13 Mayıs 2010

ÇUBUK GÖLÜ-SÜLÜKLÜ GÖL TRANSI….MAYIS-2010

NASIL BAKARSAK ÖYLE BİR YER Mİ? DÜNYA...


ÇUBUK GÖLÜ-SÜLÜKLÜ GÖL TRANSI….MAYIS-2010

Günlerden 02 Mayıs 2010 Anadolu Dağcılık Kulübü ile Çubuk gölü- Sülüklü göl transı için yollardayız…Sapanca’da bir mola ile ta!!!! Çubuk Gölüne kadar yolumuza devam ettik…

Gülay’la birlikte Çubuk Gölü gerek göl kıyısında kamp gerekse Çubuk gölü başlangıçlı onu aşkın yürüyüş yaptık… Şimdi yine Çubuk gölü kıyısındaki “Çubuk köyünün içinden tepeye doğru ilerliyoruz…

Evler o denli sıcak geliyor ki bana kendimi çok huzurlu hissediyorum… Ahırlardan gelen tezek kokuları inanın hiç mi! Hiç rahatsızlık vermiyor… Kendimi kendimle daha barışık hissediyorum… Tırmanmaya başlıyoruz… Güneş ensemizden ısırmaya başladı… Hazırlıklıyım… Tülbentim… Boynumda ilk günlerde ki gibi…

Yavaş yavaş yükseliyoruz… Dönüp çubuk gölünün güzelliğini usuma nakş etmek istiyorum…
Öylesine nakş olsun ki usumda ki “ülkemde yaşanan ve yaşatılan tüm kirlilikleri” ötelesin... Bedenimde takılı kalan bir şey kalmasın… Doğrunun eğriye eğrinin doğruya karıştığı bu karmakarışıklıkta… Usumun, bedenimin doğa içinde durulanmasını sağlasın… Korkulu, Kızgın, Üzüntülü, panik içinde suratlar görmekten uzak tutsun…

-Var mı? Böyle bir dünya der gibisiniz…

- Ben de Varmış diyorum?

-Nerede imiş? Diyorsunuz, birini bitirmeden diğer soruları peşi peşine sıralıyorsunuz…

-Gerçek ten… Kızgınlığın, Üzüntünün, Öfkenin, Hatta… Üzüntü gibi olumsuz duyguların dışa vurulmasının ayıp sayıldığı bir yer var mıymış? Bu soruyu sorarken de gözlerinizin şaşılığı ile ağzınızın burkulması…

Birden televizyonlardan seyrettiğimiz… Siyasilerin şaşkın ve ne yapacağını bilmez, sinirli halini anımsattı… Kendi kendime yazarken bile gülümsedim… Acınacak hallerine ve hallerimize…

-Gözüm ve usum “Çubuk gölünde” öylesine bir manzara yakalamışım ki… Fotoğraf çektirmek için yanımdan geçenden rica ediyorum… Öylesine bir görüntü ki… Kendimi Türklerin özgün rengi turkuvaz, yeşil ile mavinin arasında yükselirken hissediyorum…

Henüz tırmanma devam ediyoruz… Rehberimiz… Kadir Beyin… Otoriter ses tonunu duyuyorum… Rehberin önüne geçmeyin… Artçının arkasında kalmayın… Yüzünü ekşitenler var… Ama kurallara uymayanın da bu grupta ne işi var… Diyorum… Kendi kendime.

-Aman Allahım… Karşı yamaçlar… Yeşilin birbirlerini kıskandırırcasına renklerini sergiledikleri,

Birbirlerine nispet yaparcasına yeşilin tüm tonlarını cömertçe göz önüne koydukları… Bir yamaç… Sağlı sollu çam ağaçları birbirini takip ediyor… Mola veriyoruz…

Gölgeye sığınmak için, birer birer gruptan kopuluyor… Kadir Beyin Sesi… Daha ileri gitmeyin… Hatta benim bulunduğum yere gelin… Komutları bir biri ardına patlıyor… Patlayan komutlar etkisini gösteriyor… Daha ileri gidilmiyor…

Bir ara aklımdan şöyle bir düşünce geldi geçti… Bu denli sertliğe… Ayak uyduramayanlar… Kendilerine başka grup bulur… Zaten yaşamın doğasında da bu yok mu?

