AY TEPEDEN(İZMİT) SANSARAK(İZNİK) KÖYÜNE YÜRÜYÜŞ (30 EYLÜL 2007)
Sonbaharın kızı Eylül’ün de bu sene ki misafirliği sona eriyor. Atilla kaptan her zaman olduğu gibi İstanbul’un belli başlı duraklarından Ayakizleri’ni topluyor, araca binenlerde ben de dâhil olmak üzere henüz uyku mahmurluğu devam ediyor. Saatin beş buçuğundan itibaren yataktan kalk düş yollara, bir de günler kısalmaya başlamış, sokağa çıktığınızda sizi sabahın karanlığı ve soğuk yüzü karşılıyor.
Ne zaman ki İzmit’i geçip Yuvacık barajının yamaçlarından Ay tepeye doğru rampaları çıkmaya başladığımızda… Aracımızın inliyen sesi, içimizde; sanki bizi yarı yolda bırakacakmış gibi bir his uyandırıyordu. Bu an uykudan uyanma anıydı… Artık doğanın güler yüzünü görmeye başlamış, kendi yüzümüzdeki asıklık, yerini tebessüme terk etmişti…
Saatlerdir yürüyoruz, kulaklarımızdaki hızar kesinin yerini kuş sesleri alsın istiyoruz ama nedendir bilinmez?
Kuş sesleri yok. Yoldan orman içine girdik yapraklardan yapılmış halı üzerinde aşağı doğru inmeye başlıyoruz.
Tam Gülay’ın istediği gibi bir arazi ama geçen hafta ki dizinde ki ağrı nüksetti, ağrının boyutunu yüzündeki acıdan hissediyorum.
Ben etkilenmeyeyim diye bir şey söylemiyor.
Yamaçtan aşağı nasıl indik ama nasıl eziyetli bir iniş acısını sadece biz biliriz.
Henüz yolun ortalarındayız… Neler düşünürken neyle karşılaşmıştık…Tüm bunları söylerken, sakın pişman olduğumuzu düşünmeyin! Doğa yürüyüşünün karakteristik özelliği bu: Ne ile karşılaşacağınız belli değil, aynı hayatın kendisi gibi her şey doğanın bağrında güllük gülistanlık giderken ayağınızdaki bir ağrı veyahut düşüp yaralanmanız, keyifsizliğin, endişenin, nefes daralmalarının ortasında kendinizi bulabiliyorsunuz.
Bu ortamın günlük yaşantınızdakinden tek farkı, kader birliği yaptığınız arkadaşlarınızın yüzündeki her türlü ifadenin sahici olması, “doğru anladınız”, hiçbiri sahte değil…!
Kimsenin birbiriyle menfaat ilişkisi, üstünlüğü, ayrısı gayrisi, rekabeti yok…
Hatta kimsenin kendisiyle yarışı da yok, yarış içinde olanlar bir kere bu yürüyüşe katılır sonrakinde göremezsiniz.
Unutulmaya yüz tutmuş paylaşma, yardımlaşma, birbirine samimi ve saygın davranışın hepsini bir arada yaşayabiliyorsunuz.
Tek felsefemiz; kendimizi yaşamak, şimdiye kadar zorlamalarla, günde kaç maske takacağımızı düşünmeden, başkaları için yaşadıklarımızı geride bırakmak…
Sizin ayağınız sakat dahi olsa yere zinde basmak istemenizin nedeni; bu temel düşünce…
Hüseyin Bey, ilerde mola vermiş hemen çantamdaki dizliği Gülay’ın dizine taktım,grubumuzla hemen o anı kaydettik.
Sonbaharın kızı Eylül’ün de bu sene ki misafirliği sona eriyor. Atilla kaptan her zaman olduğu gibi İstanbul’un belli başlı duraklarından Ayakizleri’ni topluyor, araca binenlerde ben de dâhil olmak üzere henüz uyku mahmurluğu devam ediyor. Saatin beş buçuğundan itibaren yataktan kalk düş yollara, bir de günler kısalmaya başlamış, sokağa çıktığınızda sizi sabahın karanlığı ve soğuk yüzü karşılıyor.
Ne zaman ki İzmit’i geçip Yuvacık barajının yamaçlarından Ay tepeye doğru rampaları çıkmaya başladığımızda… Aracımızın inliyen sesi, içimizde; sanki bizi yarı yolda bırakacakmış gibi bir his uyandırıyordu. Bu an uykudan uyanma anıydı… Artık doğanın güler yüzünü görmeye başlamış, kendi yüzümüzdeki asıklık, yerini tebessüme terk etmişti…
Orman kulübesine doğru yaklaştığımızda, Hüseyin beyin Orman bekçisini gördüğündeki hayret nidası, bekçinin nadiren göründüğünün işaretiydi.
İner inmez daha sırt çantalarımızı hazırlamadan, ben de Gülay gibi doğruca böğürtlen toplamaya başladım. Bu sene nedense böğürtlen yoktu, ama burada hem vardı hem de büyüktü. Artık yola koyulma vakti gelmişti, yürüyüş başladığında saat 1100 idi. Hava, geçen haftaya nazaran sıcaktı, yol ise yeni açılan bir orman yoluydu, yürüyüş Sansarak köyünde sona erecekti, yaklaşık otuz km.lik bir yol yürünecekti…
Eşimle birlikte bu yürüyüşte objektifimize nelerin takılacağını ve bizi etkileyecek, tesiri altına alacak ne gibi şeylerle karşılaşacağımızı konuşuyorduk.
Ama usumuzda Sonbaharın sarı kızı “Eylül”e yaraşır bir doğa bekliyoruz, yapraklarını dökmek üzere sararmış ağaçlar, bu dokuya uyumlu sarı kavuniçine çalan eğrelti otları… Ve diğerleri…
İner inmez daha sırt çantalarımızı hazırlamadan, ben de Gülay gibi doğruca böğürtlen toplamaya başladım. Bu sene nedense böğürtlen yoktu, ama burada hem vardı hem de büyüktü. Artık yola koyulma vakti gelmişti, yürüyüş başladığında saat 1100 idi. Hava, geçen haftaya nazaran sıcaktı, yol ise yeni açılan bir orman yoluydu, yürüyüş Sansarak köyünde sona erecekti, yaklaşık otuz km.lik bir yol yürünecekti…
Eşimle birlikte bu yürüyüşte objektifimize nelerin takılacağını ve bizi etkileyecek, tesiri altına alacak ne gibi şeylerle karşılaşacağımızı konuşuyorduk.
Ama usumuzda Sonbaharın sarı kızı “Eylül”e yaraşır bir doğa bekliyoruz, yapraklarını dökmek üzere sararmış ağaçlar, bu dokuya uyumlu sarı kavuniçine çalan eğrelti otları… Ve diğerleri…
Yürüyüşümüz bir saattir devam ediyor ama henüz düşündüğümüz gibi sarı kız buraları tesiri altına alamamış, yoğun bir kayın ormanı taze bir hava var, birkaç gün önce de oldukça yağmur yağdığı belli.
Ormanın güzelliğini ve sessizliğini ağaç kesen köylülerin kullandığı hızar sesleri bozuyor, bu bölgeyi hemen geçmek istercesine hızlanıyoruz. Saatlerdir yürüyoruz, kulaklarımızdaki hızar kesinin yerini kuş sesleri alsın istiyoruz ama nedendir bilinmez?
Kuş sesleri yok. Yoldan orman içine girdik yapraklardan yapılmış halı üzerinde aşağı doğru inmeye başlıyoruz.
Tam Gülay’ın istediği gibi bir arazi ama geçen hafta ki dizinde ki ağrı nüksetti, ağrının boyutunu yüzündeki acıdan hissediyorum.
Ben etkilenmeyeyim diye bir şey söylemiyor.
Yamaçtan aşağı nasıl indik ama nasıl eziyetli bir iniş acısını sadece biz biliriz.
Henüz yolun ortalarındayız… Neler düşünürken neyle karşılaşmıştık…Tüm bunları söylerken, sakın pişman olduğumuzu düşünmeyin! Doğa yürüyüşünün karakteristik özelliği bu: Ne ile karşılaşacağınız belli değil, aynı hayatın kendisi gibi her şey doğanın bağrında güllük gülistanlık giderken ayağınızdaki bir ağrı veyahut düşüp yaralanmanız, keyifsizliğin, endişenin, nefes daralmalarının ortasında kendinizi bulabiliyorsunuz.
Bu ortamın günlük yaşantınızdakinden tek farkı, kader birliği yaptığınız arkadaşlarınızın yüzündeki her türlü ifadenin sahici olması, “doğru anladınız”, hiçbiri sahte değil…!
Kimsenin birbiriyle menfaat ilişkisi, üstünlüğü, ayrısı gayrisi, rekabeti yok…
Hatta kimsenin kendisiyle yarışı da yok, yarış içinde olanlar bir kere bu yürüyüşe katılır sonrakinde göremezsiniz.
