1 Mart 2011

ROTA- TAKSİM’DE VENEDİK KARNAVALI -MASKELİ BALO…

AH ŞU ÖN KOŞULLAR OLMASA…

Kişi; nedendir bilinmez?

Yola çıkmadan veya herhangi bir eyleme geçmeden ya koyar kendisine bir ön koşul ya da önceden konmuş ön koşulun peşine düşer…

Nedendir bilinmez?

Sonra yola koyulduğunda varmak istediği yere varmadan veya yapmak istediği şeyi yerine getirmeden, kendine koyduğu veya koydurulan” ön koşulu yerine getirme”, gerçekleştirme derdine düşer.

Ne yapmak istiyordu?

Neyi yapmanın peşine düşmüştü…?

Ön koşulun baskısı ile kendisi de bilmez ne yapmak istediğini?

Bildiği bir şey vardır… Kendisine küçüklükten itibaren öğretilen, beyninin dolambaçlı kıvrımlarında nereye gideceğini bilemeyen “alışkanlık dürtüleridir”… Bunlar…

İşte böyle bir alışkanlıkla “ahmakıslatan yağmur altında” Seyhan, Huriye, ben ve Gülay Taksim- Cihangir- İstiklal caddesinde kostümcü keşif yürüyüşündeyiz…

Ne yapmak istediğimiz çok berrak… Ancak hangi kılığa bürüneceğimiz henüz berrak değil…

Sevgili Zühre’nin konseptine uygun, Rota Doğa Grubunun “maskeli&kıyafet balosuna katılmak için hazırlık aşamasındayız…

Sıraselvilerden Cihangir’e yine Zühre’nin belirtiği kostümcüleri tek tek dolaşıyoruz… Hoş bir mekâna giriyoruz, kıyafetler…

Kıyafetler maskeler ve aksesuarlar sanki kocaman bir gardırop… Kılıktan kılığa girmek için ne arasan var…

-Peki, daha önce böyle bir mekâna girdin mi?

-Gülay daha önce dolaşmıştı ama ben girmemiştim…

-Peki, ne yapmak istediğini bilmiyor musun?

-Biliyorum? Ama!

-O beynin dolambaçlı kıvrımlarında kaybolmuş görünen dürtüler, ön koşullar var ya! Onlar rahat bırakmıyor ki…
-Her girdiğimiz kostümcüde sanki zaman tünelindeyiz… Askılıklarda ki her bir kostüm ayrı ayrı dünyalara götürüyor…

-Hangi kılığa girecektik? Karar vermek ne kadar zormuş…

-Amaç “önkoşulların etkisi altında kalmadan ama kendini de yormadan, baskı altına almadan, bulunduğu yerde öne çıkma, görülme, fark edilme gayretkeşliklerinin tümünü ardında bırakmış kişilerin”, rahatlığıyla; ne giyebileceğimize, giyip deneyip hangi giysiyi yakıştırıyorsak ona göre karar verecektik…

-Ön koşulun beynimizde ki tüm tepinmelerine rağmen… Tüm küçümsemelerine rağmen…
-Şimdi ben, şu peruğu takıyorum…
-Gülay sen de tak takıştır… Giy çıkar… Olmadı… Ama bu peruk daha iyi sanırım?

-Tekrar aynaya bakıp gülüyoruz…Gülüyoruz...
-Giyim olarak şu nasıl, bu nasıl derken gezeceğimiz… Beş altı kostümcüye daha gidemeden burada hemen hemen tek tek giydik çıkardık, taktık denedik, neleri giyebileceğimizi, takacağımızı olgunlaştırdık…

-Beyoğlu kazan biz kepçe… Yağmur altında eski İstanbul’un daracık sokaklarında eski yılları hatırlatan dükkânların önünden geçerek… Ta… Cezayir sokağına oradan Tünel’e…

By Retro’dayız, bu kostümcü dizi oyuncularını giydiren, diğerlerine göre daha kapsamlı ve müşteriye daha sıcak, danışmanlık yapan bir kostümcü. Mekânın sahibi entelektüel sanki iş yapmıyor o mekânda parti vermiş eğleniyor…