Hemen aklıma okuduğum bir söyleşi geldi… Ülkesinde ki koşullara ayak uyduramayıp yaklaşık 11 yıl Nepal’ın başkenti Katmandu’da yaşayan ve sonra ülkesine dönen bir Kraniosakral Terapisti Elif Köksal, 1997-2008 yılları arasında yaşadığı Katmandu’daki yaşanmışlıklarını, deneyimlerini ve gözlemlerini kaleme alarak kitaplaştıran bayanın söyleşisi… Hemen anlatayım…

-Remzi Kitap evinin her ay yayımladığı “KİTAP GAZETESİNİN” abonesiyim… Ben alamasam Gülay mutlaka bu dergiyi alır… Bu dergide bir kitap üzerine yapılan söyleşiyi… Merakla okudum… Doğal olarak Katmandu; Everest; Nepal ve bu bölgedeki yaşam yıllardır ilgi alanım içinde…
-Bakın 11 yıllık Katmandu yaşamındaki öne çıkan söyleşisinde ki sözleri…
BAŞKALARIYLA UĞRAŞMAMAK, KARŞIDAKİNİ HOŞGÖRMEK…


• BİR EKMEĞİ TÜM EV HALKININ BÖLÜŞMESİ…


• SAFLIK…


• DÜNYA NİMETLERİNDEN UZAK DURMA…


• NASIL BAKARSAK ÖYLE BİR YER DÜNYA…


• FAKİRLER HEM DE ÇOK… HERŞEYE RAĞMEN MUTLULAR…


• BEKLENTİLERİ VE İHTİYAÇLARI BİZLERE BENZEMİYOR…


• AİLE VE GELENEKLER BİRİNCİ ÖNCELİKTE…


• BİREYSELLİK YOK…


• MÜLAYİMLİK EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ…


• YAŞANAN TÜM OLUMSUZLUKLAR BEDENDE BİR TRAVMA YARATIR…


• EN ÖNEMLİSİ DE ÜZÜNTÜ GİBİ DUYGULARIN DIŞA VURULMASININ AYIP SAYILDIĞI BİR YER… KATMANDU…


Sonuç olarak yazara göre KATMANDU… HÜZÜNÜN, ÜZÜNTÜNÜN, ÖZELLİKLE DE ÖLÜM KORKUSUNUN olmadığı yer olarak tanımlanıyor…-Ne güzel değil mi? Okurken bile insan kendini yokluyor… Hangilerinden ne kadarı bende var diye…

Düzlüğe çıkmışız… Hafif yükseltileri aşıp ilerliyoruz… Ama önümüzde oldukça dik bir vadi var bu vadi tabanına inip tekrar çıkacağız…

Ve… Vadi tabanında ki yaylalık alanda mola verildi… Mola ateşin yapılması Osman –Ali ikilisinin ateş yakmaları sucuk kızartmalarıyla… Keyife dönüştü diyebilirim…

Tekrar vadi tabanından diğer yakaya tırmanış fazla uzun sürmedi… Hedef Sülüklü Göle Hâkim yamaçlara gitmek idi… Öyle de oldu… Biraz daha kuzeye saparak…

 Sülüklü Gölü gören tam yamaç üstünde idik… Fotoğraf çekilmez olur mu? Kısa bir mola ve bayır aşağı… Ormanlık alandan…Sülüklü göle ulaştık…

Ulaşır ulaşmaz… Parkuru problemsiz bitirmenin keyfi ile… Oturup biraz soluklandıktan sonra…

 Göl kenarında… Fotoğraf çekilmesine sıra geldi… Fotoğraflarım Gülay’ımın Ankara da olması nedeniyle tekli çektirmek zorunda kaldım…

Güzel bir yürüyüştü… Ama yaz kendini hissettirmişti…

Bundan sonra ki yürüyüşlerde yaz koşullarını dikkate almak gerekiyor…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
MAYIS-2010
İSTANBUL

21 Nisan 2010

YENİ YÜZLER VE ALGI AÇIKLIĞI ÜZERİNE...

