5 Ekim 2007

SONBAHARIN SARI KIZI "EYLÜL"



AY TEPEDEN(İZMİT) SANSARAK(İZNİK) KÖYÜNE YÜRÜYÜŞ (30 EYLÜL 2007)

Sonbaharın kızı Eylül’ün de bu sene ki misafirliği sona eriyor. Atilla kaptan her zaman olduğu gibi İstanbul’un belli başlı duraklarından Ayakizleri’ni topluyor, araca binenlerde ben de dâhil olmak üzere henüz uyku mahmurluğu devam ediyor. Saatin beş buçuğundan itibaren yataktan kalk düş yollara, bir de günler kısalmaya başlamış, sokağa çıktığınızda sizi sabahın karanlığı ve soğuk yüzü karşılıyor.
Ne zaman ki İzmit’i geçip Yuvacık barajının yamaçlarından Ay tepeye doğru rampaları çıkmaya başladığımızda… Aracımızın inliyen sesi, içimizde; sanki bizi yarı yolda bırakacakmış gibi bir his uyandırıyordu. Bu an uykudan uyanma anıydı… Artık doğanın güler yüzünü görmeye başlamış, kendi yüzümüzdeki asıklık, yerini tebessüme terk etmişti…
Orman kulübesine doğru yaklaştığımızda, Hüseyin beyin Orman bekçisini gördüğündeki hayret nidası, bekçinin nadiren göründüğünün işaretiydi.
İner inmez daha sırt çantalarımızı hazırlamadan, ben de Gülay gibi doğruca böğürtlen toplamaya başladım. Bu sene nedense böğürtlen yoktu, ama burada hem vardı hem de büyüktü. Artık yola koyulma vakti gelmişti, yürüyüş başladığında saat 1100 idi. Hava, geçen haftaya nazaran sıcaktı, yol ise yeni açılan bir orman yoluydu, yürüyüş Sansarak köyünde sona erecekti, yaklaşık otuz km.lik bir yol yürünecekti…
Eşimle birlikte bu yürüyüşte objektifimize nelerin takılacağını ve bizi etkileyecek, tesiri altına alacak ne gibi şeylerle karşılaşacağımızı konuşuyorduk.
Ama usumuzda Sonbaharın sarı kızı “Eylül”e yaraşır bir doğa bekliyoruz, yapraklarını dökmek üzere sararmış ağaçlar, bu dokuya uyumlu sarı kavuniçine çalan eğrelti otları… Ve diğerleri…
Yürüyüşümüz bir saattir devam ediyor ama henüz düşündüğümüz gibi sarı kız buraları tesiri altına alamamış, yoğun bir kayın ormanı taze bir hava var, birkaç gün önce de oldukça yağmur yağdığı belli.
Ormanın güzelliğini ve sessizliğini ağaç kesen köylülerin kullandığı hızar sesleri bozuyor, bu bölgeyi hemen geçmek istercesine hızlanıyoruz.
Saatlerdir yürüyoruz, kulaklarımızdaki hızar kesinin yerini kuş sesleri alsın istiyoruz ama nedendir bilinmez?
Kuş sesleri yok. Yoldan orman içine girdik yapraklardan yapılmış halı üzerinde aşağı doğru inmeye başlıyoruz.
Tam Gülay’ın istediği gibi bir arazi ama geçen hafta ki dizinde ki ağrı nüksetti, ağrının boyutunu yüzündeki acıdan hissediyorum.
Ben etkilenmeyeyim diye bir şey söylemiyor.
Yamaçtan aşağı nasıl indik ama nasıl eziyetli bir iniş acısını sadece biz biliriz.
Henüz yolun ortalarındayız… Neler düşünürken neyle karşılaşmıştık…Tüm bunları söylerken, sakın pişman olduğumuzu düşünmeyin! Doğa yürüyüşünün karakteristik özelliği bu: Ne ile karşılaşacağınız belli değil, aynı hayatın kendisi gibi her şey doğanın bağrında güllük gülistanlık giderken ayağınızdaki bir ağrı veyahut düşüp yaralanmanız, keyifsizliğin, endişenin, nefes daralmalarının ortasında kendinizi bulabiliyorsunuz.
Bu ortamın günlük yaşantınızdakinden tek farkı, kader birliği yaptığınız arkadaşlarınızın yüzündeki her türlü ifadenin sahici olması, “doğru anladınız”, hiçbiri sahte değil…!
Kimsenin birbiriyle menfaat ilişkisi, üstünlüğü, ayrısı gayrisi, rekabeti yok…
Hatta kimsenin kendisiyle yarışı da yok, yarış içinde olanlar bir kere bu yürüyüşe katılır sonrakinde göremezsiniz.
Unutulmaya yüz tutmuş paylaşma, yardımlaşma, birbirine samimi ve saygın davranışın hepsini bir arada yaşayabiliyorsunuz.
Tek felsefemiz; kendimizi yaşamak, şimdiye kadar zorlamalarla, günde kaç maske takacağımızı düşünmeden, başkaları için yaşadıklarımızı geride bırakmak…
Sizin ayağınız sakat dahi olsa yere zinde basmak istemenizin nedeni; bu temel düşünce…
Hüseyin Bey, ilerde mola vermiş hemen çantamdaki dizliği Gülay’ın dizine taktım,grubumuzla hemen o anı kaydettik.




