30 Nisan 2009

GÖYNÜK-NALLIHAN-BEYPAZARI-ATATÜRK VE ANITKABİR-ANADOLU MEDENİYETLER MÜZESİ-ANKARA KALESİ KÜLTÜR VE DOĞA GEZİSİ

İNSAN KAŞLARINI ÇATMAK İÇİN GÖSTERDİĞİ ÇABAYI GÜLÜMSEME İÇİN SARF ETSE…

GÖYNÜK-NALLIHAN-BEYPAZARI-ANITKABİR-ANADOLU MEDENİYETLER MÜZESİ GEZİSİ…


Yazımı yazmaya başlarken…
2009 yılının baharının da adım adım yaptıklarımızla yapamadıklarımızla gerilerde kalmakta olduğunu anımsadım…

Oysa daha baharı ve doğaylabaşbaşalığı geçen yıllardakine oranla fazla yaşayamadık…

Doğrusu sadece “”doğadan ayrı kaldığım günler”” gülümseme duygularım biraz ötelense de… Çevremde doğaya ilişkin bir şeyler bularak…
Ya da doğaya ilişkin bir şeyler yazarak bu öteleme sürecini azaltabilmeyi yeğliyorum…

Aklıma hemen bir söz geliyor…
””bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından kolayca devrilebilir…””
Buradaki başkaları “” ifadesi sadece insanlar değil hayata ilişkin her türlü olumluluk veya olumsuzluklarla da ilintili””

Şimdi sizin…
Doğa ve bahardan bahsederken “”devrikliği”” nereden çıkardın…zaten sen hep bir yere dikkati çekerken, birden başka bir şeyden bahsederek dikkatimizi dağıtıyorsun..Dediğinizi duyar gibiyim…

Siz düşündüklerinizi söyleyebilirsiniz ama…
Ben de “devrikliğin derecesini “kendinizde kendiniz ölçebilirsiniz…
Bunu deney imlemek için “bahar ve doğaylabaşbaşalık” olmazsa olmaz koşul… Diyorum…
Siz diyorsunuz ki… Kardeşim ben zamanında ne doğalar ne dağlar, taşlar ve ne de Zirveler kat ettim…
Ben de “O o zamandı” diyorum…

Son zamanlar da derin düşünme salonlarında yaygın olduğu üzere… Doğanın müzik çalarla yaşatılmasına nedenli katılırsınız?
Bedeniniz gerçek ve devrikliğinizi de gerçekten ölçmek istiyorsanız “”gerçek doğanın ve onun gerçeklerinin” içinde bulunmanınız gerekir… Aynı bir eski köy berberinde traş olmak gibi...


Bu sözcükler sanırım her adımda her nefeste tekrarlansa ruh bedene hâkim olur ve deneyimleme süreci başlar ta ki doğaylabaşbaşalığınız devam ettiği sürece devam eder düşüncesindeyim…

Doğaldır ki… Bu sözcükleri söyleme ve deneyimleme anında belleğinizdeki diğer düşünceler ağır basarda bu sözcükler üzerindeki… Hâkimiyeti ele geçirirse bu kez kendi içinizde gel gitler başlayacaktır…
Tek çözüm doğaylabaşbaşalığı ve onun ayrıntılarına odaklanmaktır…

İşte böyle bir düşünceler zincirden sonra… İsterseniz…
Ayakizleri yürüyüş grubu ile yaptığımız bir Kültür ve Doğa gezisinden kısaca bahsetmek istiyorum…

Kültür ve doğa gezisi; İstanbul’dan başlayıp- Göynük-Çubuk gölü-Nallıhan - Beypazarı - Davut oğlan kuş cenneti… Anıtkabir; Atatürk’ü ziyaret-Ankara kalesi –Anadolu medeniyetleri müzesi ziyaret edildikten sonra İstanbul’a dönüş…
Hemen şunu söylemek istiyorum… Böyle bir geziyi yapabilmeniz için kondisyonunuzun tam olması gerekir…

