Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım…
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil…
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım…
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım…
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen, onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
CAN YÜCEL
KARLAR ÜLKESİNDE YÜRÜYÜŞ
Bir kaç haftadır, Gülay’la birlikte; hastane koridorlarında, doktor ve tahliller peşinde koştururken neler geçmedi ki aklımızdan… Neler!
Bunlardan birincisi; Can YÜCEL’İN şiirinde tarif ettiği yaşam felsefesi…
Diğeri ise, Ünlü feylesof “Nietzsche’nin” de pek sevdiği “Montaigne”in, “Denemeler” son bölümünde yer alan; yaşama sanatını iyi icra edebilmek için “kişinin, çektiği acılardan faydalanmayı bilmesi” gerektiğini söylediği düşüncesi: Şöyle devam etmekte:
“Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak, o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz.
Dünyaya da kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı ötekilerininse rahatsız edici olduğunu görürüz.
Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir?
Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir.
Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir…”
Bu düşünceler sarmalında günler birbirini takip ederken, geçmişte kanıtladığımız gibi, evliliğimizin otuz birinci yılında da, her türlü olumsuzluğa birlikte göğüs gereceğimizi ve acılardan ders çıkartacağımızı biliyorduk…
Ruhumuz bedenimize hâkim, bedenimiz de bizi taşıyacak güce sahipken…
Bu hafta sonu Hüseyin Beyin düzenlediği “karda doğa yürüyüşüne” katılmamak olmazdı…
Ve karar verdik… İnanır mısınız? Kararı verdiğimiz ve sırt çantalarımızı hazırlamaya başladığımız andan itibaren “hastane” havasından sıyrılmaya başlamıştık…
Bu sıyrılma hangi boyutlara ulaşacaktı… Bunu biz bile merak ediyorduk…
Merakımız, İstanbul’dan hareket ettiğimizde de havanın oldukça kapalı olması nedeniyle; daha da artmıştı.
Ayakizleri grubunun neredeyse lojistik merkezi olan ALİFUAT PAŞA’DA yiyecek alımı ve dinlenme için mola verildi. Bu kez Reşat beyin sözünü dinleyerek Sakarya nehri kıyısında ki çayhanede çaylarımızı içtik, Sakarya nehrini aşan inşa halindeki köprü ulaşıma açılmıştı… Çaylar yudumlanırken Reşat Beyin ülkeyi bekleyen ciddi ekonomik kriz değerlendirmesini dinledik… Ancak o denli güler yüzle ve anlaşılır bir dille anlattı ki, kriz değil de bolluk olacakmış gibi algılandı… Ama çayhane sahibi, krizin can yakacağını, tedbir olarak da yatırımın olarak parasını dolara yatıracağını anladığını söyledi…
Onarılan köprüyü geçip de Taraklı’nın en uzak dağ köyü Tuzla’ya doğru yol aldığımızda Kazkıran geçidinden sonra kar ve buzla kaplı yolla karşılaştık, yolun yeni açıldığı belli oluyordu… Özellikle Hark köyünden itibaren kendimi Doğu Anadolu’da sandım, inanın oralardan daha fakir görünümlü, evlerin hepsi kerpiç, sıvaları dökülmüş, hayat belirtisi yok gibi…
Kaptan Mesut çok deneyimli yanımızda yer yer derin yarları yalayıp geçiyoruz, aracın kayma olasılığı oldukça fazla, biraz sonra zincirler takılı olarak yola devam ettik.
İl özel idaresine bağlı işçiler dev greyder ve kepçelerle yol açma çalışmalarına devam ediyordu…
Tuzla köyüne varmadan araçlardan indik… Kuşanmamız tamamlandıktan sonra Hüseyin Beyin ayaklarına geçirdiği hediklerle açtığı patikadan yürüyüşümüz başladı…
Hava parçalı bulutlu, önümüzdeki tepeyi aşarken güneş kendini göstermeye başladı, tabii ki ter de… Üzerimizdeki fazlalıklar çıkarıldı, tişörtle kalan dahi vardı.