Yürüyüş başladığında fayda yerine zararını gördü, bu şekilde yürüyüş bir daha ki molaya kadar devam etti.
Orman içinden sanki bir balkona çıkar gibi bir yükseltiye çıktık, önümüzde o kadar geniş yemyeşil bir çayırlık uzanıyordu ki anlatamam, ruhumuza dinginlik verdi.
İçimizdeki tüm karamsar düşünceler uçuverip gitmişti. Burası Özekdere çayırlığı idi.
Mola burada verildi, Gülay’ın ayağına merhemle pansuman yaptım. Hüseyin Bey elastiki bandı sardı.
Mola yorgunluğumuza ilaç gibi gelmişti yaklaşık 10 km. daha yolumuz vardı.
Mola bitince rampayı çıkmaya başladık, sağ yukarımızda üzeri kıpkırmızı elmaların bulunduğu elma ağacını gördük çok çekiciydi, sonra önümüzde erik ağacı vardı. İçimizdeki çocuk işbaşındaydı, biraz elma ve erik topladıktan sonra yola koyulduk.
Eşim; bu acı veren yürüyüşe rağmen keyifsizliği keyfe dönüştürmek için çaba sarf ediyordu ki, evine Türk Bayrağını asan belli ki oruç Özek Dereli köylü, bizlere uğurlar olsun diyordu…
Özekdere mahallesinden geçiyoruz, Karadeniz bölgesi gibi bahçeli evler serpiştirilmiş.
Bir biri ardına Bürüksel lahanası, brokoli tarlalarını geçiyoruz.
Bahçeler arasından geçerken inekler, buzağılar ayrı bir güzellik katıyordu yürüyüşümüze.
Gülay’ın resmini çekiyorum, arkada buzağılar… Yemyeşil çayırlık…
Biliyorum böyle bir ortamda şen şakrak olurdu ama yine de kaşlarını çatmaya harcayacağı gayreti yüzündeki gülümsemeye saf ediyordu... Dağ başındayız hiçbir vasıtanın olmadığını olamayacağını bilmeme rağmen bu şekilde yürüyüşün dizine daha ağır hasar vereceğini düşünüyordum.
Hüseyin Bey de alışık olmadığımız şekilde molaları sıklaştırıyordu.
Yol kenarında kısa mola verildi ve hiç beklemediğimiz bir şekilde nereden çıktıysa karşıdan bir kamyonet geliyor, içinde Selim Bey, İlayda hanım el kaldırdım, Gülay’da yanlarına bindi, hareket ettiler. Kamyonetin nereye gittiğinden bile haberim yoktu.
Sonra öğrendim ki yolda İlayda hanımın türküleri şoförün hoşuna gitmiş ki yolunu değiştirip ta…Sansarak köyüne götürmüş..
Yürüyüşümüz saat Ondokuz otuza kadar devam etti, Sansarak köyüne güneyden giriyoruz, evlerin bacalarından dumanlar tütüyor,balkonları çiçeklerle dolu soba dumanı değil iftar yemeğinin dumanı.
Kerpiç evler onlarca yıl öncesini anımsatıyor. Bir şeyler anlatmaya çalışır gibi...Keçi sürüleri bizim gibi köye dönüşte bazı at ve inek sürüleri de bunlara eşlik ediyor. Evlerinin önündeki köylü kadınlar iftar vaktini bekliyor.Bizden önce Sansarak köyüne gelen Gülay,İlayda köylüleri yalnız bırakmamış,kendileriyle sohbet etmişler.Köylü kadın ve çocukların saflığı yüzlerinden okunuyor.
Kahvehane çaycı yok iftarda ocağa Emrah geçiyor, Ayakizleri’ne çay servisi başlıyor.
Köyün meydanında Hüseyin Bey köy çocuklarına defter kalem dağıtıyor. Köy çocukları sevinçli tabii ki bizlerde… Çok değişik bir duygu bu tüm keyifsizliklerinizi keyfe dönüştüren… Çocukların gülüşleri…
Saat dokuzda İznik’ten hareket ettik, Yalova’da araba vapuruyla karşıya geçişimiz ve saat 0130 sularında İstanbul’daydık.
Sonbaharın sarı kızı Eylül’ün sarı örtüsü henüz kendini hissettirmemiş…