KUŞKULARIMIZ HEP İSTİSMAR EDİLMEK ÜZERİNEDİR.
Bugün; yazmak istediğim…2010 yılının Ocak-Nisan aylarında, Gülay’la birlikte katıldığımız Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu, Anadolu Dağcılık ve Rota Doğa tutkunlarının düzenledikleri üç farklı “Kış ve Bahar etkinliğinin” üzerimizdeki psikolojik etkileri ve “hayata dair” düşünceler ile aşağıda ana fikirlerini yazacağım iki yazarın yeni romanlarındaki düşünceleri ile nedenli örtüştüğü üzerinedir.
Beni etkileyen… Hemen hemen tüm erişkinlerin büyük bir bölümünün de etkilendiğini düşündüğüm… Usundan geçirdiği şeylerin bileşeni, doğal olarak, hayata dair, Yaşanmış veya yaşanamamışlıklar olduğu içindir…İsterseniz öncelikle etkinliklerden başlayayım…
Birincisi: Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubunun “Taksim Park’”ta yapılan Geleneksel “Ayakizleri gecesi; geceye,

Grubun Naif Başkanı Hüseyin ŞİŞMAN VE EŞİ Serpil ev sahipliği yaparken, yardımcılığını hiçbir zaman esirgemeyen Selim OK bey yine Hüseyin Beyin yanında idi…

-Hani… Gece nasıldı diye sorsanız?

-Hemen anlatılmaz, yaşanır derdim…

Taksim Park sanırım… bu kadar kalabalığa ev sahipliği yapmamıştı… Soğuk olmasına karşın… Açık teras dahi dolu idi…

Gecenin Muhteşem sanatçısını unutmak mümkün mü? Yıllarca beraber okuduğumuz… Pilotluktan ayrılıp kendini “müziğe adayan YAŞAR YAĞMUR” tüm katılanları sırılsıklam terletinceye kadar eğlendirdi diyebilirim…
 Bu gecenin düzenlenmesindeki katkılarından dolayı emeği geçen Barış Yayla’yı da anmamak olmaz…
Bahar Ayını muştulayan şimdilerde artık İstanbul’un içi sayılan Bahçeköy Bahar Country’ de Anadolu Dağcılık Grubunun Düzenlediği “Bahara merhaba pikniğindeyiz… Baharın kendine has çiğ lezzeti, ağızlardaki o pas tadını söküp attığını hissettirdiği bir ortamda: Doğanın içinde kurulmuş uzunca masalar… Etrafına dizilmiş gülen ve kahkaha atan yüzler…

Kahvaltılar, istediğiniz her şey var… Neleri seçerseniz onları yiyebilirsiniz… Gerçi ortalama yaş oranı, kollestrol sorunu olmayan kişiler ağır basmakta…

Anadolu Dağcılık Başkanı Kadir Kaynar ve Genel Sekreteri Aysun Cerevatoğlu: Kulüp olma aşmasındaki henüz yeni bir doğa etkinlik oluşumu olmasına karşın, öylesine büyük bir kalabalığı toplamışlar ki… Gıpta etmedik dersek yalan olur…

 Horon tepenler… Voleybol oynayanlar… Yarenlik yapanlar… Ve öğleden sonra yapılan doğa yürüyüşleri… Bu etkinliklerden kopan pozitif enerji değil katılanları… Ağaçlardaki dallar üzerine tüneyen kuşları dahi şakıtıyordu…
Diğer etkinlik ise; Başkanlığını Asef Özhan ve eşi Nazan’ın yaptığı Rota Doğa ve Sosyal etkinlik Grubuna ait…
Gece Taksim Square’da gerçekleştirilen geleneksel gecelerinden; “70’ler ve 80’ler partisi… Gecenin mimarı Zühre Acar… Tarafından aylar öncesi başlatılan planlama ve provalarla profesyonelce hazırlanmıştı…

Gecede, 70’ler ve 80’ leri yansıtan 25 karakter/grup play back eşliğinde o yıllar yaşatıldı…

 Salondaki hava; tüm kötülükleri, yalanı, yanlışlıkları kısacası tüm kötü ruhları kovalıyordu… Masalar etrafında gülen yüzler, eğlenceyi yudumlayan ve aldığı enerjiyi yansıtan… Doğa tutkunları…

Her üç grubun etkinliğinde de gözlemlediğimiz ve yaşadığımız… Tek şey “algı açıklığının olmayışı” idi…

-Ne diyorsunuz der gibisiniz?

