15 Eylül 2008

SAMANLI DAĞLARINDA GECE YÜRÜYÜŞÜ

“Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyorum…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik, anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…”
Mehmet YÜCEBİLGİÇ(Gecenin derinliklerinde)


GECENİN KARANLIĞINDA GÜNEŞLİLİK VEYA GÜNEŞSİZLİK…

Ağustos ayının sonlarında… Usumda; kendimi, cumartesi gecesi başlayacak ve Pazar günü de devam edecek yürüyüşe hazırlıyorum.
Beni tek rahatsız eden düşünce tabii ki Gülay’ın yanımda olamayacağı… Alanya’dan pazartesi günü geleceğini söyledi… Hafta sonu “gece yürüyüşü “olduğunu kendisine anlatmıştım… Ama otobüslerde yer yokmuş…
Akşam eve gittiğimde kapıyı kızım açtı; bana bir sürpriz hediyesinin olduğunu söyleyerek odaya götürdü… Kapıyı açar açmaz ne göreyim? Gülay karşımda… Göz bebeklerim sanki yerinden fırladı…
Dondum kaldım… Sevincim… Mutluluğum… Ve de Kafamda ki “gece yürüyüşü”…
On yedi saatlik yolculuk sonrası kendisine yürüyüşe gelir misin demek? Saygısızlık olurdu… Ama kendisi bana fırsat vermeden yürüyüşe gelebileceğini… Gece yürüyüşünü beraberce deney imlemek istediğini söyledi… Bende ikinci şaşkınlık ve sevinç bir arada idi…
Gece İstanbul’da 2100’de başlayan araç yolculuğumuz gecenin sessizliği içinde devam ederken “Geyve boğazını” geçtikten sonra “Samanlı Dağlarının” rampalarını çıkarken egzozdan gelen boğuk ses yamaçlardan nasıl yankılanıp sessizliği bozduğunu gözlerimi aralayıp etrafıma baktığımda anladım…
Midibüsümüzde hemen hemen uyumayan yok gibiydi…
Kemaliye Köyüne geldiğimizde araçtan inip yürüyüş hazırlıklarına başladık…
Yürüyüş başladığında uyku mahmurluğundan nerede yürüdüğümüzün farkında bile değildim… Zifiri karanlıkta nereden nereye gidiyoruz? Hüseyin Bey de olmasa… Zaten orada ne işiniz var der gibisiniz? Gözümün ucuyla Gülay’ı izliyorum… Başımızdaki tepe lambalarımızın aydınlığı ile salınımlı yürüyüş daha da ritmik bir hal aldı…
Baş taraftan bir ses… Çok fazla koparmayın… Dalları kırmayın… Çocukluğumdan bugüne bir bahçenin dallarından elma, armut, erik kopardığımızı hatırlamıyorum…
Gülay çocukluğunda onu dahi yapmadığı için tüm dalları eğme işini üzerime alıp “koparma işlemini” kendisi verdim…
Bir elimizde elma, armut, erik ne bulursak yiye yiye; yokuş yukarı tırmandığımızın farkına varmadan, yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Bir ara sağ yanımızdan gürül gürül karanlık içinden “patlak derenin” sesini duyduk…
Kulağımızda su sesi; daha baskın, ağaçların tepelerinden kanat çırpıp kaçışan baykuşların çıkardıkları iç gıcıklayıcı seslerini duymakta güçlük çekiyoruz…
Patlak derenin kaynağında su içtikten sonra yokuş yukarı yürüyüşe molaya kadar devam ettik… Molada ki kahvenin tadı hala ağzımın içinde… Duruyor gibi…
Bu kez orman içindeyiz… Yürüyüşümüz daha dikkatli daha sakınımlı ne olur ne olmaz… Gerçi gelenlerde Ayakizleri… Kendilerinden… Yani Doğa tutkunları… Doğanın her halinden hoşlanan ve keyif alanlar…
Talimatlardan bu bölgenin ağaç kesim sahası olduğunu anlıyoruz… Kesilen ağaçların kokusu burnumuzda ve biz üzerinde oturup o saatlerce süren uykusuzluğa rağmen şakalaşmayı ve yarenliği devam ettirebiliyoruz…
Sezgimiz, güneşin ormandan çıkınca bizi karşılayacağını söylüyor… Bu yürüyüşümüzü: Güneşin battığı ve karanlıklar içindeki yokluklar ülkesinden, her şeyin galebe çaldığı, coşum coşum coştuğu “güneş ülkesine” yolculuk olarak algılıyorum…
Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyoruz…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…
Ne diyordum? Yine neleri yazmaya başladım… Doğayı yazıyorsan… Doğayı yaşıyorsan kızma… Serzenişte bulunma hakkın yok… O halde öncelikle kendi bedenindeki güneşi doğurup… O ışığı yansıtmakta erdemliliktir…
Sabah alacakaranlığının etkisi giderek azalıyor… Ormandan çıkıyoruz… Önümüzde alabildiğine bir mera hafif bir yükselti sonrası o uykusuz gözlerimiz ve titrek bedenimiz güneşin direkt ışınlarına teslim oluyor… Ama mola hemen değil… Daha otuz beş dakikalık bir yürüyüşümüz var…
Geçen yıl… İnanır mısınız? Biraz sonra mola vereceğimiz… Samanlı Dağlarının Karasu vadisine hâkim “armut ağacı üzerine yapılmış peyk üzerindeki keyfimi Can Dostumun da tatması için öylesine dilekte bulunmuştum ki”…
Şimdi o anı gerçekleştirebilmenin, sevdiğimin de benzer keyfi alabileceğini merak eder bir acemi telaşlık içinde idim…
İşte! Tam yamacın eşiğindeki benim güzel armut ağacımın üzerine yapılmış “peykim” şimdi senin üzerinde eşimle birlikte bir saatlik uyku molasını hak ettim… Diyerek seğirtiyorum… Bir yandan da Gülay’ın tepkisini ölçüyorum… Her şey olağanüstü güzellikte… Şükrediyorum…
Bu dileğimi yerine sağlıkla getirdiği için…Ulu Tanrıma… Tüm maddi unsurlardan daha değerli bir hediye bu tattığımız duygu…
Neredeyse bir saate yakın ağacın üzerindeyiz… Diğer Ayakizleri açık alana yayılmış mışıl mışıl uyuyor…
Ağaçtan ruhen ve bedenen dinginleşmenin diriliği ile tekrar yollardayız…
Sağımızda Karasu Vadisi alabildiğince uzanıp gidiyor… Böğürtlenlerin tadına bakmak bahçelerden erik, fındık, elma koparma da devam ediyor… Köylüler koparmasak da koparmamız ve yememiz için zorluyorlar…
Elmalı Köyü tarihi bir köy; 1884 yılında inşa edilen ahşap camii korunması gerekli tarihi bir kültürel varlık…
Elmalı Köyünden Kahvaltı için Sansarak yoluyla Gürmüzlü Köyüne hareket ettik, burada Ayakizleri modeli ile kahvaltılarımızı yapıp köylülerle yarenlik ettikten sonra ver elini İznik burada öğle yemeğini
İznik İmren Köftecisinde yedikten sonra Yalova üzerinden feribotla İstanbul’a döndük…
Gecenin sessizliğinden Gündüzün sesliliğine…

23 Ağustos 2008

SERİNDERE MUFİL KANYONU NERESİ?


İnsanda ama yalnız insanda özden önce gelir.
Bu demektir ki, insan önce vardır.
Sonra şöyle ya da böyle olur.
Çünkü o özünü kendi yaratır. Nasıl mı?
Şöyle; dünyaya atılarak, orada acı çekerek,
Savaşarak yavaş yavaş kendini belirler.
Bu belirleme yolu hiç kapanmaz…
Jean-Paul Sarte

SERİNDERE MUFİL KANYONU NERESİ?

Bugün yazıma; Serindere Mufil Kanyonunda yaptığımız geçişle birlikte çoktandır aklıma takılan SkyTürk Tv’de çok özel söyleşiler yapan aynı zaman da yazar olan Enver Aysever’in yazısı üzerine düşüncelerimi de katarak dillendirmek istiyorum. Yazısı aynen şöyle:
…“düşünsenize soluksuz çıkıyorsunuz merdivenleri, her şeyi tastamam yaptığınızı sanıyorsunuz. Oysa son basamağa geldiğinizde “emeklilerin” yer aldığı bir çöplükte çürümeye terk ediliyorsunuz…
Yüzü geleceğe dönük olanlar, hızla “emekli” olmaya yaşamdan dışlanmaya koşuyorlar…”