Tanıştık cana yakın adının Hakan VARDAR olduğunu öğreniyoruz, yardımcılarının fikirleri derken ben ve Gülay giyeceklerimize buradan almaya karar kıldık…

-Daha dolaşmamız bitmemişti… Maskeler peruklar daha çözümlenmemişti… Koşuşturma devam ediyordu… Beyoğlu’nda…

-Ama daha maskeli baloya katılmadan giyip çıkardıklarımızdan, takıp takıştırdıklarımızdan ve koşuşturmalardan heyecan ve eğlenmeye başlamış, başka bir dünyanın kişileri olmuştuk…

“ Aynı doğada ki gibi… Bilinmeyeni keşfedip ne hissettiklerimizin ön koşulsuz… Ayırdına varabilmek…”

-İşte böyle bir hazırlık serüveninden sonra… Otel POİNT kapılarından içeri giriyoruz… Lobide bizi bekleyen Seyhan&Huriye’yi fark etmemişim…

Seyhan’ın seslenmesi ile uyandım. Tek düşüncem bunca emekten sonra bizi kimse görmeden peruk ve maskelerimizi hemencecik takacak bir yer bulmak ve kimliğimizi gizlemek idi…

-Rolümüze sahip çıkmanın heyecanı tüm benliğimizi sarmıştı… Point otel salonundayız… Henüz kalabalık değil… İstanbul Taksim olunca trafik ile başınız dertte… Bereket evin yakınlığı bizi kurtarıyor…

Tanışma faslı başlamıştı… Çoğu kişiyi tanıyamadım… Birbirimize kendi isimlerimizle hitap etmemeye çalışıyoruz… Ama genel de herkes “dilsiz” konuşmuyor…

El kol işaretleri ile idare etmeye çalışıyoruz… Bu durum saat 2200-2230 kadar devam etti… Her geçen dakika kendimizi eğlenceye kaptırdık… Her şey o kadar inceden inceye itina ile düşünülmüş ki…

Başta Zühre Acar ve Nazan Özhan olmak üzere emeği geçen Barış Erdemli ve Yücel Tellici’ye de çok teşekkür ediyoruz…

Venedik karnavalı anlatılırdı…

Çok görseli de Gülay’la görmüştük… Ancak gerek müzik gerekse Venedik karnavalı görseli tek kelime ile muhteşem idi…

Saatler süren Baloda inanır mısınız? Hiçbir olumsuzluğa tanık olmadık… Her şey öylesine seviyeli idi ki… Tüm katılanlar tek bir amaç için; orada olduklarını sergiliyorlardı…”Eğlenmek”- “Tadına varmak”-idi.

-Yaşanmaz hale gelen kentin kalbinde yaşanabilir bir rüyayı gerçekleştirebilmenin tadına;Doğan Haber Ajansının muhabir ve kameramanları ile Otel dışında Taksim meydanına kadar yaptığımız yürüyüş esnasında varabildik…

Rota doğa aktiviteleri grubunun “Venedik karnavalı öncesi düzenlediği “Taksim de Venedik Karnavalı Kutlamalarını” Hürriyet gazetesi köşelerinde okurken şaşırmıyor değildik…

Bir de video ve fotoğrafların haber kanallarında yayımlanması ayrı bir keyif veriyordu…

Teşekkürler ROTA, teşekkürler bize bu baloyu hazırlayanlar, emeği geçenler ve de bu geceye katılıp bu keyifli anı yaşatanlara…

Nice keyifli ve ahenkli… Balolara… Darısı Venedik’te kutlama
Gülay& Mehmet YÜCEBİLGİÇ

TAKSİM-POİNT-İSTANBUL

26 ŞUBAT 2011

18 Şubat 2011

AYAKİZLERİYLE KARAGÖL'DE ZAMBAK BEYAZI BİR KIŞI ARARKEN

AYAKİZLERİYLE KARAGÖL’DE ZAMBAK BEYAZI BİR KIŞI ARARKEN…


İstanbul’dan ayrılırken kuru soğuktan etkilenmemek için oldukça temkinli davranmış, sırt çantalarımıza yedek giysilerimizi almayı ihmal etmemiştik… Bir de bu temkinli davranışımı ayak sobalarını da ilave etmemle perçinlemiştim…

Sakarya ili sınırlarına girinceye kadar kestirdiğimin farkına vardım, Geyve boğazı ve derken AliFuatPaşa’da mola verme zamanı gelmişti… AlifuatPaşa adını, Kurtuluş savaşı Komutanlarından Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’dan almış. Sakarya nehrinin bir kıyıdan diğerine geçişini sağlayan köprü Fatih’in oğlu Sultan Beyazıd tarafından 1495 yılında yaptırılmış ve doğu seferlerinde bu köprü kullanılmış. İpek yolu üzerinde bulunan eski adı ile “köprü” (Alifuatpaşa) tarihte ki önemi her medeniyette kendini hissettirmiştir.

Ali fuatpaşa’dan gereksinmelerimizi aldıktan sonra Taraklı istikametinden İçdedeler köyüne döndük, daracık sokaklardan neredeyse sürtünerek geçtiğimiz evler; bu evlerden birinin penceresinden meraklı gözlerle bakan ihtiyar, başörtülü bir ninenin yüzü ve bakışları beni çok etkiledi…

Bir müddet sonra “Karagöl” bölgesinde araçtan indik… Yürüyüş başladığında… Her zaman olduğu gibi ilk yirmi dakika; yaklaşık beş saatlik araç yolculuğunun etkisinden kurtulma ve bedenin ısınması ile zor geçti diyebilirim… Sonra her adım attıkça doğanın farkına varmaya, bu kez yolculuk başlamadan usumuzda canlandırdığımız “zambak beyazı karla kaplı” doğayı aramaya başladık.

Yokuşlar inişler birbiri ardına devam etti… Ayakizleri Hüseyin beyle bu parkuru sanırım bu dördüncü yürüyüşümüz idi.

Her yürüyüşte zorlu hava koşullarının etkisinde kalmış her seferinde ayrı bir macera ile karşılaşmıştık… Bu kez nelerle karşılaşacağımızı henüz kestiremiyorduk…

Bir müddet sonra yer yer karlarla karşılaşmaya başladık… Tam Karagöl Yaylası sınırlarına yaklaşmıştık ki… Göz alabildiğine bembeyaz karlarla kaplı KARAGÖL düzlüğü sere serpe önümüzde uzanmış duruyor…

Karagöl Yaylası ile ilgili edindiğim bilgiler de şöyle: Taraklı'nın 21 km. kuzeydoğusunda KapıOrman dağları üzerinde yer almasına ragmen hemen ardındaki Köroğlu Dağlarının etkisi altında kalan bu yayla deniz seviyesinden yüksekliği 1.200 m.dir.

Etrafı tamamen çam, kayın, köknar ve meşe ağaçları ile kaplı olan Karagöl Yaylası, 567 hektar genişliğindeki alanıyla, bol oksijenli havası ve soğuk içme sularıyla doğal bir tedavi merkezidir.

İlkbaharda karların erimesiyle sularla kaplanan yayla, nisan ayının ikinci yarısında, sular tamamen çekildikten sonra doğa harikası bir görünüme bürünmektedir. Buranın önceleri göl olduğuna inanıyorum… Keza Göller bölgesinde böyle manzaralarla sıkça karşılaşmıştık…

Şimdi bu zambak beyazı yer yer buz tutmuş, yer yer dereciklerden akan sulardan zıplaya zıplaya güzelliği de her adımda makinamıza kaydederek ilerliyoruz…

Bu göl geçişi sanırım şimdiye kadar yaptıklarımızın en iyisi ve keyiflisi idi… Artık düzlük alan bitmiş çıkacağımız 1450 metredeki diğer yaylaya kadar rakım giderek artmakta idi… Arazi, alçalan yükselen arazi niteliğinde aslında bu tip arazi(ters kompartıman) biz doğa yürüyüşçüleri için o kadar faydalı ki anlatamam…

- Neden der gibisiniz?