-Şunu diyorum…

-Etkinliklere katılan bireyler… Sadece o kulübe üye değil… Veya o kulübün üyesi bile değil…

Ancak bir araya geldiklerinde ufak tefek aksaklıklar olsa dahi… Problemi, problem yapmayan ve çözüm ortağı olan… Birbirine saygı duyan ve rahatsız etmeyen, hatta Kulübün üyesi olmaksızın eğlencesine aktif olarak katılma iradesini ortaya koyan kişiler…

Gülay’la birlikte… Saatler boyunca bu duygu ve hoşnutluğu yaşattığı için, bu etkinlikleri planlayan ve uygulayan doğa tutkunlarını kutluyor ve onlarla olmaktan çok keyif aldığımızı da belirtmek istiyoruz… Aynı “doğanın içinde aldığımız tat” gibi…
-İşte! Algı açıklığının kapandığı nokta bu hareket ve davranışlar…
-Peki, bu yazdıklarından başka yaşanamayanlar var mı? Diye soruyorsunuz…
-Ve hemen ekleyiveriyorum…
-İşte benim de ana bağlantıyı kurduğum… Selim İleri’nin yeni romanı “ Yalan Tango “ ve ikinci roman Önsözünü Alain De Botton’un yazdığı “Odamda seyahat” üzerine yazılan romanlarda keşfettiklerim ve özdeşleştirdiklerim hakkında bir şeyler karalamak istedim.

Romanın adı: “Bu Yalan Tango”,
Konusu: “Bir eziyet toplumu olarak Türkiye’nin ve kıstırılmışlığı içindeki Türk aydınının, kimi zaman kendi yetersizlikleri, kimi zaman dönemlerin bastırması içindeki açmazları ve bu toplumda hep göz ardı edilen bireysel yaşamın, suskunlukların, birbirimizin iç sesine yabancı kalışımızın öyküsünü anlatıyor.”
İkinci kitap;


ODAMDA SEYAHAT

ODAMDA GECE SEFERİ

Xavier de Maistre

Çeviren: Ceylan Gürman

İletişim Yayınları

Kitabın önsözünü yazan; tüm kitaplarını okuduğum Alain De Botton’un da dediği gibi seyahat aslında ‘algı açıklığı’na dayanır. Yeni bir yere seyahat edildiğinde oradaki en ufak şey sanki dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi incelenir. Aslında alışkanlıklar ve sıradanlıklarla dolu hayatlara farklı ve ironik bir bakış açısı getiriyor.

Romanlar hakkında küçücük ana fikirler verdikten sonra…

Sizlerin düşüncelerine de saygı göstererek… Eşimle birlikte üç kulüpte de yaşadıklarımız ile romanlarda anlatılanlar hakkında… Şunları belirtmek istiyorum…

-Bireysel olarak… Hepimiz yaşadıklarımızla doğru orantılı olarak “korku, çekinme ve kuşku duymadan, inanma ve bağlanma duygusu içinde olmayı arzularız…


-Bu duygu ve düşünceleri gerçekleştirebilmek için; nedenli özveride (ben katlanma diyorum) bulunmamız gerektiğini olaylarla karşılaşınca… Veya tren istasyondan hareket ettikten sonra ayırdına varabiliyoruz…

-Ama katlanıyoruz… Değil mi?
-Siz şöyle sesleniyorsunuz…”Toplumsal yaşamın bireysel yaşamlar üzerine derin etkisi yok mu?
-Ben yineliyorum… Kapalı bir toplum olmanın sıkıntısını hep içe atmışlık macerası ile yaşayanlarda bazı sendromların (hastalık tablosu) açığa çıkması kabul edilebilir değil mi?
- Beynimizin farklı düşünüp, dilin farklı konuştuğu, bedenin başka davranışlar içine girdiği bir toplum yapısını bize; yöneticiler veya Ülkemin yapısı zorluyor diyebilir miyiz? Böyle bahaneler içine girebilir miyiz?
-Bakıyor ve düşünüyorsunuz?
-Siz düşüne durun… Ve diyorum ki…
“Doğa ortak alandır… Doğanın birer üyesiyiz…
Hiç olmaz ise; Ortak dilden anlayan doğa tutkunları ile ALGI AÇIKLIĞI OLMADAN, ÇEKİNMEDEN, KUŞKU DUYMADAN, İNANARAK, BEYNİN FARKLI BEDENİN FARKLI DÜŞÜNMEDİĞİ ve DAVRANMADIĞI düzenlenen doğa etkinlikleri ile… YAŞADIM DİYEBİLMEK VE YAŞADIN DİYEBİLMEK İÇİN…
Mücadele ve çalışmaktan çekinmeden “ATATÜRK TÜRKİYE’Sİ”nin yükselmesine bir tuğla koyarak…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