İstanbul’dan sonra ilk durağımız Göynük… Burada olmazsa olmaz Zafer anıtı ve Akşemsettin türbesini ziyaret etmeden yola devam etmek yok… Öğle yemeği… Yine çok sevdiğimiz ve her mevsimde ziyaret ettiğimiz Çubuk Gölündeyiz…

Yol üzerinde Nallıhan… Kısa bir şehir turu atıldıktan sonra kültür evinde iğne oyaları elişleri ve alışverişler… Güneş batmadan “Davut oğlan kuş cennetini “ve kıyılarına hâkim her bir katmanı çeşitli renklerle bezenmiş madenlerden oluşmuş dağları ve sergilediği görünümü kaçırmak istemiyoruz…

Ve akşam molasının verildiği Beypazarı “”örnek bir ilçe” belediye eski başkanı Mansur YAVAŞ büyük emekleri var… Yapıyla birlikte halkın davranış biçimi ve para kazanma alışkanlığını değiştirmiş… Ya akşam Bağ evinde BABA OĞUL eğlencesi sıra gecesinin daha değişik atmosferinde… Eski konaklarda gecenin sessizliğinde geçmişte burada kimler kalmışı düşünerek uyumaya dalma…
Dükkânlar… Gümüşçüler… Fırınlar… Beypazarı kurusu… Tek kelime ile Pazar günü olmasına rağmen hizmet mükemmel…

Yola koyuluyoruz… Vaktimiz sınırlı… Ankara’ya Girişimiz biraz Şaşkınca oldu… O kadar değişmiş ki… Anıtkabire adım attığımızda Ben ve Gülay inanın öylesine heyecanlandık ki… Çünkü Anıtkabiri hep resmi kıyafetle ziyaret etmiştim… Kısacası emekli olduktan sonra ilk ziyaret heyecanlı ama onurlu…
Ankara Kalesini oldukça görmüş ve gezmiştik Ankara’da görevli iken… Ancak Gülay’la Anadolu Medeniyetler Müzesini nedense gezememişiz… Demek ki dibinde iken olmuyor da Ta İstanbul’dan gelip gezilebiliyor… Ama ne gezi… O kadar iyi düzenlenmiş ki “”tarih öncesinden tutunda… Tarihin tüm dönemlerinde Anadolu’da Yaşayışı tüm ayrıntılarına kadar sergilemişler…

Tek düşündüğüm… Çatalhöyük’te binlerce yıl öncesinde dam dama yaşayış ve evlerin beyaz yüksek bölümü ile kırmızı alçak bölümü ile evlere sokaklar olmadığından damdan merdivenle giriş…Ve en önemlisi İnsanların ölülerini evlerinin
Eşiğine gömmeleri beni çok etkiledi…
Düşüne biliyor musunuz? Milattan 9000 yıl önce…15-17 Bin yıl olduğu da ölçütleri de ispat edildi… Bu meraklarımla ilgili Bir ansiklopedik bir bilgi vermek istiyorum…

Arkeleoğ “Hodder, dam kapılarıyla ilgili birbirini tamamlayan iki veçheli bir açıklama getiriyor. İlki, toplumsal örgütlenmeyle ilgili. Soya dayalı bir toplumsal örgütlenmede, ataya yakın olmak çok önemlidir. Ataya yakınlık arzusunun, evlerin bitişmesine yol açmış olabileceğini düşünüyor. Her yeni kuşak evini, ataya yakın olmak için önceki kuşağın evinin bitişiğine yapınca sokaklar olanaksız oluyor.
Atalara bağlılık ev içi yaşam biçimini de doğrudan beliriyor.
Evlerin hepsinde iki bölüm ayırt etmek olanaklı: Beyaz, temiz, yüksek, manevi bölüm;
Kara veya kırmızı, kirli, alçak dünyevi bölüm.
Hep tertemiz, derli toplu tutulan bölümün taban altına ve sedir veya masa görevini gören sekilerin altına kazılmış çukurlarda diz çeneye değmeyecek şekilde iki büklüm büzülüp sıkıca kumaşa sarılmış ölmüşler yatıyor.
Hasır, kilim veya hayvan postuyla örtülen bu yerler öyle temiz ki, mikro morfolog Wendy Matthews, “mikroskop altında bile temiz görünüyorlar” diyor.
Gömülerin çoğu ana odada. Duvarlar özenle sıvanmış, beyaza badanalanmış, leopar ve boğa gibi hayvan ve insan resimleriyle, kabartmalarla, hayvan başlarıyla, koç, öküz boynuzlarıyla süslenmiş.”

