17 Ekim 2007

TÜRKUAZI FETHİYE'DE YAKALAMAK

Mavi desem mavi değil, yeşil desem yeşil değil ama hem mavi hem yeşilin cümbüş çaldığı adını Türk’ten alan Türkuaz renginin ruhu beslediği yer… FETHİYE



Sonbaharın ekin renkli oğlu Ekim’de; Hüseyin Beyin Başkanlığındaki, Ayakizleri Doğa Etkinlikleri Grubuyla, İstanbul’dan Fethiye’ye yolculuğumuz esnasında doğa tutkunlarının usunda neler… Vardı… Neler! Bu düşünceleri söze ve haftalar önce Kemal Bey gibi yazıya döken de vardı, benim gibi rüyasını sadece eşiyle paylaşanların sayısı da sanırım az değildi.Ya! Doğa tutkunlarının yanlarında normal tatil anlayışıyla getirdikleri misafirlerin uslarında uçuşanlar neler idi? Uslarda neler mi? Uçuşuyordu! İsterseniz öncelikle olağan tatil düşüncesindekilerin; (bir zamanlar benim de uyguladığım ve tutsağı olduğum gibi) usunda kilerini anlatmaya başlayayım: 3015 metre yüksekliğindeki Ak dağlarının eteklerindeki; Tlos Antik kenti yakınlarındaki Yaka köyünde, yeşillikler içindeki motelde gün ışığı ile uyanmak, sabahın hafif iç ürperten Ekim’in serinliğini içinde ve tüm bedeninde hissetmek varken… Saat onbir, on ikiye doğru gerinerek, gözleri şişmiş bir halde uyanmak, açık büfedeki kahvaltılıklarla yapılan kahvaltı sonrası kahve ve sigara keyfiyle güne başlamak. Havuz başında ürpererek yüzeyim mi? Yoksa mahmurlaşan bedeni şezlonglar üstünde biraz dinlendireyim mi?

