya geçtik…
Birden bire dikleşen bayırı tırmanmaya başlamıştık ki Selim Beyin yardım isteyen sesi, daha önce böylesine bir durumla karşılaşmamıştık… Gurupta iki yeni bayan vardı, kıyafetleri de uygun değildi onlar zorlanmış derenin öteki yakasında kalmışlar, Hüseyin, Ceyhun Bey ve Zuhal Hanım yardım için gittiler… Bizler, Talat Bey ve Beyhan Hanımın eline kalmıştık…
Tepenin sağından yok yok solundan biraz berisinden biraz da gerisinden derken Sansarak Köyü çeşmesine yaklaştık…
Köyü görenler seğirtmeye başladılar ama Talat Beyin Komando nidası vadide yankılandı…( Askerliğini Komando Asteğmen olarak yaptığı belli idi ): ”Hiç kimse beni geçmesin… Elinize birer parça ekmek alın! Saldıran köpeklere verirsiniz… Sakın beni geçmeyin! (Allah yanında çalışanlara yardım etsin diyenleri duymadım dersem yalan olur)
Neyse birerle yürüyüş kolunda yürüyüşe başladık…
—Talat Beyi geçen oldu mu? Der gibisiniz…
—Kim cesaret edebilir ki…
Sansarak köyüne aydınlıkta girmek sanırım şans idi… Çoğu kez sürüler köye dönerken köye girmiş, köyü de ayrıntılarıyla görmemiştim… Kerpiçten evler onlarca yıl önceki özelliğini taşıyor,pencereden merakla bakan köylüler...
Aman Allahım Yürüyüşün başlangıcında düşlediğimiz…
“Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…”demiştim ya!
İşte o an gelmişti… Yeni doğmuş “oğlak” kucaktan kucağa dolaşıyordu.
Gülay’la koşturduk. O kucağına aldığında ben de videoya alma gayreti içindeydim… Baktım göbek bağı düşmemiş, bebek ıngasııııı ile oğlak melemesi arasında bir ses tonu…
Bu yakaladığımız “an” bize yetmişti…
Onu ağıla götürünceye kadar öylesine sevgiyle ve heyecanla izledik ki…
Ya oğlağın annesini sevgisiz bırakmak olur muydu?
Bu güzellikleri köy meydanındaki kahvehane ki güzellikler takip etti…
—Ne mi oldu?
— İznik köftesi ve Serpil Hanımın karalâhana çorbası, kömürde demleme çay… Köy ekmeği… Helva… Daha ne olsun…
En etkileyici olay da Hüseyin Beyin dağıttığı hediyelere köy çocuklarının sevinci idi.
Sansarak Köyünden İznik’e burada küçük bir mola İmren Kasabından köfteler ve zeytin alış verişinden sonra Yalova üzerinden vapurla Eskihisar’a… geçiş ve İstanbul'a varış bu kez oldukça erken oldu...
İnsanın iç dünyasını karartan karanlık hava ile başlayan, göbek bağı düşmemiş bir oğlakla tanışmayla sona eren yürüyüşümüz…
Kulaklarımızda ise; hala ıngaaaa dercesine meleyen yavru oğlağın sesi…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

Hiç yorum yok: