1 Ekim 2007

BOLU YAYLALARINDA

KAŞIKÇI ŞEYH KÖYÜNÜN CEVİZLERİ
23 EYLÜL 2007 günkü yürüyüşümüz Bolu ilinin köylerinde: Dış dedeler köyü ile Kaşıkçı şeyhi köyleri arasındaki bölgede yapılacak, İzmit’i geçmemize rağmen hava karanlık yağmur hala çiseliyor.
Kara hava bizleri öylesine gevşetti ki, uykuya karşı koyamayanlarımız çoğunluktaydı.
Kazkıran geçidini(rakım 800) geçtikten sonra bulutlarla birlikte yolculuğumuz devam ediyor. İç dedeler köyüne doğru bulutlar tepeler hattının üzerine bağdaş kurmuş gibiydi aracımız vadi tabanına doğru kıvrıla kıvrıla yöneldiğinde bulutlar yukarıda tamamen bir çember oluşturmuştu.
Dış dedeler köyünü geçtikten biraz sonra araçlardan indik. Hava şimdilik iyi görünüyordu, yağmurun olmayışı yüzümüze sevinç busesini kondurmuştu.Orman yolundan yürüyüşümüz devam etti.

Önümüzde öylesine bir çöküntü belirdi ki, bir zamanların anlı şanlı “Kara göl” imiş.
Ama gölde, sudan eser miktar dahi yok, şimdi üzerindeki hayvanların otladığı
bir mera durumunda çünkü bu kuraklık devam ederse çayırlıklarda toprağa dönüşecek.
Tüm bu düşünceler içinde yürüyüşümüz devam ediyor, önümüze çok sık alıç ağaçları çıkmakta.
Sonbaharın kızı Eylül kendini göstermeye başladı,ne kadar da sarı ve sarıya çalan renkleri seviyor hemen hemen giydiği tüm giysiler sarı tonunda...
Ara sıra da anıtlaşmış çam ağaçları,içlerinde birisi tahminen 700 yaşında gövdesi, bir çobanın nacağına teslim olmuş. Sadece bir tutuşturmalık çıra için…
Kara göl arkamızda kaldı, Yayla evleri bom boş, havanın rengide kara griye çalmakta, sis içine girip çıkıyoruz… Karşılaştığımız alıç ağaçlarını ziyaret etmeden geçmiyoruz.
Saat 1.30’a doğru boş bir yayla evinin yanından geçerken eşimle; tek başına bir alıç ağacı gördük, üzeri iri iri tatlı, çok güzel bir alıç ağacı idi,
etrafında başka ekili,dikili hiçbir şey yok, yalnız başına sıkılmıştır diye her geçen Ayakizi bir kaç alıç korumaya alayım derken, dönüşte baktığımızda sadece yaprak ve ağaç kalmış .Ayakizleri alıçları sıkılmasın diye yanlarına koruma amaçlı aldıklarından hiç şüphemiz yoktu.
Bahçeli boş bir yayla evininde mola verildi.

Öğle yemeği hazırlıkları başladı.Ayakizleri tam bir ekip ruhuyla görev başındaydı.Hüseyin bey elindeki orijinal bir tahta kaşıkla gönül'de çorbayı karıştırıyordu...
Ne olduysa o an oldu...kulakları çınlatan bir bağırış Serpil Hanım(Hüseyin beyin eşi) o tahta kaşığımı buralara mı getirdin...Hüseyin...!!!!!
Ben o kaşığı Karatepe'lerden aldım, sen nasıl o güzelim nadide kaşığımı buralara getirirsin..!!!!!!!
Önce samimi olarak söyleyeyim, hepimiz pür dikkat Serpil hanımı izledik,tamam işte aile dramı başlıyor derken....
Bir kahkaha bir kahkaha Ayakizleri gülerek yemek hazırlıklarına devam etti.
Klasik “çaydanlıkta tavuk sote içine bu kez mantar da ilave ediliyordu. Hüseyin beyin deyimiyle, Tavuk sote yapılan Zarife’nin eltisi gönül’de çorba yapılıyordu.
Herşey çok güzel idi. Çorba içimizi ısıttı, Klasik Ayakizi tavuk sotesinin bu kez çeşnisi bol idi ama anlam veremediğim şey; tavuk soteyi yerken ağzıma gelen kabuklu sarmısaklara bir anlam veremedim.
O da Selim beyin marifeti imiş.


Mola oldukça keyifli ve uzun sürdü.
Tekrar yürüyüşe başladığımızda sis ve yağmur etkili olmaya başlamıştı.

Yayla evlerini geçiyoruz, karşımızdan gelen köylü bizi iftara evine davet ediyor, teşekkür ederek yolumuza devam ettik.
Alçalan ve yükselen vadi yamaçlarındayız, Allahım rüzgâr yağmurla birlikte nasıl soldan soldan esiyor, iniyoruz çıkıyoruz, sol yanımız artık uyuşmak üzere,arkadan gelen Hüseyin beyin grubu bizim sol gerimizden geliyor, onlar bizim çıktığımız yükseltilerle karşılaşmıyor. Sis görüşü öylesine etkiledi ki biz yedi kişi gruptan kopmuş olarak gidiyoruz.
AAAAA!!! Bir baktım önümüzdekiler grupta yeni yürüyüşe katılan iki bayana önünüzdekileri görüyor musunuz diye sordum? Evet dediler, koşturdum, düdük çaldım, cevap yok, kaybolmuştuk, bayanların gördükleri insan boyundaki rüzgârın etkisi ile sağa sola sallanan çalılıklar idi...
Barış’la birlikte düdük öttürmeye başladık.Şansımızdan arkamızdan gelen Hüseyin Bey ve onunla birlikte arkadan gelen arkadaşlar bizim düdük seslerimizi duyunca onlarda düdüklerini öttürdüler ve düdüklerle anlaşarak yol sapağında buluştuk.
Doğruca 1400metre yükseklikteki yayla evine sığındık, hemen üs kata balkona çıktık vadiyi görebilir miyiz diye ancak nafile yağmur yağıyor, sis etkili göz gözü görmüyor. Tam bu esnada çatırr diye bir ses kızcağız kilolu olmasa da ayağı çürüyen bir tahtayı kırmış ses ondan,epeyce güldük...

Burada biraz soluklandıktan sonra yola koyulduk, saat altıya doğru Arabacılar çayı vasindeki Kaşıkçı köyünün çatılarını gördük.

Daha iki saatlik yol var dediler, bereket vadi yamaçlarından aşağı doğru inmeye başladığımızda, yağmur etkisini kaybetti, hava ısınmaya başladı.
Ceviz ağaçları; bize üşümemizi, ıslanmamızı unutturmuştu, Ayakizleri ceviz ağacının konukları olmuştu.

Cevizler de öylesine bereketliydi ki…
Ceviz toplarken...ve yerken...ki keyfime diyecek yoktu..
Ha!!!!aklıma gelmişken sorayım.
Bir ulu ceviz ağacına tırmanıp ceviz topladınız mı? Eliniz de uzun bir değnekle ceviz çırptınız mı?
Sonra düşürdüğünüz cevizleri yerden toplayıp daha torbaya koymadan bir bir Mardinli "telkari" kuyumcu ustasının titizliği ile yeşil kalın kabuğunu ellerinizin kınalı kınalı olmasına, arkadaşlarınızın veyahut patronunuzun tenkitlerine aldırış etmeden ,kulak asmadan soydunuz mu?
Kırıp,içindeki kirli beyaz zar gibi ince kabuğundan cevizin bembeyaz meyvesini ayırıp ağzınıza atarak, aromayı tattınız mı?
Sanırım gülümsüyor birazda başınızı sallıyorsunuz,garipsemeyin ben bu zevki tam kırk yıl ertelemişim........
Amacım ceviz yemek değil o güzelim aromasının farkındalığını yakalamak... Çocukluğumdaki günleri yad etmek...
Erteleme düşüncesinde olanlara bir şeyleri demiş olmak.......
Eşim ise bugün topladı ve birlikte yedik....
Hava kararmasa içimizdeki çocukları ağaçtan indirmek çok zor olacaktı.
Fenerler yakıldı gecenin sessizliğinde saat sekizde Kaşıkçı Şeyh köyüne vardık.
Hüseyin beyin, köylüler üzerinde oldukça olumlu etkisi vardı, tüm evler kapılarını açtılar, ıslak elbiseler buralarda değiştirildi.
Yol üzerinde Safranbolu benzeri evleriyle ünlü Taraklı ilçesinde,çöven otundan yapılmış köpüklü helvalarımızı ve köy peynirlerini aldıktan sonra saat bir sularında İstanbul’daydık.

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