Kayın ormanları içindeki yürüyüşümüz kısa bir mola ile sona erdi. Önümüzde geniş bir düzlük vardı, burası Soğucak Yaylasıymış. Yaylanın girişindeki çoban ve koyun sürüsü görülmeye değer bir manzara oluşturuyordu.
Havanın kararması; yağmur yüklü bulutların yüklerini daha uzun süre taşıyamayacakları ve kısa süre sonra bu yüklerini boşaltacakları haberini veriyordu. Yağmurluklarımızı giymiştik ve beklenen oldu, öylesine şiddetli bir sağanak yağmur başladı ki, ayaklarında sandalet olanlar ve yağmurlukları olmayanlar çok etkilendiler.
İmdadımıza yayla evleri ve ulu kayın ağaçları yetişti diyebilirim.
Soğucak yaylası sisler altında göz gözü görmüyordu.
Tüm bu kötü hava koşullarına rağmen Hüseyin ve Selim Beyler,
tabii Barış’ı da unutmamak gerekir,
ateşi yakmayı başarmışlardı.
Bir taraftan Ayakizlerinin klasik yemeği haline gelen “çaydanlıkta tavuk sote” , ızgara köfte diğer yandan da Necati bey self servis soğukları hazırlıyordu.
Ateş başında elbiseler kurutulmaya pişen yemekler yenmeye başlandı. Özellikle tüm bu kötü hava koşullarına rağmen ateş başındaki baba kızın sohbetleri nefis bir atmosfer oluşturuyordu.
Kara gri bulutlar öylesine alçaktan uçarak gidiyordu ki sanki önüne kim çıkarsa alıp götürecek gibiydi.
Mola bitmiş, artık yola koyulmuştuk ancak yoğun sis yürüyüşümüzü zorlamaya başlamıştı.
Yol kenarlarındaki “likapa” çalılıklarının budanmış olduğu söylendiğinde oldukça üzüldük ancak iç bölgelerde bulunabileceği söylenmişti ki önümüze Ali Çevik Beyle birkaç kişi Likapalarıyla çıktılar.
Biz de merak içerisinde “likapa” yemeye koşuşturduk, tadı mayhoşu küçük siyah üzüm tadında, yaban mersini familyasından, bir yabani yemişti.
Merakımızı giderdikten sonra sağdaki patikadan Erdemli istikametine aşağı doğru ineceğimiz söylendi.
Patikanın başlangıcında kestane ağaçlarının meyveleri sanki tırtıl gibi görünüyordu, patika birkaç saat içinde cangıl ormanlarına dönüştü. Bir ara ağaçların arasından Sapanca gölünü gördük.
Bundan sonra yürüyüş bitinceye kadar karanlık, insan boyundaki kabalaklar ve dikenli böğürtlen sarmaşıkları arasında yürüdük.
Aklım eşimde, bu bölgede gece yürüyüşüne ilk kez katılıyordu, isterseniz bundan sonrasını eşimin günlüğüne aktardığı satırlardan okuyalım:”Ben karanlıkta neye ve nereye bastığımı görmeden yürümekten tedirgin olan biriyim, birkaç gece yürüyüşünde kaytardım, gitmedim ama bu sefer kendi ayağımla koştura koştura gittim. Çünkü Hüseyin Bey, yürüyüşün geceye sarkacağını hazırlıklı gelinmesini bildirmişti. Yürüyüş esnasında filkulağı büyüklüğündeki kabalak bitkilerinin yaprakları suratıma çarpıyor, ayağıma dolanan dikenli çalılar tökezletiyor ki bunlar sürüngen de olabilir düşüncesine rağmen gıkım çıkmadı. Ancak Mehmet’in arkamdan devamlı sağa dikkat, sola dikkat, dere var, sarmaşığa takılma komutlarından öylesine bunaldım ki: Tüm uyarılarına rağmen pek cevap vermedim çünkü yüzümü görmüyor ama konuşursam ses tonundan gerildiğimi anlar üzülür, kırılır…
Genelde etrafımı dinleyerek yürüyordum. Bir dereciği geçtik bir ses haşırrttt…, ve bir kayma sesinden sonra güppp diye bir şeyin düştüğünü duydum.
Mehmet arkamda yürüyordu bir döndüm arkamda yok.
Mehmet! Diye seslendim fenerimin pili bittiği için göremiyorum…
Yerden bir ses, Gülay ben düştüm!
Güler misin ağlar mısın? Bana sürekli talimat veren komutan, sarmaşıklara takılmış suyun içinde, eğildim elinden tutarak kalkmasına yardım ettim, kolunda dikenlerin çizdiği yerler kanıyordu.
Önemli değil, sen ne demiştin dedim. Ünlü Filozof Nietzsche’nin “en büyük keyiflerimizin kaynağında, garip bir biçimde bize en çok acı veren şeyler bulunur” sözünü hatırlattım.”
İşte eşimin düşündükleri de böyleydi, yürüyüş devam ediyor, kolum sızlıyordu.
Bizim işimiz zordu ama Selim beyin işi daha zordu. Çünkü bir taraftan patikayı bulmaya, kabalaklardan iz açmaya çalışıyor; en zoru da kaybolduk, yanlış yoldayız diyerek panik yapan grupta yeni yürüyen arkadaşların etkisinde kalmamaya çalışıyordu.
Dikkatimi çeken diğer bir durum ise; ellerinde son derece modern GPS cihazı olup ta panik yapanlara moral verme zahmetinde bulunmayan ve destek olmayanlardı.
Sık sık aralıkları sıklaştırmak için mola verildi.
Tüm bunlara rağmen yürüyüşte adrenalin oldukça yüksekti, bizim için yürüyüş daha keyifli bir hal alıyordu.
Kırk altı Ayakizi, Ateş böcekleri gibi görünüyordu.
Lambalarımızın pilleri bitmeye başlamıştı ki Erdemli’nin ışıkları görünmeye başladı. Tempo oldukça hızlandı ta ki otobüslere varıncaya kadar.
Otobüslere binmeden biraz soluklandık, yürüyüşü; yorulsak da maceralı, adrenalinli planlansa da yaşanamayacak keyifli anları yaşayarak bitirmiştik.
Gözümün önünden alçaktan koşarcasına giden gri siyah arası renklere bürünen bulutlar hiç gitmiyordu.
Tüm yaşadıklarımız için… Teşekkürler Ayakizleri.
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