Unutulmaya yüz tutmuş paylaşma, yardımlaşma, birbirine samimi ve saygın davranışın hepsini bir arada yaşayabiliyorsunuz.
Tek felsefemiz; kendimizi yaşamak, şimdiye kadar zorlamalarla, günde kaç maske takacağımızı düşünmeden, başkaları için yaşadıklarımızı geride bırakmak…
Sizin ayağınız sakat dahi olsa yere zinde basmak istemenizin nedeni; bu temel düşünce…
Hüseyin Bey, ilerde mola vermiş hemen çantamdaki dizliği Gülay’ın dizine taktım,grubumuzla hemen o anı kaydettik.
Yürüyüş başladığında fayda yerine zararını gördü, bu şekilde yürüyüş bir daha ki molaya kadar devam etti.
Orman içinden sanki bir balkona çıkar gibi bir yükseltiye çıktık, önümüzde o kadar geniş yemyeşil bir çayırlık uzanıyordu ki anlatamam, ruhumuza dinginlik verdi.
İçimizdeki tüm karamsar düşünceler uçuverip gitmişti. Burası Özekdere çayırlığı idi.
Mola burada verildi, Gülay’ın ayağına merhemle pansuman yaptım. Hüseyin Bey elastiki bandı sardı.
Mola yorgunluğumuza ilaç gibi gelmişti yaklaşık 10 km. daha yolumuz vardı.
Mola bitince rampayı çıkmaya başladık, sağ yukarımızda üzeri kıpkırmızı elmaların bulunduğu elma ağacını gördük çok çekiciydi, sonra önümüzde erik ağacı vardı. İçimizdeki çocuk işbaşındaydı, biraz elma ve erik topladıktan sonra yola koyulduk.
Eşim; bu acı veren yürüyüşe rağmen keyifsizliği keyfe dönüştürmek için çaba sarf ediyordu ki, evine Türk Bayrağını asan belli ki oruç Özek Dereli köylü, bizlere uğurlar olsun diyordu…
Özekdere mahallesinden geçiyoruz, Karadeniz bölgesi gibi bahçeli evler serpiştirilmiş.
Bir biri ardına Bürüksel lahanası, brokoli tarlalarını geçiyoruz.
Bahçeler arasından geçerken inekler, buzağılar ayrı bir güzellik katıyordu yürüyüşümüze.
Gülay’ın resmini çekiyorum, arkada buzağılar… Yemyeşil çayırlık…
Biliyorum böyle bir ortamda şen şakrak olurdu ama yine de kaşlarını çatmaya harcayacağı gayreti yüzündeki gülümsemeye saf ediyordu... Dağ başındayız hiçbir vasıtanın olmadığını olamayacağını bilmeme rağmen bu şekilde yürüyüşün dizine daha ağır hasar vereceğini düşünüyordum.
Hüseyin Bey de alışık olmadığımız şekilde molaları sıklaştırıyordu.
Yol kenarında kısa mola verildi ve hiç beklemediğimiz bir şekilde nereden çıktıysa karşıdan bir kamyonet geliyor, içinde Selim Bey, İlayda hanım el kaldırdım, Gülay’da yanlarına bindi, hareket ettiler. Kamyonetin nereye gittiğinden bile haberim yoktu.
Sonra öğrendim ki yolda İlayda hanımın türküleri şoförün hoşuna gitmiş ki yolunu değiştirip ta…Sansarak köyüne götürmüş..
Yürüyüşümüz saat Ondokuz otuza kadar devam etti, Sansarak köyüne güneyden giriyoruz, evlerin bacalarından dumanlar tütüyor,balkonları çiçeklerle dolu soba dumanı değil iftar yemeğinin dumanı.
Kerpiç evler onlarca yıl öncesini anımsatıyor. Bir şeyler anlatmaya çalışır gibi...Keçi sürüleri bizim gibi köye dönüşte bazı at ve inek sürüleri de bunlara eşlik ediyor. Evlerinin önündeki köylü kadınlar iftar vaktini bekliyor.Bizden önce Sansarak köyüne gelen Gülay,İlayda köylüleri yalnız bırakmamış,kendileriyle sohbet etmişler.Köylü kadın ve çocukların saflığı yüzlerinden okunuyor.
Kahvehane çaycı yok iftarda ocağa Emrah geçiyor, Ayakizleri’ne çay servisi başlıyor.