Hemen biraz ötede Hititler 3000 yıl öncesi yaşayış… Arada 6000 bin yıl var… Benzerlik çok… Bilimsellik ve Doğaya düşkünlük… Ayırdına varamayacağımız kadar… Çok… Ya buraları görmeden ne diyordum… Her şeyi biz 20 ve 21nci yüz yıl
Yaşayanları biliyoruz… Ve yaşıyoruz…
Daha ne kadar yanılacağım… Bilemiyorum…
İşte… Zaman tüneline girmiş bir halde koşturmanın da yorgunluğu ile İstanbul’a dönüyoruz…
Beni kendime getiren yer Mecidiyeköy’deki trafik yoğunluğu ile karşılaşınca oldu…
İşte böyle…
Süreli de olsa TÜRKİYE'MDE doğaylabaşbaşalık bambaşka bir duygu…
Teşekkürler… Ayakizleri…

25 Mart 2009

İZNİK GÖLÜNE GÜNEYİNDEN VE KUZEYİNDEN BAKIŞ

HAYATIN İÇİNDEN KİM NE DÜŞÜNÜR?

İlkokul sıralarında; duvarda asılı duran “çağları gösteren çizelgenin” neyi ifade ettiği, yeniçağdan sonra hangi çağın geldiği soruları öğretmenimiz tarafından öylesine uzun uzun anlatılırdı ki…
Öğretmenimizin… Bizlere o çağın insanlarının ateşi nasıl yaktığını veya yabani davranışlarını anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum…
Ama neden? Bu çağlar birbiri ardına dizilmişti? Bizi neden ilgilendiriyordu? Bizimle bir bağlantısı var mı? Bu soruların cevapları… Tam olarak anlatılamadığından… Bir gün sonra sınıfın tüm meraklıları yine benzer soruyu sorardı…
Ortaokulda ise… Başka bir çizelge; Canlılar; Doğar… Büyür… Yaşlanır ve Ölürler…
Neden asmışlardı? Bu çizelgeleri…
Biz çocuklara verilmek istenen ne idi? Oysa “o zamanlar” bu sıralama bizleri hiç de ilgilendirmiyordu…
Hayat bilgisi dersinde; Ezberlettikleri… Solucanın veya eğrelti otunun “erselik” olması neden önemli idi?
Ayrıca tarih kitaplarındaki mermer sütunlu yapıların üzerindeki kargacık burgacık yazıların“Bizans işi” olduğu cihetle pek önemsenmez ve bizi de hiç ilgilendirmez gözü ile bakılır ve bu izlenimler bizlere yansıtılırdı…
Bu etkileşimle yıllar boyu inanın gördüğüm tüm eski eserler; ya da yapılar bana hep yabancıydı… Bizlere ait değildi…
Okudukça, gezdikçe tüm anlatılanların buhar gibi uçup gittiğini gördüm…
Özellikle ören yerlerindeki ve müzelerdeki hatta henüz kazılma aşamasındaki yapıtlardan; binlerce yıl öncesinde bizlerden daha medeni ve sanat alanında ve insani üstünlüklerine tanık oldukça; bizlere ilkokulda anlatılamayan: Her değerlendirmenin başlıca “ölçütü” olan, ZAMAN VE MEKÂN kavramları ile tanıştım…