Düşünceler ikircikliğinde bir süre ne yapacağına karar veremeden, güneşin de etkisiyle şekerlemeye dalmak, mide gurultularıyla uyanmak, öğleden sonra brunch türü bir yemek faslı ile biraz daha uyku… Sonra biraz güneşin sıcağından, rüzgârın soğuğundan, dere tepenin bedeni incitmeyecek ören yerlerini dolaşmak, ince belli kadehlerle içilen içki akşam yemeği ve uyku… Ya! Sıra dışı tatil anlayışı içinde olup da Likya yolu yürüyüşü, Yamaç paraşütü ve tekne gezisi yapmak isteyen Doğa tutkunlarının uslarındakiler: Bunların da ortak düşünceleri, doğanın ritmine ayak uydurma olmakla birlikte; adını Türk’ten alan yeşilin maviye çaldığı türkuaz renkli Fethiye’ye kuşbakışı bakan 1969 metrelik Baba Dağından yamaç paraşütü ile atlayış yapmak. O inanılması güç türkuaz renginin içine dalmak, kana kana içmek, her bir zerresini bedenin en ücra hücrelerine göndermek, diyaframın akciğerlere uyguladığı en az üç jiglik basıncı hissettiğinde,ne yapacağını bilmezliğini; bağırışlarıyla gizleme telaş ve şaşkınlığı içinde iken: Bu güzellikler içinde dans ederken, beni içimden vurmaya çalışan hain kim? Diye düşüncelere dalmak ve de hemen uyanmak, kendine gelmek… Kendini yamaç paraşütünün şefkatli kollarına zorla da olsa teslim ederek,atlayışı bir an önce de bitirme hissiyle karışık, gördüğü türkuaz cümbüşünü bir daha göremeyeceği endişesiyle aceleyle etrafı gözlemleme isteğinin çarpıştığı düşünce yumağı içinden sıyrılmak istemek… (atlayış;Buket Erdoğmuş)
Korku, heyecan, keyif, sakinlik ve anlatılamayacak kişiye özgü düşünceler sarmalında yüzmek… Peki ya… En az dört bin yıllık patikalarda “Likya yolu yürüyüşüne” katılarak; 1969 metrelik Baba Dağlarının yamaçlarında çiseleyen yağmur altında yürüme coşkulu isteğinin, ortaya çıkacak gökkuşağının altından geçip de cinsiyetimi değiştiririm korkusuna dönüşmesini düşünüp; irkilerek, ben bu gökkuşağından nasıl kurtulurum diye adımları sıklaştırmak... Kelebekler vadisini tepeden görüp de bedenindeki tüm tüylerinin isyan ederek ayaklanmasını yaşamak. Kalbin bu isyana kendi ritminin dışında cevap vermesiyle daha da akıl almaz duygu ve düşüncelere kendini kaptırmak… Terleriyle ıpıslak olmuş giysilerle birlikte türkuazın bin bir hallerini yaşadığı, mavinin yeşil, yeşilin mavi olduğu: Kıyı hattı tamamen çam ağaçlarıyla bezenmiş 1478 metre yüksekliğindeki Elmacık Dağının adeta kollarıyla sarmaladığı Kabak Koyunun sularına bırakma… O iyotla, balık yumurtalarının kokularının karıştığı, zaman zaman da esen rüzgârın getirdiği kekik ve Bozlağan çalısı kokularını içine çekmeyi, hissedilmemiş hisleri, denenmemiş “asana”ları keşfetmeyi deney imlemeyi düşünmek… Sizi usunuzda Elmacık dağının zirvesinde “nirvana”ya çıkartacak, duygu yoğunluğunu yaşamak… Kabak koyundan Elmacık Dağı yamaçlarında ki antik patikalardan yukarı doğru çıkarken zaman zaman size mola ver! Bana bak! Diyen batmaya yüz tutmuş güneş ve sanki onun tınılarını bir Balalayka gibi tellerinde titreştiren Kabak koyunun kıpra şan denizi. Size çok yoruldunuz biraz da bizim çardaklarda dinlenin diyen köylüler, getirdikleri ayranı yudumlarken, deniz kanatlarınızın altında… Dalıp gidersiniz tamamı 509 kilometre olan Likya yolunun yürüyemediğiniz parkurlarını yürümek için içinizde ki ateş tutuşmaya başlar….Orada ön kararı verirsiniz… 2008 yılında Fethiye-Ovacık, Phellos-Kaş arasındaki 187 kilometrelik yolu yürümeye… Geri kalanların uslarında ise; Ölü denizde tekne gezisi yaparak,Kelebekler vadisini ve kumsalını, adalardaki antik kalıntıları görüp, türkuaz renkli denizinde yüzmek idi…Ayak izleriyle yaptığımız bu gezide esas vurgulamak istediğim şey; yıllardır değiştiremediğimiz “eskimiş köhnemiş alışkanlıkların” nasıl değiştirildiği idi… Alışkanlıklar deyince aklıma ünlü şair” Pablo Neruda”nın bir şiiri geldi............ “Yavaş yavaş ölürler Seyahat etmeyenler, Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, Müzik dinlemeyenler, Vicdanlarında hoş görmeyi barındıramayanlar. ............ Yavaş yavaş ölürler Alışkanlıklarına esir olanlar, Her gün aynı yolları yürüyenler, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini değistirme riskine bile girmeyenler, veya bir yabancı ile konuşmayanlar,” ............

Yıllarca şayet olanağımız olursa uyguladığımız tatil konseptimiz,özellikle benim; “uyku&yemek&biraz da hareket “sarmalında tembellik yapmak idi.İzmir’de başladığımız Doğa yürüyüşü etkinlikleriyle birlikte eski alışkanlıklarımızdan sıyrılma ve kendimizi doğanın ritmine ayak uydurma düşüncesine kaptırdık. Bu satırları okuma zahmetinde bulunan sevgili okurlar: Unutmayın ki siz de ben ve eşim gibi;

eskimiş, köhnemiş alışkanlıklarınızdan sıyrılmış veya bu düşünceye adım atmış görünüyorsunuz.... İnanırmısınız? Fethiye’ye adım attığımız ilk günden son güne kadar Fethiye’nin şehirleşmiş merkezine girmedik limanını da görmedik... Nasıl olsa şehir merkezi herzaman görülebilir...ve de yaşanabilir idi ...

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ EKİM2007

Hiç yorum yok: