1 Ekim 2008

KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAY'A ZORLU İNİŞ

“HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ…
Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.”
JOHN LOKE–1689


KIZILCAPINAR TEPEDEN KANLIÇAYA’A ZORLU İNİŞ…
2008 yılının Eylül 14’ü can dostum sevgili eşimle yine doğanın içine doğru yol almaktayız, belki de yılın son sarı sıcağı ile karşılaşıverdik oysa hava tahminleri yağmurlu idi…
Adapazarı/Ali Fuat Paşa’ya gelinceye kadar İzmit öncesi mola verildi, bu küçük dinlenme yerinde dikkatimi çeken yenilik “Kuaförün” hizmete girmesiydi…

Burada kim?
Neden? Tıraş olur? Düşünmedim değil?
Birer kare çekmeden duramadım… En azından merakımın nedenini görmeniz için…
İkinci mola; meyve ambarı olarak adlandırdığım Ali Fuat Paşa’da verildi… İlk işimiz manavımızdan meyvelerimiz almak oldu…
Buradan tarihi köprüyü geçerek Kapıorman Dağlarının eteklerinden zirveye doğru Kızılcapınar tepeye tırmanmaya başladık… Atilla Kaptanın ustalığı bu geçtiğimiz daracık yollarda belli oluyordu… Öyle bir yere geldik ki artık yol bitmişti…
Araçtan inerek kısa bir hazırlık sonrası yürüyüşe başladık, ancak iner inmez bizi karşılayan sarı sıcağın etkisi öylesine birden bire bizi bunalttı ki kendimizi hemen bir gölgeye atma ihtiyacı duyduk.
Grup yani 45 “Ayakizi” yürüyüşe başladık ama devamlı rampa çıkıyoruz… Isınmadan rampa çıkışı, yüreğimizi baskılamasın diye diyafram nefesi almayı ihmal etmiyoruz…
Allah’ım çeşme başına yaklaştıkça o meşhur “mayıs” kokusu öylesine arttı ki anlatamam, köylerin ve ağıl başının eksik olmayan kokusu… Mayıs kokusu… Bendeniz gibi birilerine göre köyün ve doğanın ta kendi kokusu kimine göre de bok kokusu…
Gülay’la birlikte sulak başında ki larva halindeki kurbağaları seyrederken birden ortaokul sıraları aklıma geldi… Kurbağaları ilk kez o sıralarda iken incelemiştik…
Sonra yürüyüşümüz yine eksilmeden artan sarı sıcak altında hiç istemediğimiz halde toprak yoldan devam etti. Zorunlu olmadıkça bir doğa yürüyüşçüsü asla yoldan yürümek istemez…
Sağ yanımızda ki kurumuş dikenlerle kaplı alanın, öylesine değişik hisler uyandıran bir görünümü vardı ki beni hemencecik Toros’lara götürüverdi… Selim Beyin o dikenli bitkiler içindeki görüntüsünü makineme kaydediverdim…
Şu anda sarı sıcağın etkisinden kurtulmak üzere kocaman bir ağacın gölgesindeyiz, tam keyif aldık derken Hüseyin Beyin devam komutu… Keyfimizi yarıda bıraktı…
Bu kez başka bir keyif kendini gösteriverdi “böğürtlenler” bahçesi hurrraaaa!!! Böğürtlenlerin içinde, altında, kenarında, her bir yanında bir Ayakizi beliriverdi…
Artık “böğürtlen uzmanı olmuştuk… Aroması damak tadımıza uymuyorsa bırakıp diğerlerine seğerti veriyorduk…
Kızılca pınar’a varmak o kadar kolay olmadı yamaçlar bir bir geçildi… Ama şekilden şekle girerek…
Sonra “Kızılca pınar” çatağına öylesine yayıldık ki… Sormayın gitsin… Amaç kumanya yemek değil… Kahkaha atmak… Hem de… Espirinin dolusuna boşuna bakmadan…
Gözümüzün ucuyla göğe doğru bakışımızda ağaçlar üzerine teğet olarak, adeta bizlerin ne yaptığını merak edercesine aşağılara salına salına geçen, yağmuru muştulayan bulutlarla göz göze geldik… Kemal Beyin uzun atlama rekor denemeleri...

Bol kahkahalı bir mola sonrası tekrar yürüyoruz…
Aman Allah’ım bu kez de böğürtlen tarlası diyebilirim… Diyeyim mi? Evet tarla… Bahçe değil!