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

1 Ekim 2007

BOLU YAYLALARINDA

KAŞIKÇI ŞEYH KÖYÜNÜN CEVİZLERİ
23 EYLÜL 2007 günkü yürüyüşümüz Bolu ilinin köylerinde: Dış dedeler köyü ile Kaşıkçı şeyhi köyleri arasındaki bölgede yapılacak, İzmit’i geçmemize rağmen hava karanlık yağmur hala çiseliyor.
Kara hava bizleri öylesine gevşetti ki, uykuya karşı koyamayanlarımız çoğunluktaydı.
Kazkıran geçidini(rakım 800) geçtikten sonra bulutlarla birlikte yolculuğumuz devam ediyor. İç dedeler köyüne doğru bulutlar tepeler hattının üzerine bağdaş kurmuş gibiydi aracımız vadi tabanına doğru kıvrıla kıvrıla yöneldiğinde bulutlar yukarıda tamamen bir çember oluşturmuştu.
Dış dedeler köyünü geçtikten biraz sonra araçlardan indik. Hava şimdilik iyi görünüyordu, yağmurun olmayışı yüzümüze sevinç busesini kondurmuştu.Orman yolundan yürüyüşümüz devam etti.

Önümüzde öylesine bir çöküntü belirdi ki, bir zamanların anlı şanlı “Kara göl” imiş.
Ama gölde, sudan eser miktar dahi yok, şimdi üzerindeki hayvanların otladığı
bir mera durumunda çünkü bu kuraklık devam ederse çayırlıklarda toprağa dönüşecek.
Tüm bu düşünceler içinde yürüyüşümüz devam ediyor, önümüze çok sık alıç ağaçları çıkmakta.
Sonbaharın kızı Eylül kendini göstermeye başladı,ne kadar da sarı ve sarıya çalan renkleri seviyor hemen hemen giydiği tüm giysiler sarı tonunda...
Ara sıra da anıtlaşmış çam ağaçları,içlerinde birisi tahminen 700 yaşında gövdesi, bir çobanın nacağına teslim olmuş. Sadece bir tutuşturmalık çıra için…
Kara göl arkamızda kaldı, Yayla evleri bom boş, havanın rengide kara griye çalmakta, sis içine girip çıkıyoruz… Karşılaştığımız alıç ağaçlarını ziyaret etmeden geçmiyoruz.
Saat 1.30’a doğru boş bir yayla evinin yanından geçerken eşimle; tek başına bir alıç ağacı gördük, üzeri iri iri tatlı, çok güzel bir alıç ağacı idi,
etrafında başka ekili,dikili hiçbir şey yok, yalnız başına sıkılmıştır diye her geçen Ayakizi bir kaç alıç korumaya alayım derken, dönüşte baktığımızda sadece yaprak ve ağaç kalmış .Ayakizleri alıçları sıkılmasın diye yanlarına koruma amaçlı aldıklarından hiç şüphemiz yoktu.
Bahçeli boş bir yayla evininde mola verildi.

Öğle yemeği hazırlıkları başladı.Ayakizleri tam bir ekip ruhuyla görev başındaydı.Hüseyin bey elindeki orijinal bir tahta kaşıkla gönül'de çorbayı karıştırıyordu...
Ne olduysa o an oldu...kulakları çınlatan bir bağırış Serpil Hanım(Hüseyin beyin eşi) o tahta kaşığımı buralara mı getirdin...Hüseyin...!!!!!
Ben o kaşığı Karatepe'lerden aldım, sen nasıl o güzelim nadide kaşığımı buralara getirirsin..!!!!!!!
Önce samimi olarak söyleyeyim, hepimiz pür dikkat Serpil hanımı izledik,tamam işte aile dramı başlıyor derken....
Bir kahkaha bir kahkaha Ayakizleri gülerek yemek hazırlıklarına devam etti.
Klasik “çaydanlıkta tavuk sote içine bu kez mantar da ilave ediliyordu. Hüseyin beyin deyimiyle, Tavuk sote yapılan Zarife’nin eltisi gönül’de çorba yapılıyordu.
Herşey çok güzel idi. Çorba içimizi ısıttı, Klasik Ayakizi tavuk sotesinin bu kez çeşnisi bol idi ama anlam veremediğim şey; tavuk soteyi yerken ağzıma gelen kabuklu sarmısaklara bir anlam veremedim.
O da Selim beyin marifeti imiş.