Ve elimde; Doğum Günümde Serpil&Hüseyin Şişman çifti tarafından hediye edilen “”ANTİK ANADOLU COĞRAFYASI” kitabı var… Prof.Dr. Adnan Pekman tarafından dilimize kazandırılmış…
Kim ve Ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Milattan önce 64 yılında AMASYA’LI STRABON…
Ayrıca Prof.Dr. Pekman’ın önsözünde yazmış olduğu şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum… Şöyle yazıyor…
“Anadolu uygarlıkları(Mekân), günümüzden Tarihöncesi’nin en eski evrelerine(Zaman) kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksızdır.”
İşte “Anadolu Uygarlığı”na bakışın ana düşüncesi bu idi; aynı “Rasyonel biliminde” de “”önceden bir takım yargılar ve inançlar olmadığı”” gibi… Prof.Dr. O. Sinanoğlu’nun dediği gibi… Anlayana…

Kısacası Rasyonelliğin birinci koşulu ŞARTLANDIRILMA OLMADAN”…
Uzunca bir aradan sonra Gülay’la birlikte Ayakizleri üyeleri ile beraberiz… İstanbul’dan yola çıktığımızda… Usumuzda sadece bizi etkileyeceklerin merakı var idi…
Marmara Denizi güneyi… Türkiye’nin tüm bölgelerini görmemize rağmen nedense bu yöreleri görmek ve gezmek; İstanbul’da Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu Başkanı Naif insan Hüseyin Bey ve Eşi Serpil hanımı tanıyıncaya kadar mümkün olmamıştı…
Bu hafta sonu15 Mart 2009 “”kültür gezisi”” özelliğinde “”İznik Gölünün”” güneyindeki… Avadan(Katırlı)Dağı yamaçlarındaki Dağ köyleri (Karsak, Gürle, Müşküle) ile İznik ilçesi ve Samanlı Dağ yamaçlarındaki Keramet Köylerini gezme ve Hüseyin Beyin ağzından antik çağ dâhil olmak üzere “”zaman tünelinden”” Anadolu’yu tekrar yerinde “”içselleştirme”” fırsatını bulduk…
Sevgili Oğlum ve Gelinimin de Gürle Köyünde bizlere katılımı ile doruğa çıkan sevinçle, gezimiz başka bir anlam kazandı…
İznik gölünün güneyinden Katırlı ve Kurban Dağları yamaçlarında Sıralı bir dizi köy bizleri karşılıyor… Buraları Osmanlı’nın ilk yerleşim ve Orhangazi’nin feth ettiği yerler… Öncelikle Karsak’tayız… Öyküsü bize ilginç gelen bir konak son zamanlara kadar kullanılmış… Sevdiği İstanbul’dan uzaklaşıp Bir köye gelin gelmeyi reddedince
Bey de bir konak yaptırıp… Bu konağa gelin getiriyor…
Gürle Medeniyetlerin üst üste çakıştığı bir köy…Orhan Bey Camii 600 yıllık onarılmış… 800 yıllık olduğu ve Cenevizlilerden kalma ancak Orhangazi tarafından imar edilen ve günümüzde kullanılabilen bir “”hamam”” ve hemen üstümüzde 1282 m. yüksekliğindeki Gürle tepesi…
Burada Erinç ve Burcu ile buluşuyoruz…Arkamızda yeralan bina "ipek böceği" yetiştirmede kullanılıyormuş...Tabiiki son yıllara kadar... O da tarih sahnesindeki yerini alacak... Şu anda bizim konuştuğumuz gibi ... Zamanında burada....Diye anlatılacak... Doğruca “Müşküle” köyüne “ünlü mü ünlü” bir köy… Halil Ergün’ün;
Nazım Hikmet’in çaycısının ve “”Muhtarlığına köyün delisini”” seçen köy… Halkı o denli cana yakın ki anlatamam… Tarihi çınar ağacını gördükten sonra “”Nazım Hikmet” adına dikilen çınarı görmeye gittik…
Sırada İznik ilçesi… Surlar… Merkez içindeki tarihi yerler derken öğle yemeği için bizim seçimimiz “”Erinç ‘in de doğum gününü kutlayacağımız bir yemek için “”Meşhur İmren” Köftecisindeyiz…
Keramet köyündeyiz; ünlü sele zeytinini almak için kuyrukta bekleyenler… Antik havuzda yüzmek üzere o bölgede kalanlar…
Hava kararmış artık “oğlumuz ve kızımızdan” ayrılma vakti gelmişti…
Beraber olduğumuza şükrederek İstanbul’a hareket ediyoruz…
Bu tarih ve eserler kimlik tanımlamadan korunmalı… “Ayırt edilmeden ve ayırdına varılarak”…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15MART 2009

1 Şubat 2009

DOMUZ DERESİ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

AMAN BE..EVLAT…BİZİM YEMEKLERE..”ET” PEK UZAKTIR…

Yazılar hep bir giriş gelişme sonuç bölümü ile yazılır ya… Bugün ben öyle yazmayacağım…
Hala kulaklarımda… Melekçe Oruç Köyünün cefakâr Emine Anasının sözleri…
Keşif Yürüyüşü; akşamın karanlığında sorunsuz tamamlandığında yirmi dokuz Ayakizi’nin tamamının sığabildiği sıcacık bir köy evindeyiz…
Bu ev; yemeğimizi yiyeceğimiz ve soğuktan korunup sıcacık sobanın başında dinleneceğimiz… Emine Ana ile Alaattin Amcanın evleri…

Selim Bey; kereviz, havuç, patates ve hindi etiyle odun ateşinde çok lezzetli bir yemek yaptı… Bu yemek hakkında Emine Ana ile konuşurken… Benzer yemeği kendisinin de yaptığını anlattı… Ben de safça… Ne eti kullanıyorsun dedim… Ah! Nereden sordum o soruyu…
Aldığım cevap; AMAN BE… EVLAT… BİZİM YEMEKLERE… “ET” PEK UZAKTIR… Öylesine donup kaldım ki… Karşılık veremedim… Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüdü… Yutamadım… Artık ne hallere girdiğimi bilemiyorum…
Gelelim Yazımın giriş ve gelişme bölümlerine…
20 Ocak 2009 tarihli Gazetede okuduğum haber başlığı şöyleydi:”Sakarya’nın Pamukova ilçesinde doğa yürüyüşü yaparken yollarını kaybeden 18 doğa yürüyüşçüsü, sivil savunma ekipleri ve jandarma tarafından 20 saat sonra donmak üzere iken kurtarıldı.”
Hemen yürüyüş grubunun adına baktım… Kimler var diye? Birçoğu tanıdığım… Bu parkurda Gülay’la birlikte hem de yağmurlu ve sisli bir havada yürümüştük… Ve bu parkur hakkında bir takım doğa yürüyüşü efsanesi türünden şeyler yol boyunca anlatılmıştı…
Hatta köprünün başında mola verdiğimiz yer ve burada yapılan sarımsaklı çorbayı anımsayıverdim… İşte bu köprü ile ikinci köprüde hata yapılırsa ve kötü hava koşulları da varsa tehlikeli durumlarla karşılaşılabilir” diyordu… Rehberimiz Ayakizleri’nin Sevgili Başkanı Dr. Hüseyin Bey…
Ben ise hafta içi kendisine şöyle sıkı ve adrenalini bol bir yürüyüş teklifi götürmüştüm… Keza birkaç haftadır… Dağlarla selamlaşamamıştım… Kendisi duyurusunda; “en az sekiz saatlik karlarla kaplı kötü ve karanlık hava koşullarında bir yürüyüşün yapılacağını yürüyüşe gelmek isteyenlerin sıkı yürüyüşe dayanıklı olmaları gerektiğini belirtmiş idi…
AlifuatPaşa’ya gelinceye kadar nereye gideceğimizi bilmiyorduk desem inanır mısınız? Evet parkur… İhtiyacım olan endorfin hormonunu karşılayacak düzeydeydi… Neresi mi? Gazete başlıklarında okuduğum… Geçen hafta donma tehlikesi geçirilen “Domuz deresi parkuru” idi…
Hemen hemen grupta bulunan yirmi dokuz kişi de karlarla kaplı bir yürüyüşle birlikte başımıza ne geleceğini merak etmiyor değildik… Sırt çantam her zamankine nazaran biraz ağırca sıcak sudan… cep sobasına…ve..gerekli ilk yardım ve yedek giysilere kadar ne ararsanız var…
Hüseyin Beyin düşüncesi; bu grup nerede ne hata yapıp da böyle olumsuz bir durumla karşılaşmıştı bunu keşfetmek idi… Ya benim…
Benim tek isteğim… İse… Endorfin, Adrenalin, kısacası aklı ön planda tutan heyecanlı ve sıkı bir yürüyüş… Çünkü birkaç haftadır… Yürüyüş yapamadığım için öylesine “endorfin hormonuna” ihtiyacım vardı ki anlatamam… u arada bu hormon hakkında sözlükte yazılan bilgi de şöyle;“doğa ve uç sporları” yapan insanlar, bu maddenin ve adrenalinin bağımlısı olurlar. Ama bu istek dengelenmez ise onları kötü koşullara kadar götürebilir. Çünkü devamlı aynı miktarda endorfin salgılanması için önceki yaptıklarından daha "uç, aşırı" bir şeyler yapmaları lazımdır. Bu sözlükteki yazılan… Doğru mu? Doğru vallahi… Onun için aklı ve önlemleri ön plana almak gerektiğini yazmıştım…
Yürüyüş güzergâhında karların eridiği görülünce, Hüseyin Bey bu kez parkuru “D” harfi şeklinde daha karlı bölgeye doğru değiştirdi… Hava kapalı ancak üzerimizdeki bulut yüklü yağış hazırda bekliyor… Ve kısa sürede sulu sepken sonra da yağmur olarak yağış başladı… Grup tempolu yürüyor… Tırmanışlar inişlerle birlikte gözüm “yamaçlardaki karların durumunu inceliyor… Yamaç yürüyüşü yapmıyoruz...Düz alanda yürümemize rağmen 50–30 cm derinliğindeki karda birde suyla kaygan hale geldiği şekliyle yürümek oldukça güç ve tehlikeli bir hal alıyordu… Çünkü henüz bir yıl olmadı… Böyle bir kaygan zeminde yürüyüşü hafife alınca nasıl tepe takla yere düşüp parmaklarımı kırdığımı unutmuş değilim…Bu arada birinci köprüye yaklaştığımızda Hüseyin Beyin öğle yemeği için hazırlık yaptığını fark ettim… Menü şöyleydi… Tahin, Pekmez… Ekmek… Ayaküstü atıştırdıktan sonra birinci köprüyü geçtik… Ama köprü de yol üçlü çatal yapıyor… İşte tam burada ki izler o denli yoğundu ki… Bu noktada problemin başladığı ve devam ettiği esas ikinci köprüye vardığımızda anladık… İkinci köprüye uğramamışlardı…
Sağ yanı başımızda Domuz deresi öylesine gür akıyor ki… Sanki İlkbahardayız… Bir hafta esen lodos sanırım karları eritmişti… Tabii ki bu durumda bastığımız karların altını da: Yamaçlardaki karları da gözlemlememiz gerekiyor du… Gerçi çığ tehlikesi bu bölgede yoktu ama kayganlık birinci düşmandı…
Hava karardığında hava iyice soğumaya başladı… Kısa süreli molalarda dinlendikten sonra… Sorunsuzca Melekçe Oruç Köyüne varmıştık…

