2 Haziran 2009

KAZDAĞLARI VE ASSOS'TA DOĞAYI YAŞAMAK...

NEO-LİBERAL ÇAĞDA DOĞAYLABAŞBAŞALIK...
NeoLiberal siyasetin dünyayı kasıp kavurduğu ve henüz çıkışsızlık döngülerinde çözüm beklentileri ile boğuşulan bugünlerde… İster istemez ne yaşadık ya da bizlere neler yaşatılıyor… Düşünce sarmalının içinde buluverdim kendimi?
Neo-liberal dünyanın son krizle birlikte onlarca yıldır bize neleri sunar gibi görünüp de aslında… Kendi hizmetleri ve kazançları için bizleri yeniden biçimlendirmeye çalıştıklarını, acaba kaç kişi farkına vardı diye düşündüm…
Doğrusu bu düşüncelerimi tetikleyen; Enver Aysever’in Neo-Liberal Çağda Roman yazısı ile Gür ve Özden Kozanoğlu imzalı “Neoliberalizm’in gerçek yüzü” isimli kitabı da oldu diyebilirim…

Ne idi bizleri “özü tüketicilik” üzerine kurgulanan kölesi durumuna düşürülen ve bu amaç için bizleri yeniden biçimlendiren yaşam felsefesinin özü ne idi: Çok tüketen, az üreten, tasarruf düşüncesini unutan, geliri yetmediği zaman dahi talebini karşılamak için “ayağını yorganına göre uzatmayı unutan” bir birey yaratma… Doğallıktan uzaklaşıp mekanik ve kendi çıkarlarını gözeten bir birey peşinde koşma…
Bilgisayar başında sıcacık odalarda elinde kahvesi sadece sanal dünyada; borsayı ve finansal boşlukları takip ederek üretmeden hayal edilemeyecek kadar para kazanma… Lüks içinde yaşama ve markalı giyinme… Aza tahammül edememe “kazan kazan” düşünce sistemine odaklanma?
Özellikle 80 ortaları ve 90’ lı yıllarda başlayan ve gittikçe artan bir ivme gösteren bu düşünce sistemi; aslında Türkiye’mde,doğayı unuttukları gibi kendi öz benliklerini de erozyona uğratan, değer sistemi diye bir şey bırakmayan, bırakın özgünlüğü, kendini dahi unutan bir toplum meydana getirmeyi başarabilmektedir.…
Aslında tüm bu yaşanan haller “insanlık halleridir” milattan önce de sonra da kendi zaman ve mekânlarına göre buna benzer ya da yakın şeyler yaşanmıştır… Yaşanacaktır da…
Arzu edilen; Türk toplumunun kendine has; içinde, başta doğa ve kültür sevgisi ile paylaşma duygusunu barındıran doğal yaşamını kökünden etkileyecek ve zarar görecek etkilerden kısa zamanda uzaklaşmaktır.
İşte böyle bir düşünce sarmalında; Ben ve Gülay gibi; doğayla ve doğalı yaşamayı kendisine felsefe edinen Zirve Dağcılık Kulübü 35 doğa tutkunu; hafta sonu doğa yürüyüşü ile kültür gezisi karışımı bir etkinlik için Kaz Dağlarında – Assos’ta idik…
Sabaha karşı Kaz Dağlarının Küçükkuyu köyü kuzey tepelerinde; Midilli adası ve tüm Edremit Körfezini kuşbakışı gören bir mevkide, Zirve Dağcılık üyelerinden Ayla-Orhan ACAR çiftinin emeklerini ve gönlünü nakış gibi işleyerek meydana getirdikleri “”Tekne evdeyiz””: Kahvaltı sonrası yol yorgunluğu veya yol boyu yarenlik ve eğlence ile uyumaya vakit bulamadan doğruca “Küçükkuyu’”daki
Zeytinyağı Müzesindeyiz; zeytinin yağ haline gelinceye kadarki serüvenini ve yıllara bağlı elde edilişin değişimini hayranlıkla izledik… Sonra alışveriş…
AdaTepe köyüne varmadan orman kenarında araçlardan indik… Sarı sıcak kendini göstermeye başlamıştı… Buradan orman içinde yürüyüşten sonra
Antik çağdan kalma “Zeus Altar’ına” vardık Altar üzerine çıktığımızda tüm Edremit Körfezi ve Midilli Adası ayaklarımızın altında idi. Toplu fotoğraf çekimini müteakip… Ormanın serin gölgesinde Adatepe köyüne yürüdük…
Susayınca daracık sokaklardaki… Çeşmelerden kana kana sularını içtik… Köy öylesine sessiz ki burada bir “felsefe okulunun da “ bulunduğunu duymuştum… Köy meydanındaki ulu çınar ağacının gölgesine sığınmış… Yerli turistlerden başka biz vardık…Bir de Nezihe'nin arkadaşı kana bana göre Japon Nazife vardı...Bu arada Hindistan'dan Anıl'ı unutmamak gerekir....
Eskinin dokusunu hala taşıyan Evler ve meydanın ve ulu çınar ağacının konuşmasını bir şeyler anlatmasını istedim…Kendi kendime… Sonra… Köyün mezarlığındaki taşları göz yordamıyla… İnceledim… Bir gezerin nasihati idi… “Bir yere gittiğin zaman mezarını ve taşlarını incele burası sana geçmişi öylesine derinlemesine anlatır ki…”
Köydeki zamanın dolduğu Serap Özgen tarafından bildiriliyor… Sevinç Aksüt ve Serap Rehberimiz… Düzenli ve Disiplinli… Programı çok iyi takip ediyorlar… Hem de kimseyi rahatsız etmeden… Bu kez Kaz Dağlarının zirvesine “Sarı kız mekânına “ önce Zeytinli’de küçük bir Pazar alış verişi sonra günün sürprizi “Hasan boğuldu” da mola işte bu mekânı gördüğümde iki buçuk yıl önce görevde iken… Geldiğim ve gördüğüm bu yerlere eşimle gelmeyi dilemiştim… Bir de soğuk olmasına rağmen “”Hasan Boğuldu’da” suya girmeyi çok arzulamıştım… İşte o an gelmişti…”Suyun gözüne öylesine bir çömlekleme atladım ki” sudan çıkarken… Sadece kollarımın bana ait olmadığını sanıyordum…
Sarıkıza çıkıyoruz… Ormanın 1949 yılında yandığını anlatıyor… Rehberimiz…
Ancak çok ilginçtir. Kozalaklar yere düştüğünde yansa dahi…Tüm kollarını sımsıkı kapatır..Ve içindeki tohumların yanmasını önlermiş…
Ve birkaç yıl sonra
Tüm kaz dağlarında tohumlar filizlenmeğe ve fidanlar büyümeye başlamış…
Doğanın dengesi… Ve ilahi koruması…
Sarıkıza doğru yürüyüşümüz başladığımızda Kaz Dağları Rehberimiz; Bölgenin “endemik” bitki örtüsü ve Sarıkız efsanesi hakkında bilgi veriyordu… Düşüne biliyor musunuz? Antik çağdan beri Yüksek dağlara mutlaka bir “kutsal öykü” kazandırılmıştır… Ancak… Bir “Hitit’linin yakarması ile Bugün de devam eden kutlamalar arasında sadece şekil farkı var… Özü aynı… Bugün de yüzlerce kişi gelip bu zirvede törenler düzenliyor…
Anlatılanlar… Şaman ve İslami doku içinde… Harç olmuş…
Dileğim… Sarıkız Zirvesine Gülay’la birlikte çıktığımda gerçekleşmişti… Zirvede “kayrak taşlarından” üs üste yığılan bir yükselti üzerine ve etrafındaki dallara bağlanan renkli çaputlar… Aman ne göreyim… Kendini “Sarıkıza kaptıran bir çift” Kayrak taşlarının etrafında tur atıyorlar… Ancak her adımlarından niyetlerinin gerçekleşmesi için dua ettiklerini sezinledim… Sanırım… Çocuklarının olmasını istiyorlardı… Manzara mükemmel… Her şey ayağınızın altında…Görüş şans eseri açık ve net…
Buradan doğruca Güre’ye kaplıcalara yol aldık… Hasanboğuldu’da buz gibi sudan çıktıktan sonra 38-40 derecedeki kaplıca suyu bayağı gevşetti… Ancak… Uyumak yok… Tempo çok hızlı… Tahtakuşlar etnografya müzesindeyiz… Saat dokuz biz yollardayız… Akşam yemeği… Ve eğlence… Ayla ve Orhan çiftinin “tene evinde” … Buradaki manzara insanı alıp götürüveriyor… Kaz dağlarının zirvelerine sonra kanatlarınızın çırpınışı sizi şeytan sofrasına sonra Midilli ve Assos’a uçuruveriyor… Ancak grupta öylesine dağ tutkunları vardı ki… Öncelikle Denize doğru oturulup seyredilmesi düşünülürse de bu dağ severler…Sadece yönleri Kaz Dağlarına dönük idi…