Mola oldukça keyifli ve uzun sürdü.
Tekrar yürüyüşe başladığımızda sis ve yağmur etkili olmaya başlamıştı.

Yayla evlerini geçiyoruz, karşımızdan gelen köylü bizi iftara evine davet ediyor, teşekkür ederek yolumuza devam ettik.
Alçalan ve yükselen vadi yamaçlarındayız, Allahım rüzgâr yağmurla birlikte nasıl soldan soldan esiyor, iniyoruz çıkıyoruz, sol yanımız artık uyuşmak üzere,arkadan gelen Hüseyin beyin grubu bizim sol gerimizden geliyor, onlar bizim çıktığımız yükseltilerle karşılaşmıyor. Sis görüşü öylesine etkiledi ki biz yedi kişi gruptan kopmuş olarak gidiyoruz.
AAAAA!!! Bir baktım önümüzdekiler grupta yeni yürüyüşe katılan iki bayana önünüzdekileri görüyor musunuz diye sordum? Evet dediler, koşturdum, düdük çaldım, cevap yok, kaybolmuştuk, bayanların gördükleri insan boyundaki rüzgârın etkisi ile sağa sola sallanan çalılıklar idi...
Barış’la birlikte düdük öttürmeye başladık.Şansımızdan arkamızdan gelen Hüseyin Bey ve onunla birlikte arkadan gelen arkadaşlar bizim düdük seslerimizi duyunca onlarda düdüklerini öttürdüler ve düdüklerle anlaşarak yol sapağında buluştuk.
Doğruca 1400metre yükseklikteki yayla evine sığındık, hemen üs kata balkona çıktık vadiyi görebilir miyiz diye ancak nafile yağmur yağıyor, sis etkili göz gözü görmüyor. Tam bu esnada çatırr diye bir ses kızcağız kilolu olmasa da ayağı çürüyen bir tahtayı kırmış ses ondan,epeyce güldük...

Burada biraz soluklandıktan sonra yola koyulduk, saat altıya doğru Arabacılar çayı vasindeki Kaşıkçı köyünün çatılarını gördük.

Daha iki saatlik yol var dediler, bereket vadi yamaçlarından aşağı doğru inmeye başladığımızda, yağmur etkisini kaybetti, hava ısınmaya başladı.
Ceviz ağaçları; bize üşümemizi, ıslanmamızı unutturmuştu, Ayakizleri ceviz ağacının konukları olmuştu.

Cevizler de öylesine bereketliydi ki…
Ceviz toplarken...ve yerken...ki keyfime diyecek yoktu..
Ha!!!!aklıma gelmişken sorayım.
Bir ulu ceviz ağacına tırmanıp ceviz topladınız mı? Eliniz de uzun bir değnekle ceviz çırptınız mı?
Sonra düşürdüğünüz cevizleri yerden toplayıp daha torbaya koymadan bir bir Mardinli "telkari" kuyumcu ustasının titizliği ile yeşil kalın kabuğunu ellerinizin kınalı kınalı olmasına, arkadaşlarınızın veyahut patronunuzun tenkitlerine aldırış etmeden ,kulak asmadan soydunuz mu?
Kırıp,içindeki kirli beyaz zar gibi ince kabuğundan cevizin bembeyaz meyvesini ayırıp ağzınıza atarak, aromayı tattınız mı?
Sanırım gülümsüyor birazda başınızı sallıyorsunuz,garipsemeyin ben bu zevki tam kırk yıl ertelemişim........
Amacım ceviz yemek değil o güzelim aromasının farkındalığını yakalamak... Çocukluğumdaki günleri yad etmek...
Erteleme düşüncesinde olanlara bir şeyleri demiş olmak.......
Eşim ise bugün topladı ve birlikte yedik....
Hava kararmasa içimizdeki çocukları ağaçtan indirmek çok zor olacaktı.
Fenerler yakıldı gecenin sessizliğinde saat sekizde Kaşıkçı Şeyh köyüne vardık.
Hüseyin beyin, köylüler üzerinde oldukça olumlu etkisi vardı, tüm evler kapılarını açtılar, ıslak elbiseler buralarda değiştirildi.
Yol üzerinde Safranbolu benzeri evleriyle ünlü Taraklı ilçesinde,çöven otundan yapılmış köpüklü helvalarımızı ve köy peynirlerini aldıktan sonra saat bir sularında İstanbul’daydık.

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