24 OCAK 2009
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL

12 Ocak 2009

ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU FELSEFESİYLE:TARAKLI'DAN GÖYNÜK VE ÇUBUK GÖLÜNE YAŞADIKLARIMIZ

BURJUVAZİ BİZİ ÇALIŞARAK VE ÂŞIK OLARAK MUTLULUĞU BULABİLECEĞİMİZE İNANDIRDI…
Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Dedikten sonra başka bir konuyu yazmaya başlamıştım… Geçen ay… Şimdi ise öncelikle Alain De Botton’un düşünceleri ile kendi düşüncelerim arasındaki ayrıntılardan bahsettikten sonra… Taraklı’da yaşadıklarımızın ikinci bölümünü yazmak istiyorum…
Alain kitabında; yaptığımız” işin bizi mutlu etmesi gerektiği” yolundaki kanının çoğu kişi tarafından paylaşılan yaygın bir kanı olduğunu belirtmekte.
Oysa 18 nci yüzyıl burjuvazisinin “ zevkli olan her şeyin gerekli olana bağlı olduğu felsefesini” kişilere dayattığı için bu şekilde düşünülmek zorunda bırakıldığını açıklamaktadır.
Ve bu genel düşüncenin etkisiyle “Bir zamanlar çalışan bir kişinin mutlu olması mümkün değilken, şimdiyse boşta gezenin mutlu olmasının mümkün görülmediği düşüncesinin ağır bastığını vurgulamaktadır.
Ayrıca herkesin “iş ve aşkla mutluluğu” bulabileceği yolunda gayet burjuva güvencesinin içinde gizlice çöreklenmiş saygısızca bir acımasızlığın yeni farkına vardığını açıkladıktan sonra; İş ve aşkın (asla demese de) “ruhsal tatmin duygusunu” vermeyeceğini dillendirmektedir.
Kitabın ana fikri kendimce bu şekilde; bu düşünceleri bir yandan yazarken bir yandan da ilkokuldan meslek erbabı olmama ve emekliliğime kadar ki ve taze emeklilik dönemim yaşadıklarım ve yaşamakta olduklarım usumdan geçiveriyordu…
Ben Alain’in düşüncelerine aynen katılmakla birlikte kendisi bu incelemeyi ve düşüncelerini bir dünya kesitini izleyerek ve gözlemleyerek dile getirmiş… Ancak “kendi kalıtımsal kültürünün etkisiyle…”
Türkiye çok farklı bir ülke yöre üslupları farklı da olsa, Prf. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun tanımlamasıyla; “kültürel kalıtımın aynı olması” Türkiye’de; dünyanın her yerinde meydana gelen söz gelimi “ekonomik kriz” dâhil olmak üzere tüm krizlere gösterilen tepki çok farklı… Kısacası daha metanetli ve aile dayanışma içine girivermekte… Kızını veya oğlunu o kriz anında kendi ailesi içine alıvermekte ve krizi def etmeye çalışabilmektedir.
Bunun yanında Türkiye’mde Ortak düşünce; “ İş olmazsa aş olmaz “ hayat felsefesidir…
İlk bakışta yazarın düşündüğüne benzer gibi görülmektedir… Ama aynısı değildir… Huzuru ve mutluluğu da rafa kaldırmadan: Sadece karın doyurma sadeliğindedir…
“Anadolu Hayatının” özünde; olanla yetinme ve onunla huzurlu olabilme felsefesi hâkimdir… Hırs düzeyini asgariye indirerek yaşam kalite seviyesini gönlünün gülmesine odaklamıştır…
İlla ki; lüks evlerde, lüks arabalarda, lüks hayatı arama duygusunda değildir… Doğrusu materyalist düşünceden arınmış yapısı vardır… Dönüp aslı bozulmamış köylerimizin ruhsal dinginliği doğayla birlikte nasıl özümlediğini görebiliriz…