Doğanın bembeyaz örtüsü içinde meşelik alanı geçiyoruz, bahardaki coşkuları yerine sessizlik hâkim, cüsseleri de oldukça küçülmüş, oysa bahar ve baharın sonunda yaprakları doğaya coşku verirdi… Şimdi sadece sessiz bembeyazlığın dinginliğini yaşıyorlar…
Rüzgâr esmiyor, her şey sükûn içinde: Ayakizleri grubu, doğanın sessizliğini bozarım düşüncesiyle adeta parmaklarının üzerinde yürümeye gayret ediyor, sadece nefes alma ve verme seslerini, beline kadar kara gömülenlerin ya da aralarında kartopu oynayan birkaç kişinin bağrışmaları bozuyor…
—Öğle yemeğinde, ne vardı biliyor musunuz?
—Hüseyin ve Selim Beyin düşündükleri, hatta sürprizleri, pekmezli karsam baç idi.
Yine gidiverdim Torosların buz gibi karsam baç yaptığımız günlerine…
Mola sonrası yürüyüş, bu kez köknarların hâkim olduğu bölgedeydi, yeşilin tüm tonları beyaz kar yüzeyinden yansıyan ışınlarla bambaşka, belki de tuvallerde olmayan renkleri oluşturuyorlardı. Ya bu ışıltılar arasında şakıyan bülbüllere ne dersiniz…
Karda bele kadar batmalar ve dizimizi geçen yükseklikte yürümeler bizleri helak etmişti ama esas emek zadeler önde hedikle iz aşan grup idi…
Güneşin etkisi kaybolmaya yüz tutmak üzere, esinti olmadığı için şükrediyorum, Hüseyin Beyin belirttiğine göre BELENGERME (boyun) tepesindeyiz… Öyle bir yer ki kuzeyde Gök tepe, doğumuz da Kara göl, Güneyde Tuzla her yöne hâkimiz…
Kuzey Karaçay vadisine doğru alçalıyor, işte bu yönde iki buçuk, üç saatlik bir yürüyüşümüz daha var…
Yürüyüş bayır aşağı olduğu için daha neşeli geçmeye başladı, kardan kütle yapıp çığ yaratmaya kalkanlar, çitlembiklerin tuzağına yakalanıp kara gömülenler…
Güneşin kızıllığı ufukta görülüyor, verilen kısa molada soğuktan suyu içemez olmuştum, Gülay’ın yüzü kırmızı ila mor arasında bir yerde…
Hava karamaya yüz tutmuş biz Karaçay vadisi yamaçlarında Belpınar Köyüne ulaşmaya çalışıyoruz…
Selim Bey, bu vadi yamaçlarında eliyle karları topaklayıp aşağı doğru yuvarlıyor, küçük kar kümesinin aşağılara doğru büyüyerek düşmesi, onu öylesine keyiflendiriyordu ki, gözlerinin içi; buluş yapan bir mucidin ki gibi, canlı ve heyecanlı idi…
Yolda karlar üzerinde gördüğümüz kan izleri, domuz parçaları, akşam yapılan domuz sürek avının izlerini taşıyordu…
Hava karardığında Belpınar Köyünde idik… Bizleri öylesine misafir ettiler ki anlatamam, yaprak dolmasının tadı hala damağımda, ye tarhana çorbası, hangisini saysam bilemiyorum…
Belpınar Köyü Muhtarı Rafet Bey ile Fedakâr eşi Ayşe hanıma ne denli teşekkür ettiğimizi tahmin ediyorsunuzdur…
Köy karlar içinde idi, yollar ise öğleden sonra açılabilmiş, yolun sağında ve solunda bir insan boyu kar kümeleri ile zincirli aracımızla ana yola kadar salimen inebildik…
Altı saati aşkın karlar ülkesindeki yürüyüşümüz öylesine keyifli geçmişti ki...
Eve adım attığımızda dahi bembeyaz karlar ülkesinin içindeydik...
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