Ne var bunda diyenleri duyar gibiyim… Doğrusu bu sözü söyleyenler… Enver Beyin söylediği gibi çevresine bakmayı bile akıl edemeden merdiveni soluksuz çıkmaya çalışanlar ya da çıkma gayreti içinde olanlar… Ya da yarını olmayan günleri düşünerek bugününü berbat ettiği gibi yarınını da berbat edenler… Ya da ne zaman bitecek bu azap diye iç çekip kendisini “emeklilik eşiğinde” hissedip de ne yapacağını bilmezlerin (bir daha) ya da “emeklilik” denilen sürece “çöplük” diye bakanlardır…
Oysa benim; otuz beş yılını, saygınlığından hiçbir zaman şüphe etmeyeceğim, mensubu olmaktan ömür boyu onur duyacağım Türk Silahlı Kuvvetlerinin sarsılmaz ve şüphe götürmez kurallar manzumesi ile yoğrulmuş ve yaşamış henüz ikinci yılını doldurmamış bir emeklilik sürecine hem de çitlerle çevrili bir alandan yeni bir yaşama giren biri olarak düşüncem… Çok farklı çok!
Emeklilik; benim için “yaşanmamışlıkların yaşanacağı, kendini bulamamışlığın deneyimleneceği bir süreç: Aynı doğanın bilinmeyenlerini keşfetme gibi, karşılaştığın zorlu anları, çaresizlikleri öncelikle kendi becerinle alt etme gayretkeşliklerinin yaşandığı bir süreç… Yıllarca beynimizin kıvrımlarında dolandırdığımız ayrışık düşüncelerin bütünleştirileceği bir süreç... İşte böyle bir düşünce ile yine yollardayım…