Kızdığınızı duyar gibiyim… Sen nerede yaşıyorsun, tuzun kuru der gibisiniz… Kızmanıza gerek yok…
Ben sadece gözlemlerime dayanarak gerçek, saf olarak; Türk’ün, “Kalıtsal Kültürünün binlerce yıl etkisiyle büyüyüp birbirine sarmal olmuş bu vatanda yaşayanların hatta aynı “kalıtsal Kültürü diğer kıta’larda devam ettirenlerin davranış bütünlüğünden bahsediyorum… Anadolu’nun öz olan felsefesini ortaya koyuyorum…
Şehirleşmiş… Ancak… Aslını kaybetmişlerden bahsetmiyorum…
Sanırım asıl olan… Aslına dönmek, duru ve mukayesesizliği esas alan bir doğal yaşam olmalıdır…
Şimdi aslımızın saklı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun ilk yurtlarından… Taraklı İlçesindeyiz… Her yanı buram buram Anadolu kokuyor… Asırlık 200’ü aşan konaklar… Ve yeniden aslına uygun yapılanmalar… İnsanın göğsünü kabartıyor… Ve aynı ruhu yansıtan Pazar yeri… Ayakizleri o gün kurulan yerel pazarın havasını solumadan edemiyor… Hep birlikte pazardayız…
Dikkati çeken ürünlerin başında cam kavanozlarda marmelat görünümlü “UĞUT” geliyor… Buğdayın çimlendirilmesiyle elde edilen bir ürün… Bana göre bu ürün antik öncesi bir ürün olmalı… Kısa bir alış veriş sonrası…300 yıllık konakların ve Ulu Tarihi çınar ağacının bulunduğu mahalleler arasında dolaşmaya başlıyoruz…
Ama mahallenin çocukları öylesine bizleri kartopu yağmuruna tuttular ki… Sizler çocuksunuz da biz sizden geri kalır mıyız? Hücum… Barış… Öncü… Ya ben? Ondan geri kalır mıyım? Soğuk etkilemedi dersem yalan olur? Soğuğun etkisinden kurtulmak için doğruca şehir meydanındaki kahvehanedeyiz…
Sonra ver elini karlar içindeki kaplıcaya… Su sıcaklığı… 30 derece seviyesinde… Kaplıca içinde sohbet öylesine etkindi ki Kaptan Atilla Beyin uyarısıyla çıkabildik… Kaplıca sonrası… Dinlenme soba başın da idi… Akşamsefası tarihi konakta kuzinelerde hazırlanan folyoda hamsi, teside kerevizli köfte… Ve neler neler… Ya ilerleyen saatlerde Hüseyin Beyin “sıcak meyveli şarap” ikramı… Konak sahibi İrfan Beyin, isteğimiz üzerine gönderdiği “”cümbüş”” faslı… Şarkılar… Şakalar… Oyunlarla geçen neşeli saatler sonrası sabah erken kalkmak üzere… Gece sona eriyor…
Ertesi gün İrfan Beyin lokantasında mükemmel bir kahvaltı… Buradan ver elini Bolu, “Göynük”’e… Karlarla bezenmiş yollardan yavaş yavaş ilerliyoruz… Göynük yeni yağan karlar altında… Tarihle doğanın buluştuğu bir ilçe bizi; Sakarya Meydan muharebesi anısına 1922 de inşa edilen Zafer Kulesi karşılıyordu. Ve ilk iş orayı ziyaret oldu…
Göynük gezisini müteakip… Bir heyelan sonucu oluşan… Çubuk Gölü ilk hissedilen… Bu doğa güzelliğinin elden çıkmaması… Bu güzelliğin herkes tarafından yudumlanabilmesi gerçek düşüncemiz…
Göl kenarındaki kulübede köylüler tarafından hazırlanan bulgur pilavı, ayran, kuru soğan, turşu ve köy ekmeği ile yapılan öğle yemeğini müteakip… Göl etrafında yürüyüşümüzü keyifle tamamladık… Artık yuvaya dönme zamanı gelmişti… Kaptan Atilla Beyin dağ ve doğa yollarında deneyimli olması bizlere yol boyunca kusursuz bir uyku sunabiliyordu…
Nice doğaylabaşbaşalığa sağlıkla, umutla…
GÜLAY&MEHMET