Ayak izleri bu kez tarlanın tam göbeğinde aroması çok farklı ben devamlı yiyorum… Gülay şişe içerisine koyuyor Tuğçe’ye götürecek…
Bu yürüyüş diyebilirim ki tamamıyla böğürtlen toplama yürüyüşü oldu… Buraya kadar her şey iyi…
Sarı sıcağın etkisi kırılmıştı ancak bu kadar da lay lom yürüyüş de olmaz ki???
Hüseyin Beyin yıllardır yürümediği bu parkurun bundan sonraki bölümünde başımıza neler geleceğini bir ara düşünmedim değil???
Yürüyüşün bundan sonra sanırım bizi büyük bir sürpriz bekliyordu… İşte keyif anı bu andı?
Bilinmeyeni keşfetme duygusu… Ne ile karşılaşacağını bilmeme duygusu… Sanırım “adrenalin” denilen şey bu?
Etrafımızda öylesine bir doğa var ki yemyeşil ama acilen yağmura ihtiyaçları var…
Karşımıza ilk çıkan şey; fındık bahçeleri idi şimdiye kadar fındık bahçesinden böylesine fındık toplamamıştım... Benim bildiğim fındık dalından kopartılır... Ama Selim Beyin öğrettiğine göre hasatı yapılan bahçede fındık yerden toplanırmış...Tüm AYAKİZLERİ yerlere eğilmiş durumda...
Sonra fındık bahçeleri içinde bir köy... Fındıklar toplanmış kilosu beş ytl den fındık alıp Kemal Beyle fındığı baltayla kırmanın keyfini deneyimledik... Hiç böyle bir şey denememiştim doğrusu...
Yürüyüşümüz bu kez orman içinde tam tamına bir yağmur ormanları görünümünde devamlı iniyoruz 1350 metrede idik şimdi 900 metre bu iniş öylesine kabak tadı vermeye başladı ki bilek ve üst baldırlar fren yapmaktan, yan basmaktan acımaya başladı, hem de ne acı…

Bu acıya mola öylesine iyi geldi ki artık gökyüzü görünmüyordu…
Yem yeşil; yerini gizemli bir yeşil- gri- siyah tonlarının ortaklığına bırakıyordu… Bundan sonraki parkur iyice gizemli bir havaya bürünmüştü…
Bu kez ulu asırlık ağaçlar arasında öylesine iniyoruz ki ve yokuş öylesine dikleşti ki inmek de hatta adım atmak da zorlaşmaya başladı…
Önden sincap çevikliğiyle ilerleyen Emrah muştulu haberi aşağıdan duyuruyordu… Çayı buldum!
Aşağılara inmeye çalışan bizler; “Kanlı Çay’ın” kollarından bir dereyi bulup ayaklarını da daldıran Emrah’ın yanında, ben de ilk iş olarak ayaklarımı suya daldırmak oldu...
Hüseyin Beye ilk sorumuz daha iniş var mı? İdi…
Aldığımız haber iyi idi iniş yok tu?
Ama? Bu kez ilerlememiz esnasında dikenli çalıların içinde kalıp da kollarımız bacaklarımız jiletle çizilir gibi çizilmeye başladığında inişe razı olur durumdaydık…
Hem “haz” var hem “acı”. Bu nasıl bir duygudur? Anlatılması güç bir duygu: Bu benim hissettiğim!
Ya siz okuyanlar ne hissedersiniz bilemiyorum?
İsterseniz bu ikilem arasındaki farkı; 1689 tarihinde ünlü filozof “John Loke” “İNSAN ANLIĞI ÜZERİNE BİR DENEME” kitabında nasıl anlatmış… Bir bakalım…
“Haz ve Acı; belli nesnelerin ya zihinlerimizdeki ya da bedenlerimizdeki değişik derecelerdeki etkileriyle üretilmiş olduğundan, biz de bir haz üretme özelliği olan şeye iyi; bizde bir acı üretme özelliği olan şeye de kötü diyoruz.
Çünkü bunlarda mutluluğumuzun ve mutsuzluğumuzun kendilerine bağlı olduğu haz ve acı üretme özelliği vardır.

HANGİ İYİ ARZULANIR HANGİ İYİ ARZULANMAZ… Her iyi, iyi olduğu kabul edilmiş olsa dahi “bir kişinin arzusunu zorunlu olarak uyandırmaz; herkes onun kendi mutluluğunun bir bölümü olarak gördüğünü alır…
İyilerin bütün geri kalan bölümü, gerçekte ya da görünüşte ne denli büyük olursa olsun, onu; zihninin o andaki durumunda kendisi için gerekli gördüğü mutluluğun bir bölümü olarak görmeyen kimsede bir arzu uyandırmaz.
Bu yönden görülen mutluluğun her insan her zaman ardından gider ve onun bir bölümünü oluşturan şeyi herkes arzular, insan iyi olduğu kabul edilen öteki şeylere, onları arzulamadan bakar, yanlarından geçer ve onları gerekli bulmaz…”
Biz de acı ile söylenerek dikenlerin içinden büyük bir mücadeleyle çıktıktan sonra Kanlı Çayı ve yanında ki yolu görür görmez tüm acılar uçup gitti… Biraz önce göremediğimiz ama şu anda duyumsadığımız…
İyi olan öteki şeyleri arar durumda idik…
İlerlerden burnumuza yakılan ateşin duman kokusu geliyor… Yaklaştıkça bunların bizim öncü ekibin yaktığı ateş olduğunu gördük…
İçimiz de oruç olanlar da vardı… Onlara gıpta ile bakmamak elde değil… Bu zorlu inişe nasıl katlandılar? Çeşme başında mangal keyfi sormayın gitsin… Duyumsadığımız iyi olan şeyleri adım adım yakalayabiliyorduk… Bu sofrayı bizlere hazırlayan tüm ekibe ne kadar teşekkür etsem azdır…
Zaten bu Ayakizleri’nin değişmez özelliği: İş hayatınızda yakalayamadığınız; yardımlaşmayı, paylaşmayı, bilgi değişimini, rekabetsizliği, dedikodusuzluğu, tarafsızlığı burada iliklerinize kadar yaşayabilirsiniz…
Ancak bir duygu vardır ki; makamca veya paraca güçlülüğün verdiği büyüklük tafrasına burada yer yoktur…
Bu duygu ve düşünce içinde olan bir kişi yanlışla yürüyüşe katılabilir… Ama diğer yürüyüşte yalnız kalır…

Oruç olanların dahi hazırladığı sofra sucuk, köfte, karpuz, erik, üzüm ne sayayım sofra Halil İbrahim sofrası gibi donatılmıştı…
Evlerimize dönerken mi?
Sadece uyuduğumu ve Mecidiyeköy’de indiğimi hatırlıyorum…
Teşekkürler Ayakizleri ve Onun Tonton Başkanı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15EYLÜL2008

15 Eylül 2008

SAMANLI DAĞLARINDA GECE YÜRÜYÜŞÜ

“Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyorum…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik, anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…”
Mehmet YÜCEBİLGİÇ(Gecenin derinliklerinde)