İstanbul’da sabah saatin altısı sırt çantamın içindekileri son bir kontrolle gözden geçirme safhasındayım. Yılların deneyimine sahip olmama rağmen yanımda biricik eşim yok Alanya’da ben neyi kontrol ettiğimin farkında bile değilim…
Çünkü tüm kontrolleri Gülay’a yüklemiştim… Atilla kaptanın aracına doğru ilerlerken içimden inşallah unuttuğum şeyler önemli değildir diye geçirdim… Yolculuk o kadar sıkıcı geçti ki… Klima çalışmasına rağmen içerdeki hava sıcaklığı otuz beş dereceyi gösteriyordu…
İstanbul yanıyordu… Bu sıcaklık; Kocaeli’ni geçip de Yuvacık barajının ince beline Atilla kaptanın aracıyla tırmanmaya başladığımızda biraz kırıldı diyebilirim…
Sabırsızlık ve merakla SERİNDERE-MUFİL KANYONUNU düşünüyorum…
Araçtan indikten bir süre sonra 850 Mt. Rakımında kayın ve böğürtlenlerin arasında yürüyerek Mufil kanyon girişine geldik…
İlk işim soğuk suyla yüzümü yıkayıp kendime gelmek oldu… Sonra Üzerinde kırılacak bana zarar verebilecek ne varsa sırt çantama koymak oldu… Yürüyüş başladığında ilk aklıma gelen dört ay önce Melen vadisi yürüyüşünde düşerek parmağımı kırdığım oldu… Bu kez yanımda Gülay yoktu… İlk yardımı o yapmıştı çıkan parmağımı kendisi yerine oturtmuş sonra da atellemişti… Şimdi daha dikkatli olmak vardı, temkinli olacak ancak karşılaşacağım zorluklardan korkmayacak ve aklıma dahi getirmeyecektim. Dediğim gibi de oldu…
Kanyon muhteşemdi… Neden keşfedilmemişti… Buraları… Belki de zorlu bir parkur oluşundan olacak…
Düşünce şöyle idi: Bir saat sonra yüksekten düşen şelaleye gelecek beş saat sonrada yürüyüşü bitirecektik… Allahım insan ayağı değmemiş yosunlaşmış kayalıklar üzerinde yürümek olanaksız… Emekleyerek, oturarak, sürünerek ilerliyoruz…
Kaç bin kez eğildiğimi ve şekilden şekle girdiğimi hatırlamıyorum… Her kaya her yılkı ağaç engeli ve geçit vermeyen her ne var ise; ayrı bir deneyimi yaşatıyordu. Yirmi beş AYAKİZİ gerçek hayatta unuttuğumuz erdemliliklerin hepsini sırasıyla birlikte yaşıyorduk…
Tam bir yardımlaşma, paylaşma içinde idik: Her engelin kalp çarpıntısı ayrı bir aromadaydı, tıpkı yediğim erik büyüklüğündeki “böğürtlenler” gibi… Cemile abla baktım su şişesini böğürtlenlerle doldurmuştu bile…
Vadi tabanı inanın yer yer dört metre genişliğe kadar darılıyordu… Geçit vermez yerlerde dere içinden sularla birlikte akıyor… Sırt çantamla birlikte yüzmenin keyfini yaşıyordum… Bir kayadan dereye eğilmiş bir dalı kullanarak inmek isterken elim kaya ile ağaç arasına sıkıştığında az kalsın parmaklarımı orada bırakıyordum… O an dere içinden nasıl çıktıysa bir AYAKİZİ yardımı ile elimi kurtardım… Karşımıza çıkan gölete öylesine daldım ki anlatamam…
Üzerimdeki elbiselerle birlikte tabii özel su tutmayan… Yüzme keyfini müteakip tekrar emeklemeye başladık… Dere üzerine selle gelen ve oraya çöreklenen ulu yılkı ağaçlarının üzerinden dereye düşmeden oturarak geçmek… Yürüyüş sonunda yol bitti… Dere dar bir kayalığı oyarak yirmi beş metre aşağı şelale olup düşmekte ama bizim öyle akarak inme niyetimiz yok…
Hemen yandan yüzde yetmiş bir eğimli bir yamacı orman güllerinin köklerine tutunarak fazla da kuvvet tatbik etmeden çıkıp aynı şekilde şelalenin yanına indik…
Adrenalin seviyesi oldukça yüksekti… Ayakizleri deneyimli tırmanış ve iniş ile bu zorlu alanı da geçmişti… Buraya varmayı bir saat olarak planlamıştık… Beş saatte gelmiştik… Saat 1630 karnımız o denli aç ki anlatamam ekmeği, domatesi, peynir, zeytini nasıl yedim… Ah… Sormayın… Akşama Birol’un Kendi elleriyle yaptığı köfteleri yiyemez miyim? Diye düşünmeden…
Dere başında sırt çantamdaki sıcak su termosu o denli işime yaradı ki tadımlık çay tam beş kişiye yetti… Buradan kanyon çıkağına planlanan yürüyüş iki bilemedin, iki buçuk saat… Nerede! Tam dört saat sürdü… Artık dere yanından dolaşmayı terk ettim. Doğrudan dere suyu oldum… Çağlıyorum kayalar üstünde tel tel dökülüyorum sanki… Güneş ağaçlıklardan kanyon içine girmeye cesaret edemiyor… Buz gibiyim… Yine de kayalar üzerinde yürümeye pardon emeklemeye niyetlenmiyorum… Çünkü gözüm kesmiyor… Kendimi sulara atıyorum, kaç kez oldu acaba… Kendimi o soğuk suların içine atışım…
Barış yanımda… Daracık kanyonu hayret ve tarih öncelerine de düşünerek geçiyoruz… Aaa! Hava ısınmaya çevredeki görüntüler değişmeye başladı… Eski lastik atıkları, pet şişeler, kafayı çekmişler ateşi de yakmışlar ama çevreyi temizlemeden gitmişler…
Her yanımız mangal keyfi yapanlarla doluverdi. Ve ürettikleri pislik içinde nasıl da gerine gerine keyif yapıyorlar… Anlamak mümkün değil…
OOO! Birol,ali,Hatice,Şahin yemek masasını hazırlıyor…Ben ve Abdullah bey yanımızda Barış’ta var…Akan biraz önceki o güzelim derenin insan eliyle ne çelimsiz hale geldiğine bakıyoruz…
Mangal keyfini müteakip… Tam dokuz kilometreyi dokuz saatte emeklediğimiz… Parkuru ardımızda bırakarak İstanbul yollarına düştük… Tabii ki Gülay’ım yokluğu kendini hemen belli etmişti çünkü yedek kıyafetlerimle yedek botumu yanıma almayı unutmuştum… Ya başka kim yoktu… Başkan Sevgili Tonton
Başkanımız Hüseyin Beyin yokluğu hemen kendini gösterdi… Sevgili Eşi Serpil hanımın dizinden geçirdiği operasyon nedeniyle aramızda yoktu…
Emeklilik sürecine “çöplük” olarak daha çalışırken bakabiliyorsan, yandın demektir… Daha işin başındayken kendini çöplükte hissediyorsan… Boş emeller peşinde koşuyorsun demektir…
Tek düşünülecek şey sanırım…Hiç olmazsa “emeklilik sürecinde” kendin olmak ve yakalayamadığın kendini yakalamaktır…








Mehmet YÜCEBİLGİÇ