-Kondisyon ve direnci artırıcı etkisi olduğu için…

Tekrar bir yokuş ve düzlük bu kez yeni bir gölet; ama buz tutmuş kıyısında hemen yanımızdan geçen Muhittin Tetikli’nin pozitif enerjisi ile biz de manken gibi pozlarımızı veriyoruz…

Tekrar yürüyüş kısa süreli bir mola sonrası… Geldiğimiz Karagöl bölgesini gören “boyun” bölgesinden bir poz daha alıyor ve son yükseltiye kalan gücümüzle ağır ağır çıkmaya başlıyoruz…

Serinlik yerini kuvvetli rüzgâra ve soğuğa bırakmıştı… Doğal olarak Güneş batmakta bu anı kaçırmakta istemiyoruz… Ancak soğuğun etkisiyle de bu tepeden hemen uzaklaşmak istiyoruz… İkircikli bir gidip gelme yaşıyorum ama Gülay’la fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi ihmal etmiyoruz…

Tepeden aşağı inişle birlikte hava da kararmaya başladı, Ay ışığı şimdilik yeterli ama ormana girince tepe lambasını yakma ihtiyacı hissettik…

Meyil oldukça fazla yer yer kar örtüsü altındaki bayır aşağı inişte yardımlaşmayla engeller aşıldı…

Bir müddet yürüdükten sonra burnuma o çok sevdiğim sobalardan tüten meşe odunun kokusu geldi… Artık bir köye ulaşıyorduk…

Karanlığın aralarından tek tük ışıklar görünmeye başlamıştı…

İlk karşılaştığımız evin çamaşırlar asılmış balkonu dikkatimi çekti… Gülay’ın bir pozunu burada çektim…

Gözüm henüz karanlıktan aydınlığa alışmak üzere iken: Köyün girişinde hem tokalaşıp hem de “Aç mısınız? Buyurun yemek yiyelim! Hoş Geldiniz köyümüze! Diyen köylüye şaşkın şaşkın bakarken birden irkildim, şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalıştım… Teşekkür ettim…

Ve yan gözle köylünün kısa kollu gömleği ile o soğukta her karşılaştığı kişiye aynı içten davranışı sürdürmesini izledim…

Şehrin alıp götürdüğü “insanlığın, buralarda hala ölmediğini” düşündüm… Kendimize olan güveni(özgüven) başkalarının verdiği değere; özellikle de kişisel menfaat kaynaklarına göre şekillendirmeyi görev edinmenin buralarda geçer akçe olmadığını düşündüm.

Nezaketin; dürüst ve içten gelen davranışın sergilenmesi için kesinlikle başkalarının tanıklığına gereksinim duyulmadığına şahit oldum… Bu mekânda burnu havada kendinden başka herkesin aptal olduğunu düşünen tiplerin barınamayacağını düşündüm…

Artık yürüyüş bitmiş, üzerimizdeki giysileri değiştirmiş… Yemek için ateş başındaki yerimizi almıştık… Hüseyin Beyin, köylülere hazırlattığı yemekleri yerken “köylü kadının” bizlere hizmet daha doğrusu misafirperverliğini görünce etkilenmedim dersem yalan olur…

Dönüş yolundayız… Ne zaman İstanbul’a varırız düşünmüyorum…

Aklımda kalanlar… Gözümün önünde uçuşanlar…


-İhtiyar ninenin buğulu pencere ardından bakan şaşkın bakışları…


-Köyde bizleri karşılayan köylülerin “statü endişesi” hissetmeyen davranışları karşısındaki şaşkınlığımız ve bu davranışlarla kendi “benlik imgelerimizi” de gözden geçirmemiz gerektiği…


MEHMET YÜCEBİLGİÇ

ŞUBAT 2011 -İSTANBUL