5 Şubat 2008

TUZLA-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

ACI DORUĞA ULAŞTIĞINDA GÖZ YAŞI GELMEZMİŞ


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım…
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil…
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım…
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen, onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
CAN YÜCEL
KARLAR ÜLKESİNDE YÜRÜYÜŞ

Bir kaç haftadır, Gülay’la birlikte; hastane koridorlarında, doktor ve tahliller peşinde koştururken neler geçmedi ki aklımızdan… Neler!
Bunlardan birincisi; Can YÜCEL’İN şiirinde tarif ettiği yaşam felsefesi…
Diğeri ise, Ünlü feylesof “Nietzsche’nin” de pek sevdiği “Montaigne”in, “Denemeler” son bölümünde yer alan; yaşama sanatını iyi icra edebilmek için “kişinin, çektiği acılardan faydalanmayı bilmesi” gerektiğini söylediği düşüncesi: Şöyle devam etmekte:
Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak, o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz.
Dünyaya da kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı ötekilerininse rahatsız edici olduğunu görürüz.
Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir?
Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir.
Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir…”

Bu düşünceler sarmalında günler birbirini takip ederken, geçmişte kanıtladığımız gibi, evliliğimizin otuz birinci yılında da, her türlü olumsuzluğa birlikte göğüs gereceğimizi ve acılardan ders çıkartacağımızı biliyorduk…
Ruhumuz bedenimize hâkim, bedenimiz de bizi taşıyacak güce sahipken…
Bu hafta sonu Hüseyin Beyin düzenlediği “karda doğa yürüyüşüne” katılmamak olmazdı…
Ve karar verdik… İnanır mısınız? Kararı verdiğimiz ve sırt çantalarımızı hazırlamaya başladığımız andan itibaren “hastane” havasından sıyrılmaya başlamıştık…
Bu sıyrılma hangi boyutlara ulaşacaktı… Bunu biz bile merak ediyorduk…
Merakımız, İstanbul’dan hareket ettiğimizde de havanın oldukça kapalı olması nedeniyle; daha da artmıştı.
Ayakizleri grubunun neredeyse lojistik merkezi olan ALİFUAT PAŞA’DA yiyecek alımı ve dinlenme için mola verildi. Bu kez Reşat beyin sözünü dinleyerek Sakarya nehri kıyısında ki çayhanede çaylarımızı içtik, Sakarya nehrini aşan inşa halindeki köprü ulaşıma açılmıştı… Çaylar yudumlanırken Reşat Beyin ülkeyi bekleyen ciddi ekonomik kriz değerlendirmesini dinledik… Ancak o denli güler yüzle ve anlaşılır bir dille anlattı ki, kriz değil de bolluk olacakmış gibi algılandı… Ama çayhane sahibi, krizin can yakacağını, tedbir olarak da yatırımın olarak parasını dolara yatıracağını anladığını söyledi…
Onarılan köprüyü geçip de Taraklı’nın en uzak dağ köyü Tuzla’ya doğru yol aldığımızda Kazkıran geçidinden sonra kar ve buzla kaplı yolla karşılaştık, yolun yeni açıldığı belli oluyordu… Özellikle Hark köyünden itibaren kendimi Doğu Anadolu’da sandım, inanın oralardan daha fakir görünümlü, evlerin hepsi kerpiç, sıvaları dökülmüş, hayat belirtisi yok gibi…
Kaptan Mesut çok deneyimli yanımızda yer yer derin yarları yalayıp geçiyoruz, aracın kayma olasılığı oldukça fazla, biraz sonra zincirler takılı olarak yola devam ettik.
İl özel idaresine bağlı işçiler dev greyder ve kepçelerle yol açma çalışmalarına devam ediyordu…
Tuzla köyüne varmadan araçlardan indik… Kuşanmamız tamamlandıktan sonra Hüseyin Beyin ayaklarına geçirdiği hediklerle açtığı patikadan yürüyüşümüz başladı…
Hava parçalı bulutlu, önümüzdeki tepeyi aşarken güneş kendini göstermeye başladı, tabii ki ter de… Üzerimizdeki fazlalıklar çıkarıldı, tişörtle kalan dahi vardı.
Doğanın bembeyaz örtüsü içinde meşelik alanı geçiyoruz, bahardaki coşkuları yerine sessizlik hâkim, cüsseleri de oldukça küçülmüş, oysa bahar ve baharın sonunda yaprakları doğaya coşku verirdi… Şimdi sadece sessiz bembeyazlığın dinginliğini yaşıyorlar…
Rüzgâr esmiyor, her şey sükûn içinde: Ayakizleri grubu, doğanın sessizliğini bozarım düşüncesiyle adeta parmaklarının üzerinde yürümeye gayret ediyor, sadece nefes alma ve verme seslerini, beline kadar kara gömülenlerin ya da aralarında kartopu oynayan birkaç kişinin bağrışmaları bozuyor…
—Öğle yemeğinde, ne vardı biliyor musunuz?
—Hüseyin ve Selim Beyin düşündükleri, hatta sürprizleri, pekmezli karsam baç idi.
Yine gidiverdim Torosların buz gibi karsam baç yaptığımız günlerine…
Mola sonrası yürüyüş, bu kez köknarların hâkim olduğu bölgedeydi, yeşilin tüm tonları beyaz kar yüzeyinden yansıyan ışınlarla bambaşka, belki de tuvallerde olmayan renkleri oluşturuyorlardı. Ya bu ışıltılar arasında şakıyan bülbüllere ne dersiniz…
Karda bele kadar batmalar ve dizimizi geçen yükseklikte yürümeler bizleri helak etmişti ama esas emek zadeler önde hedikle iz aşan grup idi…
Güneşin etkisi kaybolmaya yüz tutmak üzere, esinti olmadığı için şükrediyorum, Hüseyin Beyin belirttiğine göre BELENGERME (boyun) tepesindeyiz… Öyle bir yer ki kuzeyde Gök tepe, doğumuz da Kara göl, Güneyde Tuzla her yöne hâkimiz…
Kuzey Karaçay vadisine doğru alçalıyor, işte bu yönde iki buçuk, üç saatlik bir yürüyüşümüz daha var…