NİSAN-2010
İSTANBUL

19 Mart 2010

2010 KIŞI GERİDE KALIRKEN

2010 KIŞI GERİDE KALIRKEN...ULUDAĞ'DA KAYAK
Kış ayları geride kaldı derken; bir haftalık Kış tatili yapma fırsatı bulduğum da hemen değerlendirmeyi düşündüm… Sıradan bir tatil değil hem oğlum ve gelinimizi görecek hem de yıllardır hayalini kurduğumuz Uludağ’da kayak fırsatı yakalayacaktık…

Yıllardır… Meslekte alışkanlık olacak… Otomobilimizin tekeri dönmeden tatile çıktığımıza inanamazdık… Henüz bu düşüncenin etkisini üzerimizden de atmış da değildik… İstanbul’dan Bursa’ya doğru yola çıktığımızda griye çalan gökyüzü ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur peşimizi Bursa’da da bırakmadı…

Ertesi gün erken saatlerde Bursa’dan Uludağ’a doğru yola çıktığımızda tek düşündüğüm şey… “Düşünü kurduğum şey; eşimle birlikte kayabilecek miydik?”
Ne derler… Bir şey 40 kere söylenirse olurmuş… Ama ben bir de bunun üzerine otuz yıllık bir bekleyişi koyuyorum…
Otele yerleştikten hemen sonra; hep birlikte öncelikle kayak yapmaya ruhen hazırlanma için;

çevreyi dolaşmaya çıktık… Her taraf bembeyaz telesiyejler dolu… Koşar adımlarla zirveye çıkarcasına peşi peşine yukarı tırmanıyor… Kimi kayakçıların yüzündeki endişe kiminin de güven açıklıkla okunuyor… Kayak pisti dolu… Snowboardcular kayakçıları öylesine biçiyor ki... Akıl almaz… Aynı pisti kullanıyorlar…

Köknarlar, mavi ladinler… Geceki donun etkisinden yeni yeni kurtuluyorlar… Üzerlerindeki beyaz konfetiler bir bir dökülüyor… Bir altındaki dalın üzerine… Zirveye doğru çıktığımız da gökyüzünün tüm görkemi karşımıza çıkıyor… Hemen koşuyoruz… Birbiri ardına bu güzellikte yer almak için pozlar veriyoruz…

Tüm benliğimle doğaylabaşbaşa’lığı yudumluyorum…
Nefesimi öylesine yavaş alıp verdiğimin sonradan ayırdına varıyorum… Bu buz gibi berrak ve büyüleyici havanın ve tüm görkemi ile karşımda uzanan dağlarla bezenmiş manzaranın gizemini bozmaktan korkuyorum…

Sanki nefesimin hırıltısından tüm bu güzellikler korkup kaçacaklar hissi, daha yavaş nefes almamı ve konuşmamamı sağlıyor…

Bana hemen doğanın uçlarında Yoga, Reiki, Tai çi veya Sofi yetenekleri deneyimleme çabası içindekileri anımsattı…

İçimdeki biri şöyle konuşuyor: “Yaşam tüm tantanalara rağmen devam ediyor… Ve sen bu tantanalar içinde “ruhunu arındırma” peşindesin… Otuz yılı aşkın… İçinde yetiştirdiğin ancak soldurmadığın… Soldurmak derken şunu demek istiyorum…

Aslında benliğinde taşıdığın ama kullanmaya pek de vakit bulamadığın potansiyelin ayırdına varmış ve geçen süreci “ yazık ettiğimiz yaşam olarak algılamıyorsun” … Ve bu felsefenin oluşmasında, tüm sıkıntılı anlarında dahi destekleyen, seni yolda bırakmayan ve şuanda her şeyi paylaşmayı hak eden sevgili eşin…”

Birden Ta uzaklarda! Siyah kar yüklü bulutlarla ak bulutlar birbirleriyle yer değiştiriyor… Ne kadar da hızlı yürüyorlar… Bu bulut katmanında ki hareketlilik, Uludağ’ın önümüzdeki günlerde daha da beyaza bürüneceğini muştuluyordu… İşte bu andan yararlanmak da bize düşüyordu… Ancak her zaman olduğu gibi abartıya kaçmadan… Abartı bildiğiniz gibi göreceli bir kavram…

