BURJUVAZİ BİZİ ÇALIŞARAK VE ÂŞIK OLARAK MUTLULUĞU BULABİLECEĞİMİZE İNANDIRDI…
Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Dedikten sonra başka bir konuyu yazmaya başlamıştım… Geçen ay… Şimdi ise öncelikle Alain De Botton’un düşünceleri ile kendi düşüncelerim arasındaki ayrıntılardan bahsettikten sonra… Taraklı’da yaşadıklarımızın ikinci bölümünü yazmak istiyorum…
Alain kitabında; yaptığımız” işin bizi mutlu etmesi gerektiği” yolundaki kanının çoğu kişi tarafından paylaşılan yaygın bir kanı olduğunu belirtmekte.
Oysa 18 nci yüzyıl burjuvazisinin “ zevkli olan her şeyin gerekli olana bağlı olduğu felsefesini” kişilere dayattığı için bu şekilde düşünülmek zorunda bırakıldığını açıklamaktadır.
Ve bu genel düşüncenin etkisiyle “Bir zamanlar çalışan bir kişinin mutlu olması mümkün değilken, şimdiyse boşta gezenin mutlu olmasının mümkün görülmediği düşüncesinin ağır bastığını vurgulamaktadır.
Ayrıca herkesin “iş ve aşkla mutluluğu” bulabileceği yolunda gayet burjuva güvencesinin içinde gizlice çöreklenmiş saygısızca bir acımasızlığın yeni farkına vardığını açıkladıktan sonra; İş ve aşkın (asla demese de) “ruhsal tatmin duygusunu” vermeyeceğini dillendirmektedir.
Kitabın ana fikri kendimce bu şekilde; bu düşünceleri bir yandan yazarken bir yandan da ilkokuldan meslek erbabı olmama ve emekliliğime kadar ki ve taze emeklilik dönemim yaşadıklarım ve yaşamakta olduklarım usumdan geçiveriyordu…
Ben Alain’in düşüncelerine aynen katılmakla birlikte kendisi bu incelemeyi ve düşüncelerini bir dünya kesitini izleyerek ve gözlemleyerek dile getirmiş… Ancak “kendi kalıtımsal kültürünün etkisiyle…”
Türkiye çok farklı bir ülke yöre üslupları farklı da olsa, Prf. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun tanımlamasıyla; “kültürel kalıtımın aynı olması” Türkiye’de; dünyanın her yerinde meydana gelen söz gelimi “ekonomik kriz” dâhil olmak üzere tüm krizlere gösterilen tepki çok farklı… Kısacası daha metanetli ve aile dayanışma içine girivermekte… Kızını veya oğlunu o kriz anında kendi ailesi içine alıvermekte ve krizi def etmeye çalışabilmektedir.
Bunun yanında Türkiye’mde Ortak düşünce; “ İş olmazsa aş olmaz “ hayat felsefesidir…
İlk bakışta yazarın düşündüğüne benzer gibi görülmektedir… Ama aynısı değildir… Huzuru ve mutluluğu da rafa kaldırmadan: Sadece karın doyurma sadeliğindedir…
“Anadolu Hayatının” özünde; olanla yetinme ve onunla huzurlu olabilme felsefesi hâkimdir… Hırs düzeyini asgariye indirerek yaşam kalite seviyesini gönlünün gülmesine odaklamıştır…
İlla ki; lüks evlerde, lüks arabalarda, lüks hayatı arama duygusunda değildir… Doğrusu materyalist düşünceden arınmış yapısı vardır… Dönüp aslı bozulmamış köylerimizin ruhsal dinginliği doğayla birlikte nasıl özümlediğini görebiliriz…
Kızdığınızı duyar gibiyim… Sen nerede yaşıyorsun, tuzun kuru der gibisiniz… Kızmanıza gerek yok…