Yürüyüş bayır aşağı olduğu için daha neşeli geçmeye başladı, kardan kütle yapıp çığ yaratmaya kalkanlar, çitlembiklerin tuzağına yakalanıp kara gömülenler…
Güneşin kızıllığı ufukta görülüyor, verilen kısa molada soğuktan suyu içemez olmuştum, Gülay’ın yüzü kırmızı ila mor arasında bir yerde…
Hava karamaya yüz tutmuş biz Karaçay vadisi yamaçlarında Belpınar Köyüne ulaşmaya çalışıyoruz…
Selim Bey, bu vadi yamaçlarında eliyle karları topaklayıp aşağı doğru yuvarlıyor, küçük kar kümesinin aşağılara doğru büyüyerek düşmesi, onu öylesine keyiflendiriyordu ki, gözlerinin içi; buluş yapan bir mucidin ki gibi, canlı ve heyecanlı idi…
Yolda karlar üzerinde gördüğümüz kan izleri, domuz parçaları, akşam yapılan domuz sürek avının izlerini taşıyordu…

Hava karardığında Belpınar Köyünde idik… Bizleri öylesine misafir ettiler ki anlatamam, yaprak dolmasının tadı hala damağımda, ye tarhana çorbası, hangisini saysam bilemiyorum…
Belpınar Köyü Muhtarı Rafet Bey ile Fedakâr eşi Ayşe hanıma ne denli teşekkür ettiğimizi tahmin ediyorsunuzdur…
Köy karlar içinde idi, yollar ise öğleden sonra açılabilmiş, yolun sağında ve solunda bir insan boyu kar kümeleri ile zincirli aracımızla ana yola kadar salimen inebildik…
Altı saati aşkın karlar ülkesindeki yürüyüşümüz öylesine keyifli geçmişti ki...
Eve adım attığımızda dahi bembeyaz karlar ülkesinin içindeydik...


Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

22 Ocak 2008

HİSAREYN-NÜZHETİYE-KUTLUCA-KIRINTI KÖYÜ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

İYİ DÜŞÜNÜN...
Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin. Er veya geç Çimenler yayılacak üzerinize
CAN DÜNDAR


BİR DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ; ANNE AYI İLE YAVRUSUNUN AYAK İZLERİ…