GECENİN KARANLIĞINDA GÜNEŞLİLİK VEYA GÜNEŞSİZLİK…

Ağustos ayının sonlarında… Usumda; kendimi, cumartesi gecesi başlayacak ve Pazar günü de devam edecek yürüyüşe hazırlıyorum.
Beni tek rahatsız eden düşünce tabii ki Gülay’ın yanımda olamayacağı… Alanya’dan pazartesi günü geleceğini söyledi… Hafta sonu “gece yürüyüşü “olduğunu kendisine anlatmıştım… Ama otobüslerde yer yokmuş…
Akşam eve gittiğimde kapıyı kızım açtı; bana bir sürpriz hediyesinin olduğunu söyleyerek odaya götürdü… Kapıyı açar açmaz ne göreyim? Gülay karşımda… Göz bebeklerim sanki yerinden fırladı…
Dondum kaldım… Sevincim… Mutluluğum… Ve de Kafamda ki “gece yürüyüşü”…
On yedi saatlik yolculuk sonrası kendisine yürüyüşe gelir misin demek? Saygısızlık olurdu… Ama kendisi bana fırsat vermeden yürüyüşe gelebileceğini… Gece yürüyüşünü beraberce deney imlemek istediğini söyledi… Bende ikinci şaşkınlık ve sevinç bir arada idi…
Gece İstanbul’da 2100’de başlayan araç yolculuğumuz gecenin sessizliği içinde devam ederken “Geyve boğazını” geçtikten sonra “Samanlı Dağlarının” rampalarını çıkarken egzozdan gelen boğuk ses yamaçlardan nasıl yankılanıp sessizliği bozduğunu gözlerimi aralayıp etrafıma baktığımda anladım…
Midibüsümüzde hemen hemen uyumayan yok gibiydi…
Kemaliye Köyüne geldiğimizde araçtan inip yürüyüş hazırlıklarına başladık…
Yürüyüş başladığında uyku mahmurluğundan nerede yürüdüğümüzün farkında bile değildim… Zifiri karanlıkta nereden nereye gidiyoruz? Hüseyin Bey de olmasa… Zaten orada ne işiniz var der gibisiniz? Gözümün ucuyla Gülay’ı izliyorum… Başımızdaki tepe lambalarımızın aydınlığı ile salınımlı yürüyüş daha da ritmik bir hal aldı…
Baş taraftan bir ses… Çok fazla koparmayın… Dalları kırmayın… Çocukluğumdan bugüne bir bahçenin dallarından elma, armut, erik kopardığımızı hatırlamıyorum…
Gülay çocukluğunda onu dahi yapmadığı için tüm dalları eğme işini üzerime alıp “koparma işlemini” kendisi verdim…
Bir elimizde elma, armut, erik ne bulursak yiye yiye; yokuş yukarı tırmandığımızın farkına varmadan, yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Bir ara sağ yanımızdan gürül gürül karanlık içinden “patlak derenin” sesini duyduk…
Kulağımızda su sesi; daha baskın, ağaçların tepelerinden kanat çırpıp kaçışan baykuşların çıkardıkları iç gıcıklayıcı seslerini duymakta güçlük çekiyoruz…
Patlak derenin kaynağında su içtikten sonra yokuş yukarı yürüyüşe molaya kadar devam ettik… Molada ki kahvenin tadı hala ağzımın içinde… Duruyor gibi…
Bu kez orman içindeyiz… Yürüyüşümüz daha dikkatli daha sakınımlı ne olur ne olmaz… Gerçi gelenlerde Ayakizleri… Kendilerinden… Yani Doğa tutkunları… Doğanın her halinden hoşlanan ve keyif alanlar…
Talimatlardan bu bölgenin ağaç kesim sahası olduğunu anlıyoruz… Kesilen ağaçların kokusu burnumuzda ve biz üzerinde oturup o saatlerce süren uykusuzluğa rağmen şakalaşmayı ve yarenliği devam ettirebiliyoruz…
Sezgimiz, güneşin ormandan çıkınca bizi karşılayacağını söylüyor… Bu yürüyüşümüzü: Güneşin battığı ve karanlıklar içindeki yokluklar ülkesinden, her şeyin galebe çaldığı, coşum coşum coştuğu “güneş ülkesine” yolculuk olarak algılıyorum…
Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyoruz…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…
Ne diyordum? Yine neleri yazmaya başladım… Doğayı yazıyorsan… Doğayı yaşıyorsan kızma… Serzenişte bulunma hakkın yok… O halde öncelikle kendi bedenindeki güneşi doğurup… O ışığı yansıtmakta erdemliliktir…
Sabah alacakaranlığının etkisi giderek azalıyor… Ormandan çıkıyoruz… Önümüzde alabildiğine bir mera hafif bir yükselti sonrası o uykusuz gözlerimiz ve titrek bedenimiz güneşin direkt ışınlarına teslim oluyor… Ama mola hemen değil… Daha otuz beş dakikalık bir yürüyüşümüz var…
Geçen yıl… İnanır mısınız? Biraz sonra mola vereceğimiz… Samanlı Dağlarının Karasu vadisine hâkim “armut ağacı üzerine yapılmış peyk üzerindeki keyfimi Can Dostumun da tatması için öylesine dilekte bulunmuştum ki”…
Şimdi o anı gerçekleştirebilmenin, sevdiğimin de benzer keyfi alabileceğini merak eder bir acemi telaşlık içinde idim…
İşte! Tam yamacın eşiğindeki benim güzel armut ağacımın üzerine yapılmış “peykim” şimdi senin üzerinde eşimle birlikte bir saatlik uyku molasını hak ettim… Diyerek seğirtiyorum… Bir yandan da Gülay’ın tepkisini ölçüyorum… Her şey olağanüstü güzellikte… Şükrediyorum…
Bu dileğimi yerine sağlıkla getirdiği için…Ulu Tanrıma… Tüm maddi unsurlardan daha değerli bir hediye bu tattığımız duygu…
Neredeyse bir saate yakın ağacın üzerindeyiz… Diğer Ayakizleri açık alana yayılmış mışıl mışıl uyuyor…
Ağaçtan ruhen ve bedenen dinginleşmenin diriliği ile tekrar yollardayız…
Sağımızda Karasu Vadisi alabildiğince uzanıp gidiyor… Böğürtlenlerin tadına bakmak bahçelerden erik, fındık, elma koparma da devam ediyor… Köylüler koparmasak da koparmamız ve yememiz için zorluyorlar…
Elmalı Köyü tarihi bir köy; 1884 yılında inşa edilen ahşap camii korunması gerekli tarihi bir kültürel varlık…
Elmalı Köyünden Kahvaltı için Sansarak yoluyla Gürmüzlü Köyüne hareket ettik, burada Ayakizleri modeli ile kahvaltılarımızı yapıp köylülerle yarenlik ettikten sonra ver elini İznik burada öğle yemeğini
İznik İmren Köftecisinde yedikten sonra Yalova üzerinden feribotla İstanbul’a döndük…
Gecenin sessizliğinden Gündüzün sesliliğine…