Ben sadece gözlemlerime dayanarak gerçek, saf olarak; Türk’ün, “Kalıtsal Kültürünün binlerce yıl etkisiyle büyüyüp birbirine sarmal olmuş bu vatanda yaşayanların hatta aynı “kalıtsal Kültürü diğer kıta’larda devam ettirenlerin davranış bütünlüğünden bahsediyorum… Anadolu’nun öz olan felsefesini ortaya koyuyorum…
Şehirleşmiş… Ancak… Aslını kaybetmişlerden bahsetmiyorum…
Sanırım asıl olan… Aslına dönmek, duru ve mukayesesizliği esas alan bir doğal yaşam olmalıdır…
Şimdi aslımızın saklı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun ilk yurtlarından… Taraklı İlçesindeyiz… Her yanı buram buram Anadolu kokuyor… Asırlık 200’ü aşan konaklar… Ve yeniden aslına uygun yapılanmalar… İnsanın göğsünü kabartıyor… Ve aynı ruhu yansıtan Pazar yeri… Ayakizleri o gün kurulan yerel pazarın havasını solumadan edemiyor… Hep birlikte pazardayız…
Dikkati çeken ürünlerin başında cam kavanozlarda marmelat görünümlü “UĞUT” geliyor… Buğdayın çimlendirilmesiyle elde edilen bir ürün… Bana göre bu ürün antik öncesi bir ürün olmalı… Kısa bir alış veriş sonrası…300 yıllık konakların ve Ulu Tarihi çınar ağacının bulunduğu mahalleler arasında dolaşmaya başlıyoruz…
Ama mahallenin çocukları öylesine bizleri kartopu yağmuruna tuttular ki… Sizler çocuksunuz da biz sizden geri kalır mıyız? Hücum… Barış… Öncü… Ya ben? Ondan geri kalır mıyım? Soğuk etkilemedi dersem yalan olur? Soğuğun etkisinden kurtulmak için doğruca şehir meydanındaki kahvehanedeyiz…
Sonra ver elini karlar içindeki kaplıcaya… Su sıcaklığı… 30 derece seviyesinde… Kaplıca içinde sohbet öylesine etkindi ki Kaptan Atilla Beyin uyarısıyla çıkabildik… Kaplıca sonrası… Dinlenme soba başın da idi… Akşamsefası tarihi konakta kuzinelerde hazırlanan folyoda hamsi, teside kerevizli köfte… Ve neler neler… Ya ilerleyen saatlerde Hüseyin Beyin “sıcak meyveli şarap” ikramı… Konak sahibi İrfan Beyin, isteğimiz üzerine gönderdiği “”cümbüş”” faslı… Şarkılar… Şakalar… Oyunlarla geçen neşeli saatler sonrası sabah erken kalkmak üzere… Gece sona eriyor…
Ertesi gün İrfan Beyin lokantasında mükemmel bir kahvaltı… Buradan ver elini Bolu, “Göynük”’e… Karlarla bezenmiş yollardan yavaş yavaş ilerliyoruz… Göynük yeni yağan karlar altında… Tarihle doğanın buluştuğu bir ilçe bizi; Sakarya Meydan muharebesi anısına 1922 de inşa edilen Zafer Kulesi karşılıyordu. Ve ilk iş orayı ziyaret oldu…
Göynük gezisini müteakip… Bir heyelan sonucu oluşan… Çubuk Gölü ilk hissedilen… Bu doğa güzelliğinin elden çıkmaması… Bu güzelliğin herkes tarafından yudumlanabilmesi gerçek düşüncemiz…
Göl kenarındaki kulübede köylüler tarafından hazırlanan bulgur pilavı, ayran, kuru soğan, turşu ve köy ekmeği ile yapılan öğle yemeğini müteakip… Göl etrafında yürüyüşümüzü keyifle tamamladık… Artık yuvaya dönme zamanı gelmişti… Kaptan Atilla Beyin dağ ve doğa yollarında deneyimli olması bizlere yol boyunca kusursuz bir uyku sunabiliyordu…
Nice doğaylabaşbaşalığa sağlıkla, umutla…
GÜLAY&MEHMET