Yeni yaşımın ikinci gününde: 19 Ocak 2008 Cumartesi; Kocaeli yollarındayız…
Yürüyüşümüz keşif niteliğinde kısacası zaman, hava ve arazi yönünden bahtımıza ne çıkarsa, ona katlanarak yürüyeceğiz…
Bu nedenle Hüseyin Bey grubu otuz kişiyle sınırlı tutmuş…
Keşif; Gölcük ile İznik ilçelerinin beldelerini kapsayacak şekilde Samanlı Dağlarında(Nüzhetiye-Kırıntı köyleri arasında) yapılacak…
Mesut kaptanın seri yönetimi ile midibüsümüz, Hisareyn beldesinin dar sokaklarından yukarı doğru tırmanıyor… Beldenin ismi dikkatimi çekiyor… Hem Türkçe hem de Arapça kelimelerden oluşmuş, Hisar: Burç, Eyn: Çift, “ÇİFTEHİSAR” anlamında olduğunu sonradan öğrendim…
Evler yazlık görünümünde… Bir süre sonra Nüzhetiye köyüne vardık, burada sırt çantalarımızı kuşandıktan sonra
Balık Çiftliğinden yürüyüşe başladık… Çiftlik bomboş… Biraz yürüdükten sonra şelaleyi gördük… Sonra dik bir yamaçtan halat ve yardımlaşmayla çıktıktan sonra gürül gürül akan dere kenarından yürüyüşe başladık. Bu yürüyüşün yaklaşık beş buçuk saati tırmanmayla tamamı ise yedi saat sürecekti…
Sol tarafımız derin bir vadi, yer güneşin de etkisiyle çamurlaşmaya başlamış, botlarımızdaki çamurları orman içindeki orman güllerinin çalılarına sürterek çıkarmaya çalışıyoruz…
Ama nafile… Bir süre çamur ve orman güllerinin çalıları ile boğuşmaktan çıktığımız rampanın farkına bile varamadık…
Hüseyin Bey Asker Mehmet ile devamlı harita değerlendirmesi yapıyor…
Kendime göre bir kerteriz aldım, bana göre de güneşin battığı vadiye doğru gitmemiz gerekiyordu…
Önemli olan da ormandan hava kararmadan çıkmak en güzeli idi… Gülay’la da konuştuk, bizim için Kırıntı köyü önemli değildi, önemli olan bir yerleşim yerine varmak… Sonrası kolaydı…
Ama bizim düşüncelerimiz keyfe kederdi… Hüseyin Beyin deneyimine güveniyorduk… Doğruyu söylemek gerekirse birazda olağanüstü durumlar yaşamak istiyorduk… Biz her duruma hazırdık… Çok geçmeden çamur, orman güllerinin çalıları bitmeden yer yer dizimize kadar derinleşen karla karşılaştık… Bu da iyi dedik.
Ah! O toz gibi ayağımızın altından kayıp giden, un gibi ufalanıp bize pösteki saydıran kar yok mu? O çürük kar…
Dalları çıplak toprağı karlarla bezenmiş kayın ormanları; güneşin sarıya çalar ışıklarını özlemle bekler halleri vardı…
Sanki üşümeleri biraz olsun azalmış, ısınmışlığın verdiği rehavetle uykuya dalar halleri: Biz Ayakizlerinin şen şakrak sesleriyle, uykudan uyanmış bebelerin ne yapacağını bilmez şaşkın ürkek hallerine dönüşüyordu…
Karları, çamurları adeta yırtarak tüm güzelliklerini sergilemek isteyen bitkilere ne demeliydi..
Kayın ormanın sessizliği; zaman zaman peşimize düşen Av köpeklerinin havlamalarıyla… Zaman zaman da yerde ayıların pençe izleri! Diye uyarı sesleriyle bozuluyordu…
Selim Bey bir ara gruptan ayrıldı, ben, Gülay ve Aynur da kendisine katıldık ancak tutana aşk olsun… Selim Beyin, ayı izleri nidası ormanda yankılandı… Hemen hızlandık dikkatle izleri inceliyoruz… Gerçekten öylesine güzel bir iz ki bu görünümü kendime doğanın doğum günü hediyesi saydım…
Meraklandınız değil mi?
İz; bir “ana ayı ile yavrusuna” ait idi…