Kimi günde dört saat kayar kimi yarım saat… Katlanabileceğin seviye önemli… Keyif almak için katlanmak şart mı? Diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Katlanma olmadan keyif olmaz... Genel kural bu…

İsterseniz… Yaşadıklarımızla birlikte anlatayım… Birinci ve ikinci gün… Kayakta Unutulanların hatırlanması… Ve zorlanmalar… Kasların devrik çalışması nedeniyle gece uyumak isteseniz de uyuyamamanız… Sonra ki günler… Şans eseri eski dostlarla karşılaşmalar ve kayağı çok iyi bilen arkadaşlardan teknikleri öğrenmek ve uygulamak… Dönünceye kadar kaymak ve kaymak…

Bu arkadaşların öğretisinde tüm teknikleri bir bir uygulamak… Onların adını anmazsam sanırım… Ayıp olur… Sevgili hocamız… Ve arkadaşlarımız… “Orhan Ünal ve Hasan Üner”… Verdikleri emekler için çok teşekkür ediyoruz… Ekip ruhumuzu pekiştiren Ömer Emine ve Uğur Ufuk arkadaşlarımızı unutmak mümkün değil...

Yalnıza kaldığımızda Gülay’la birlikte kaymanın keyfini öylesine aldım ki… Mükemmeldi… Bu arada kayarken köpeklerin kovalamasına da yakalandık, kayarken gelip sarılarak düşürenlerle de karşılaştık…

Ancak… Öyle deneyimler kazandık ki… Sisli ve puslu havada da, yağmurlu, buzlu ve kar yağarken ki hava koşullarında da kaydık… Her koşula göre tekniği tekrar etme fırsatı yakaladık… Sanırım bu noktada önemli olan husus; değişikliklerin ayırdına varmak ve hissetmek olsa gerek…

Kayaklar üzerinde karlara bürünmüş doğanın içinde kayarken: Birbiri ardına ayak başparmaklarından başlayıp kaval kemiklerinin bota yaslanması, dizlerin uyumlu kırılmaları, kalçanın daima dağa dönük olması, göğüsün vadiye bakması, vücudun geri kalanının dik ve kolların güvenli olarak yanda oluşu, karşılaştığın olağanüstü durumlarda tüm dikkatin geçeceğin kadar alana ve ileri verilmesi…

Tüm bu hareketlerin bir estetik ve denge içinde yapılması… Uyumu yakaladığın an… Meditasyondan farklı bir durumla karşılaşmıyorsun… Doğa içinde uçan sen… Ve yanında sevdiğin… Aslında tüm bu anlattıklarıma odaklanma; korkunun kovulmasına neden oluyor… Riski göğüslerim diyorsun… Elde ettiğin ve zorluklar içinden çıkartıp tattığın tat bir başka lezzette oluyor… Kısacası; Olumlu düşünmek ve inanmak, kendine ve can dostuna güvenmek…
İçinden şüphe ve korkuyu atamadığın an… Kayamazsın… Düşersem, bir yanım burkulur ya da kırılırsa… Sa’ları uzatabiliriz… Riski göze almadığın an… Odadan dışarı çıkamazsın… Doğaldır ki riskin de önem dereceleri var, kabul edilebilir olanı veya kabul edilemez olanı, her şey sende ve yanında ki “eşinde” (body), can dostunun desteğinde…

Kayakla kaymayı; ufak tefek düşmeler, incinmeler haricinde, tamamlandığında; yorgunluğun sadece bedeninin her bir katmanında olduğunu duyumsuyor ve ah vah… Diyebiliyorsun… Bu ahlar vahlar keyfi ötelemiyor… Çünkü… Ruh zinde, beyin ve zihin kar aklığında dingin…

İşte o an iyi ki otuz yılı aşkın süre bugünün hayalini söndürmedim diyorsun…

Hayatın aslında sanıldığından çok daha kolay olduğunu hissediyorsun…

Ve kendini daha iyi “tanımaya” ve sonra” yanındakini fark etmeye” başlıyorsun… Güneşin ara sıra göz kırptığı… Çamlarla bezenmiş doğanın bağrında… Mavi ladinin dalları üzerindeki konfeti yağmurunu andıran kar tanelerinin arasından bakarken…

Seneye deneyimlerimizi artıracağımız bir kış dileğiyle…



MEHMET YÜCEBİLGİÇ

BURSA

07/14 MART2010