Köyün meydanında Hüseyin Bey köy çocuklarına defter kalem dağıtıyor. Köy çocukları sevinçli tabii ki bizlerde… Çok değişik bir duygu bu tüm keyifsizliklerinizi keyfe dönüştüren… Çocukların gülüşleri…
Saat dokuzda İznik’ten hareket ettik, Yalova’da araba vapuruyla karşıya geçişimiz ve saat 0130 sularında İstanbul’daydık.
Sonbaharın sarı kızı Eylül’ün sarı örtüsü henüz kendini hissettirmemiş…
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
Orman içinden sanki bir balkona çıkar gibi bir yükseltiye çıktık, önümüzde o kadar geniş yemyeşil bir çayırlık uzanıyordu ki anlatamam, ruhumuza dinginlik verdi.
İçimizdeki tüm karamsar düşünceler uçuverip gitmişti. Burası Özekdere çayırlığı idi.
Mola burada verildi, Gülay’ın ayağına merhemle pansuman yaptım. Hüseyin Bey elastiki bandı sardı.
Mola yorgunluğumuza ilaç gibi gelmişti yaklaşık 10 km. daha yolumuz vardı.
Mola bitince rampayı çıkmaya başladık, sağ yukarımızda üzeri kıpkırmızı elmaların bulunduğu elma ağacını gördük çok çekiciydi, sonra önümüzde erik ağacı vardı. İçimizdeki çocuk işbaşındaydı, biraz elma ve erik topladıktan sonra yola koyulduk.
Eşim; bu acı veren yürüyüşe rağmen keyifsizliği keyfe dönüştürmek için çaba sarf ediyordu ki, evine Türk Bayrağını asan belli ki oruç Özek Dereli köylü, bizlere uğurlar olsun diyordu…
Özekdere mahallesinden geçiyoruz, Karadeniz bölgesi gibi bahçeli evler serpiştirilmiş.
Bir biri ardına Bürüksel lahanası, brokoli tarlalarını geçiyoruz.
Bahçeler arasından geçerken inekler, buzağılar ayrı bir güzellik katıyordu yürüyüşümüze.
Gülay’ın resmini çekiyorum, arkada buzağılar… Yemyeşil çayırlık…
Biliyorum böyle bir ortamda şen şakrak olurdu ama yine de kaşlarını çatmaya harcayacağı gayreti yüzündeki gülümsemeye saf ediyordu... Dağ başındayız hiçbir vasıtanın olmadığını olamayacağını bilmeme rağmen bu şekilde yürüyüşün dizine daha ağır hasar vereceğini düşünüyordum.
Hüseyin Bey de alışık olmadığımız şekilde molaları sıklaştırıyordu.
Yol kenarında kısa mola verildi ve hiç beklemediğimiz bir şekilde nereden çıktıysa karşıdan bir kamyonet geliyor, içinde Selim Bey, İlayda hanım el kaldırdım, Gülay’da yanlarına bindi, hareket ettiler. Kamyonetin nereye gittiğinden bile haberim yoktu.
Sonra öğrendim ki yolda İlayda hanımın türküleri şoförün hoşuna gitmiş ki yolunu değiştirip ta…Sansarak köyüne götürmüş..
Yürüyüşümüz saat Ondokuz otuza kadar devam etti, Sansarak köyüne güneyden giriyoruz, evlerin bacalarından dumanlar tütüyor,balkonları çiçeklerle dolu soba dumanı değil iftar yemeğinin dumanı.
Kerpiç evler onlarca yıl öncesini anımsatıyor. Bir şeyler anlatmaya çalışır gibi...Keçi sürüleri bizim gibi köye dönüşte bazı at ve inek sürüleri de bunlara eşlik ediyor. Evlerinin önündeki köylü kadınlar iftar vaktini bekliyor.Bizden önce Sansarak köyüne gelen Gülay,İlayda köylüleri yalnız bırakmamış,kendileriyle sohbet etmişler.Köylü kadın ve çocukların saflığı yüzlerinden okunuyor.
Kahvehane çaycı yok iftarda ocağa Emrah geçiyor, Ayakizleri’ne çay servisi başlıyor.
Köyün meydanında Hüseyin Bey köy çocuklarına defter kalem dağıtıyor. Köy çocukları sevinçli tabii ki bizlerde… Çok değişik bir duygu bu tüm keyifsizliklerinizi keyfe dönüştüren… Çocukların gülüşleri…
Saat dokuzda İznik’ten hareket ettik, Yalova’da araba vapuruyla karşıya geçişimiz ve saat 0130 sularında İstanbul’daydık.
Sonbaharın sarı kızı Eylül’ün sarı örtüsü henüz kendini hissettirmemiş…
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