Kaç poz resmini çektim, bu ödülün bilemezsiniz…Aşağı doğru baktığımızda grup mola vermek için durmuştu…
Mola küçük bir çanak gibi kuytu bir yerde verildi, güneşi de böğründen alıyordu…
Menüde helva ve peynir var…
Gülay’ın sözüne uydum… Bir bardak kahve ve dörtte bir peynir ekmek yedim…
Keza yolun ne zaman biteceği önümüze ne çıkacağı belli değildi… Tok karnına da yürüyüş hiç çekilmez idi.
Mola sonrası tekrar karlar içinde rampaları çıkmaya devam ettik… Son dönemeci de döndükten sonra, artık şu tırmanmalar da bitsin derken yokuş aşağı inmeye başladık…
Bir baktım… Koşuyorum… Ben değil, yeni yaşını kutlayan içimdeki çocuk koşuyor… Ben de onu tutmaya çalışıyorum… O koştukça, ben onu tutmaya çalışıyorum…
Gülay’ın sesiyle kendime geldim…
Ne yapıyorsun dedi!
Ben de ben bir şey yapmıyorum…
İçimdeki çocuğun peşinden koşuyorum dedim…
Keyfimize diyecek yoktu…
İster Kırıntı köyü isterse Mırıntı köyü…
Şu beş buçuk saat süren yokuş yukarı yürümeler bitti ya… Bundan sonra isterse iki saat yol olsun… Razıyız…
Derken sondan bir önceki dereyi de geçtikten sonra güneş elini ayağını çekmiş hava soğumaya yüz tutmuştu… Karşılaştığımız son dere ise buz tutmuştu, biraz ilerde ki yıkılmış köprünün üzerinden geçerek yola devam ettik, hava artık kararmıştı ki evler görünmeye başladı… Burasının Kutluca köyü olduğunu öğrendik Kırıntı Köyüne yaklaşık bir saat var dediler…
Birkaç ev hariç, evler; ayazın sessizliğine bürünmüş, havanın kararmasıyla kendileri de bu sessizliğe ayak uydurmuş, köyde elektrik var, ama cep telefonu çalışmıyor, ısrarla çatılara baktım uydu anteni de yok… Kendi kendime fakirliğin gözü kör olsun dedim. Birden çocukken Toras’ların Bürücek yaylasında, hava kararır kararmaz yatakların içine girişimiz ve gaz lambalarıyla aydınlandığımız günler aklıma geldi…
Ayaza çeken hava artık yerleri jilet gibi buz yapmıştı… Yürümekte oldukça zorlanmaya başladım… Demeye kalmadı kendimi yerde buldum… Düşerken, Harbiye’deki hocam aklıma geldi... Şöyle derdi: “İnsan düşerken tedbir alamaz… Tedbir düşmeden önce alınmalı… Çay içerken dahi, düşerken nasıl düşeceğini (toparlanarak, elleri kullanmadan, cenin vaziyetinde) zihnine kazımalısın ki, düşme esnasında refleks olarak tedbiri bedenin alsın derdi…”
Gerçekten öyle de oldu, bir yerim incinmeden, güzel düşmüştüm…
Artık ilerde gözüken ışıklar gözümüzde meşhurlaşan KIRINTI köyü idi…
Hemen caminin el yüz yıkama yerinde botlarımızı yıkadık, bayanlar midibüste erkekler kahvehanede üzerlerini değişti…
Gülay’la birlikte Serpil Hanımın hazırladığı Kara lahana çorbasını içerken tadı damağımızda kaldı…
Ve gerçekten… Bugüne kadar böylesine bir çorba içmemiştik…
Yolda yürürken Selim Beye; Köye vardığımızda bu yorgunluğun üzerine Hüseyin Beyle yemek hazırlamamalarını istemiştik…
Bunun yerine İznik’te İMREN Köftecisinde köfte yemeyi söylemiştik…
İstediğimiz gibi de oldu…
Çayları içtikten sonra ver elini İznik…
Köfteler yendi… Kahveleri de hak etmiştik…
Orhangazi, Yalova, araba vapuru derken eve vardığımızda saat ikiye geliyordu…
Usumda “anne ayı ile yavru ayının ayak izleri” vardı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ

2 Ocak 2008

SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ

2008 yılının;
zorlama kuralların ve prensiplerin dizginlerinden sıyrılmış,
gürül gürül gürleyen coşkulu bir duyguyla,
doğanın bağrında ceylanlar gibi sekeceğimiz bir yıl olması dileğimizle…
G.M.Y


SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ
2007’nin bu son yürüyüşünde Sülüklügöl yollarındayız, her zamanki yürüyüşlerden bir farkı, yürüyüşe katılanların çeşitli guruplardan oluşu hatta Dokurcun’da Boğaziçi, Bilgi Topluluğundan Murat Selçuk ve üç arkadaşının da katılması gruba ayrı bir renk kattı…
Dokurcun çayının böğründe sabahın ilk çayını yudumlamak oldukça keyifli idi… Mola sonrası yürüyüş başlangıç noktasına araçlarla ilerlerken, vadiler; üzerlerindeki yollarla birlikte aşağılarda kalmıştı… Gökyüzü düşündüğümüzün tam tersine masmavi idi…
Yaylada inerek, yürüyüş için hazırlanmayı müteakip bayır yukarı yürüyüşe başladık…
Yer donmuş, hava berrak, soğuk ama mis gibi… Yürüdükçe vücudumuzun kaloriferi de çalışmaya başlıyor, durunca hemen soğuyor… Yavaşlamaya bile cesaret edemiyoruz… Yağan karlar soğuğun etkisiyle bembeyaz kristal gibi olmuş seyretmeye doyum olmuyor…
Güneş soğuğu kırıyor, yükseldikçe manzara da güzelleşiyor, Hüseyin Bey baharda yapacağımız yürüyüşün güzergâhını karşıda ki dağları göstererek tarif ediyor…
Kayın ormanının içinde daha da dikleşen bayırı ara vermeden tırmanıyoruz… Toprak donmuş yer yer merdiven gibi olmuş, tepeye vardığımızda iki saati geçmişti… Kısa süreli bir moladan sonra tekrar yokuş yukarı çıkıyoruz…Bir grup çok ilerdeler Sülüklügöl/Çavsak istikametinde gidiyor… Bizim grubun gideceği istikamete gelmeleri için seslenildi. Hüseyin Beyin tarif ettiği yamaca doğru yürümeye başladık…
Artık Sülüklü göle inen yamaçlardayız, manzara güzel ama uçurumda güzel, dikkatlice patikadan ilerliyoruz…
Bu manzara kaçırılmaz! Hemen bir mola verildi..Hüseyin Bey,Sülüklü gölün (gölleri)1702 yılında heyelan sonucu bir derenin sekiz dokuz bölüme ayrılmasıyla oluştuğunu anlatıyor...Ya kayın ormanı ne olmuş asırlardır gölün içinde duruyor... Mola sonrası yürümek pek istekli olmasada sağ yanımızdaki manzara mükemmeldi...Rakım 900 metrelere düştüğünde kardan mantolarını giymiş köknar ağaçları bizleri güler yüzleriyle karşıladı… Bu güzel görünüm yorgunluğumuzu unutturmuştu… Bu güzelikleri kaçırmak olmazdı...Köknarları geçtikten sonra bu kez tekrar kayın ormanı içindeyiz, Sülüklü göller peşi sıra yer yer donmuş…
Mola verilecek bölgeye geldiğimizde göl henüz donmakla donmamak arasında idi… Ayakizleri öbek öbek olmuş kimi yemek hazırlıkları içinde kimi ateş yakmakta kimi de sıcak çayını yudumlayarak sohbet etmekte…
Kısa süre sonra soğuyan havanın da etkisiyle; el ve ayak parmaklarımızdan başlayan uyuşukluk yavaş yavaş dudakların ince kıvrımlarında morarma olarak kendini gösteriyordu…

Titreyenler hazırlıksız gelenlerdi… Bir ara iki kişinin grupta bulunmadığı haberini duyduk. Ancak Hüseyin Bey problemi, kimsenin huzurunu bozmadan çözmeye çalışıyordu, panik yoktu…
Kısa süre sonra keşif için; fedakâr Ali Çevik ve Necati Ok gruptan ayrıldılar. İşleri kolay değildi, geldiğimiz o bayırları tekrar kat edeceklerdi...
Muhtemelen Liz ve eşi Çavsak istikametinde yönlerini kaybetmişlerdi, daha önce de bizimle yürüyüşe katılmış ve deneyimli olmaları yüreğimize su serpiyordu.
Bu yaşadıklarımız gerçeğin ta! Kendisiydi ve bu gerçekler kabul edilmeden yürünemez idi… Keza biz doğa tutkunları; peşin hükümde bulunmadan gezmeyi alışkanlık haline getirmiştik. Bu düşüncemiz var olan koşullarla çelişirse daha az hayal kırıklığına uğruyorduk. Sanırım en büyük farkımız “bilinmeyene karşı gösterdiğimiz olumlu yaklaşım”dan kaynaklanmakta idi…
Bu eşsiz karla kaplı doğa harikası Sülüklü gölün tadının ayırdına vardığımız için ben ve eşim öylesine mutluyduk ki…
Bu düşüncemizin temelinde: Hayalini gerçekle buluşturma ve usun çitlerini aşarak bu ıssız ve sessiz mekânda nelerle karşılaşabileceğimizi keşfetme merakı vardı…
Yılardır olduğu gibi....Sülüklü göl kıyısında üşünse de titrense de “çaydanlıkta tavuk sote, közde kızarmış sucuk ve diğer sunulan yiyecekler yendikten sonra yollara tekrar düşmüştük, hava karardığında Dokurcun balık çiftliğindeydik… Küçük kahvehane beklerken Talat Bey ve Tezcan hanımın sohbetine doyum olmadı… Kaybolan Liz ve eşi köye, aramaya giden ekipte yanımıza dönmüşlerdi…
2007 yılının bu son günün de yaptığımız yürüyüş de yaşadığımız gerçeklerle sona ermişti…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