Pazar sabahı erkenden kahvaltıyı yaptıktan sonra “tekne evden” ayrıldık… Orhan Bey rehberliğinde bu kez… Hep Merak ettiğim “Mıhlı çayı köprüsünü görmeye ve buz gibi çayın sularında yüzmeye… Burada yüzme, fotoğraf derken dinlenir ve tarihi köprüye bakıp””Zamanında bu bina değirmenmiş?
Köprü; araç için değil insan ve değirmenin un çuvallarını taşıyan eşeklerin, katırların geçmesi için yapılmış yorumlarını çevremdekilere anlatırken… Çayda yüzmeyi ve Köprünün üzerine çıkmayı da ihmal etmedik…
Ver elini Behramkale ve Assos… Ekip dinamik… Behramkale’de alış verişi dönüşe bıraktık… Manzara ve görünüş…Açık ve net…
Ören yeri geziliyor… Ancak Sevinç Hanım… Rotayı kısalttıklarını anlattı… Yoksa ören yeri içinden aşağı deniz kenarına yürüyerek inecekmişiz…
Yemek yenen Assos deniz kenarındaki “Kervansaray restoran” dâhil deniz her şey çok iyi idi yalnızca eşek tepsin garson inanılmaz… Vahşi idi…
Deniz tek kelime ile bize göre ılık başkasına göre soğuk idi “ Hasan Boğuldu’nun o buzlu sularından sonra tabii ki bu sular bizler için ılıktı…
Buradan İstanbul’a dönüş iki araç arasında eğlence rekabetine dönüştü… Doğa düşüncesinde rekabet olmamasına rağmen… Araç içerisinde eğlencede yok yoktu... Gözlükler en iyilerindendi...Gelibolu’ya vardığımızda hava kararmıştı… Doğruca İstanbul’a yol aldık… Arkamızda Kaz Dağları ve Assos’u bırakarak…
Teşekkürler… Zirve… Başka bir doğallığın içinde buluşmak dileğiyle ...
Mehmet YÜCEBİLGİÇ

Hiç yorum yok: