10 Şubat 2010

KARAMURAT-SÜLÜKLÜGÖL-KÖSELER KÖYÜ TRANSI

Bugün 05 Şubat 2010:
2010 yılının ilk yürüyüşüne katılmanın planlarını yaparken; Tv’den, hava durumunun hafta sonu bozulacağı haberleri veriliyordu…
Derken Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Beyin gönderdiği bir mailde; “ yürüyüş yapacağımız köyle konuştum, bir metreyi aşkın karın olduğunu, yaptığımız planın uygulanamayacağını ve zor şartlarda on saati aşan bir yürüyüş olabileceğini ve bu şartlarda yürüyüş yapmak isteyenlerin yürüyüşe katılmasını istiyordu”…
07 Şubat 2010 günü duraklardan teker teker araca binerken yağmur çiseliyor, havanın gri yüzü “Ah sıcak yatakta olmak” düşüncesini yeniden akla getiriyordu…
Bu düşünce aslında doğa bağımlılığı edinme ve doğaya katlanma felsefesinin ” tam kırılma noktası” idi. Ya sıcak ve rahat yatak Ya da belki de bir ömür boyu sürecek doğa bağımlılığı…

Henüz hayalimizdeki o karlarla kaplı veya hangi koşullar ve zorluklarla karşılaşacağımızı dahi bilmeden gökkuşağına benzer duygu sarmalında ilerliyoruz… Uyuyanlar arasındayım… Adapazarı’nı geçtiğimizi fark ettim…

 Yağış yok ancak dışarıda kuru ve soğuk bir havanın olduğunu tahmin ediyorum...
Akyazı’ya aracımız dönerken karşımızda duvar gibi uzanan Bembeyaz Kapıorman dağları, Mudurnu çayının açtığı vadideyiz… Sol yanımızda Elmacık Dağı uzanıyor…
Dokurcun’a vardığımızda ilk alış veriş molası verildi… Doğruca kahvehaneye hemen yanından Mudurnu Çayı akıyor... Bölgenin en güzel çay yapılan yeri diyebilirim…

 Mola sonrası Dokurcun Güneyinde uzanan Kapıorman Dağlarında Karamurat Köyüne 2 Km. varmadan araçlardan inmek zorunda kaldık… Kar buraya kadar izin vermişti…

Araçlardan inince ilk iş: Sırt çantaları ve tozlukların kuşanılmasından sonra yürüyüş başladı, her zaman olduğu gibi ilk 20 dakika oldukça zorlanılıyordu… Kar ve soğuk içinde olmamıza rağmen terleme başladı… Hemen üzerimdeki kalın dışlığı çıkarttım…


Karamurat Köyü … Türk özgün mimari stilini yansıtan hemen hemen tüm köye yayılmış durumdaki ahşap evler; Cenap Duru Beyle evlerin çok eskiden yapıldığı fikrindeyiz ancak köylü teyzeden, 100 yıldan daha yeni ve Türk ustaları tarafından yapıldığını öğreniyoruz… Ancak mali durum nedeniyle onarım yaptıramıyorlarmış…


Birden İspanya ve Avrupa ülkelerinde ki vatandaşların, asırlardır nasıl desteklendiği aklıma geldi… Yapıların tarihi dokusu bozulmadan mal sahipleri onarım yaptırmakla zorunlular… Yaptırmadığı zaman en ağır para cezası ile karşılaşıyorlar… Ve bunun için Avrupa Birliğinden kredide kullanabiliyorlar…

Tırmanıyoruz… Esas rota Karamurat Köyünden Çağsak ve Sülüklü Göle gitmek ancak ne mümkün rakım yükseldikçe zaman zaman tipi ve kar yağışı yürüyüşü zorlamaya tempoyu düşürmeye başladı…
Mola yamaçta pek de rüzgar almayan bir yerde verildi…

Karlar üzerinde boğuşan, birbirleriyle şakalaşan, samimi, içten ve asla doğanın dışında pek de sohbetlerin, dedikoduların yapılmadığı bir ortam…
-Hemen aklıma: Bizlerin mahrum kaldığı; Avrupa’daki Aydınlanma çağının, karşıt bir özgürlük filozofu Jean-Jacques Rousseau’nun:

“Toplumsal durumda, insan ruhu tutkularının aşındırmasıyla, hemen hemen tanınmaz duruma gelecek kadar değişmiştir. İnsanın; “özgün yapısını, doğanın içinde ve doğanın onu biçimlendirdiği şekliyle incelemek ve değişimi hissetmek gerekir” önermesi ve:

Doğanın verdiği karakterler kaybolmaz ve silinmez ve Doğa da kimseyi; kral, zengin, soylu yapmaz” sözü ile…
Ünlü hukukçu filozof Jean-Jacques Burlamaqui’nin de “ Siyaset Hukukunun İlkeleri” isimli yapıtından bir bölümü geldi: “Doğa, eğemen ve uyruk, efendi ve köle sözcüklerini tanımaz, doğa insanları birbirine eşit, birbirleri karşısında bağımsız ve özgür bireyler olarak görür. Doğa her bireyi aynı yetilerle donatmış ve aynı hakları tanımıştır; bu ilkel ve doğal durumda hiç kimseye ötekileri yönetme ya da kendini eğemen olarak ilan etme hakkını vermemiştir.”

Sözü, çok uzatmak istemiyorum beni ve benim gibi doğa tutkunlarını sadece doğaya ilişkin bölümleri ilgilendiriyor: Ancak bu karlar üzerinde alt alta üst üste yuvarlanan insanların yaptıklarını, bireylerin birbirlerinin özeline girmeden sosyal yaşamda hiç konusu bile geçmeyen doğal konulardan söz etmelerini,

karın ve soğuğun insanı şekilden şekle sokan etkisini gülümseyerek karşılamalarını, tüm olumsuzlukları dahi anlayabilmek ve başa çıkmak için birbirlerine dudak bükmeden davranış sergilemelerinin altında ki felsefe sanırım… Sözünü ettiğim “Doğa felsefesi” olsa gerek…

Nerede kalmıştık…

Mola öylesine güzel geçmişti ki… Bu kez rota Akyokuş Köyü istikametine çevrildi…

Akyokuş nerede? Tepenin ardında kar kalınlığı 30-70 cm. Hüseyin Bey, tepeyi aştıktan sonra gerçekte derin bir yardan kestirme olsun diye inmeye karar verdi…

Bu yar’ın her iki yanı da karlarla kaplanmış tabanda ki kar yürüyüşü kolaylaştırıyor yoksa mümkün değil… Ancak tabanda, yıkılan ağaçların dalları ve kayalar, dikkat edilmese ayak bileği kırığı için bire bir etkili… Adımlara dikkat ederek inmeye başladık… Aman Allah’ım bu iniş yürüyüşün ödülü oldu… Manzara harika idi…

Metrelerce aşağımızda Mudurnu vadisi görünüyordu… Onun üzerinde masmavi bir gökyüzü… Yokuş aşağı iniş istediğiniz kadar botunuzu bilimsel giyin, ayağınızı yan basın yine de kendimi neredeyse balataları ısınmış araç gibi hissediyordum…

Yürüyüş esnasında içimde sadece iki içlik olmasına rağmen öylesine terledim ki sırt çantamdaki suluk bitmek üzereydi… Bu manzara kaçmaz diyerek peşi peşine fotoğraflar çekiyoruz… İniş sona ermişti… Yön tayini yapıldıktan sonra Mudurnu vadisini sağımıza alarak yürüyüşe davam ettik…

Artık alacakaranlık sonu yaklaşmış ve bir bir ışıklar görünmeye başlamıştı… Hemen aşağımızda görünen ışıklara doğru inmeye başladık…


Önde yürüyen üç kişiyiz Köyün sahipleri öylesine azgın bir şekilde üzerimize havlayarak atıldılar ki… Panik yapmadan yıllardır uyguladığım… Çoban taktiği ile bizlere yanaşmadılar… Köyün camisine yanaştığımız da köylülere hangi köy olduğunu sorduk…

Akyokuş Köyü imiş… Sonra ulaştığımız Köseler köyünde de durum farklı değil…

Köylülere oturup çay içecek bir kahvehanelerinin olup olmadığını sordum… Yokmuş… Biz fakiriz… Derler… Ayağına baktım… Çorapsız bir yazlık ayakkabı… Çocuklar köyü terk etti… Kimi İstanbul kimi de Sakarya’da biraz önce alacakaranlığın soğuğundan ürperen tenim birden bire kaskatı oldu…

İstanbul’un dibindeki köylerin durumu böyle… Doğuya veyahut başka bir yöreye gitmeye gerek yok… Milletin refahı düşünülecekken ülkem nelerle uğraştırılıyor… Bu ekonomik ezikliğe rağmen “yüzleri gülüyor” ille evlerinde bir sıcak çay ikram edecekler…

Köseler köyüne varır varmaz ilk yaptığım iş: Tepeden tırnağa giysimi değiştirmek oldu… Banyo yapmış gibiydim… Hüseyin Bey; Köseler Köyü muhtarına 42 kişiyi alacak bir eski ağılı temizletmiş, buranın içine doluştuk… İster inanın ister inanmayın Bu mekân içinde menü nasıldı biliyor musunuz? Izgara köfte, turşu, köylülerin yaptığı bulgur pilavı, bazlama ve köy usulü otlu pide, helva ve meşrubatı saymıyorum…


Son Mola yerine gelip araçların Anadolu ve Avrupa yakası olarak ayrıldığı DOKURCUN’A gelip kıraathaneye oturduğumuz da; bazı arkadaşlar neden böyle daha modern yerde yemekleri yemek var iken: Hüseyin bey neden O köyde ve şartlarda yemek yedirdi…

Sanırım… O arkadaşlar yazımı okudukların da “Doğa felsefesini” ve Ayakizleri’ndeki gibi Doğa Tutkunlarının da benzer felsefede olduklarını fark ederler… Bu satırlara bir şey daha ilave etmek istiyorum… Hüseyin beyin bu felsefeye bir ilavesi de “bulunduğumuz köylerdeki; köylülere katma değer sağlamaktır”

Dönüyoruz… Süleyman Bey ne de hızlı sürmüş… İstanbul’da saat 2430 da oluruz derken… Saat 2330 da varmıştık….

ALACAKARANLIK SOĞUĞUNDA AYAĞI ÇIPLAK KALANLARA…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

07 ŞUBAT 2010

İSTANBUL

19 Ocak 2010

DÜŞÜNMENİN DOĞASI

DÜŞÜNMENİN DOĞASI…



Bu kez “düşünmenin doğasına dair “bir şeyler karalamak istedim…


Bilgisayarın tuşlarına basmaya başlarken de usumun bir yarısından: Öncelikle ilkokuldan beri öğretilen düşünce ve söylem şekli; Feylesofların “düşünce” üzerine düşünceleri ile Atatürk’le birlikte günümüzdeki yansımalarının; usumun diğer yarısına akmaya başladığını fark ettim…


İlkokul ve ortaokul sıralarında “okumanın” ne denli önemli olduğu öğretmenlerimiz tarafından anlatılırken… Bazı öğretmenlerimiz de (bunların sayıları bir veya iki idi) özellikle bizleri “Sen ne düşünüyorsun? Sorusu ile çok zorlayanlardı… Ve Kara tahta önüne kalktığımızda okuyup ezberlediğimiz sular seller gibi anlattıklarımızdan sonra takdir veya on numara beklerken…



- Peki evladım… Bu anlattıkların daha doğrusu ezberlediklerini yazar düşünmüş… “SEN NE DÜŞÜNÜYORSUN? … Sorusuyla karşılaştığımızda kıpkırmızı olur… Ne söyleyeceğini bilemez bir durumda kıvranıp dururduk…


Ailenin teşviki ile gitmiş olduğumuz camideki din (kur’an) kurslarında ise… Tek öğreti vardı Hocanın vermiş olduğu sureleri ezberlemek… Ezberlediklerinin dışına çıkmamak… Soru sormadan, yorum yapmadan “Ezberletilenleri” bülbül gibi şakımak…


Ve Feylesoflar… Aklıma ilk gelen feylesof FARABi (870-950) Türk-İslam düşünürü... Türklerin İslamiyeti kabul etikten yüzyıl sonra İslam disiplini içinde yetişmiş, Türk düşünürlerinin en büyüğü. Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuş.


Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır. Kısacası düşüncede “aklı” esas almış bir feylesoftu…


Sonra aklıma gelen feylesof… Schopenhauer oldu… O okumakla düşünmek arasında ters orantı kurar. Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyana “kitap filozofu” der ve okuma yerine ilhama dayalı düşünmeyi öne çıkarır…


Ayrıca Schopenhauer kendi felsefesinin karakterini taşıyan bir yaklaşım sergileyerek. Daha önce yazılmış kitaplara, demem o ki ortaya konulmuş düşüncelere dayanarak düşünmek sonuçsuz bir çabadır. Üstelik bu yanlıştır da. “Okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir” der ve ekler… Hâlbuki gerçek anlamıyla düşünmek isteyen kişi, doğaya, dünyaya bakmalıdır, özgün bir düşünce ortaya koyabilmek için…


Diğer feylesof Heidegger ise; “kendimiz düşünüyorken düşünmenin ne demek olduğunu anlarız” der. Ve hemen ekler… “Bir düşüncenin peşinden gidemem. Ancak bir düşünceye açabilirim kendimi ve düşünce gelip benim aracılığımla kendisini açığa çıkarır”. Kısacası düşünce sahibinin; düşüneni yanlış yönlendirebilecek birikimlerini, düşünme sürecine etkin olarak katmamak ve etkisinde kalmamaktan bahseder…



Nietzsche ise; “ anın getirdiği ilhama dayalı düşünme sistemini” benimser… Ve şöyle yapar
“ önce söylemler infilak ettirilmeli ki gizli, üstü örtülen hakikat sızsın söylemin kalıntıları arasından””. “”Söylem”” Dünya ise eğer, “”Söz”” Dünyanın yarıldığı yerdir; o yerdedir…


Usum durmuyor… Sırada Atatürk var ve onun düşünce sisteminin temel taşlarını oluşturmasında ki yardımcılar olarak algıladığım “özümseyerek ve aklı önde tutarak” okumuş olduğu 3997 Kitap aklıma geliyor… Atatürk’ün okuduğu kitapların özetlerini tam 24 cilt üç senede okuyabildim… Sadece “o Neleri, Hangi konuları Okumuşu ve Yöntemini merak ettiğim için… Okumuştum… Okuduğu kitapların yanlarına çoğunlukla kırmızı kalemle almış olduğu düşüncelerini yansıtan notları Anıt Kabir’de müzede de görebilirsiniz…



Sonuç olarak; Çağdaş Düşünce sisteminde; ezberden uzak, düşünenin esiri olmadan ya da ön şartlar, varsayımlar koymadan düşüncenin tanımlanması, doğurulması ve ortaya çıkartılmasının esas olduğu ortaya çıkmaktadır…


Önemli ve gizemli olan nokta sanırım… Tanımlanmamış düşünce kırıntılarının ne olacağıdır…


Artık yazımın sonuna geldim diye düşünürken… Can YÜCEL’İN (bana göre feylesof)aşağıdaki şiirinin şu son mısrası aklıma geldi… Ben son satırını şöyle yazmak istiyorum… HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN… VE DÜŞÜNÜRSÜN…


“”…Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak!


Bunu hatırladığın kadar yaşarsın.

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün,

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun.


Çiçek sulandığı kadar güzeldir,

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,

Bebek ağladığı kadar bebektir.




Ve HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN bunu da öğren... Sevdiğin kadar sevilirsin…


Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL-2010


HARK KÖYÜ-KILIÇKAYA ZİRVE-BELPINAR KÖYÜ TRANS GÜNDÜZDEN GECEYE

24 Aralık 2009

2010 YILINA GİRERKEN...TÜRKLERDE HAYAT AĞACI

TÜRK’LERDE ÇAM AĞACI SÜSLEMESİ…

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın anlatımıyla;

Yüzyıllardır Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı “Noel Bayramı”nın -çok eskiden- Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna inanabilir misiniz? Nereden nereye,
inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki yeni öğrendim!..


Bu senenin galiba ilk başlarında idi, Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım ve çok ilginçtir ki Hıristiyanların “Noel Bayramı”nın tamamıyla Türklerden alınmış olduğunu gösteriyordu bu mail... Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı; bir de “Noel” zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm.
Bu arada, Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum.
Bana İran’ın Azerbaycan bölgesinden (İsmail beyden) yanıt geldi ve İsmail beyin verdiği yanıt tam aynı olmasa da “Noel”e çok uyduğunu gördüm.

Olay şöyle: Türklerin tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir “Akçam Ağacı” bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan tanrı Ülgen’in sarayına kadar uzuyor ve buna “Hayat Ağacı” diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde buluruz.


Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi-gündüzü, güneşi yönetiyor.


Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün gece’yi yenerek zafer kazanıyor. Bu durum güneşin yeniden doğuşu, bir “Yeni Doğum” olarak algılanıyor Türklerde...

Bayramın adı “Nardugan” (nar: güneş; tugan, dugan: doğan = Doğan Güneş). Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor.


İşte bu güneş’in zaferini ve yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle “Akçam Ağacı” altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi, diye Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin, diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar tanrıdan... (İnanca göre, bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş.)

ORTA ASYA KALBAKTAŞ'TAKİ KAYA ÜZERİNDE TÜRKLER TARAFINDAN ÇİZİLEN AK ÇAM GÖRÜLMEKTEDİR...

Bu bayram için evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor; aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiliyor. Yedikleri yaş ve kuru meyveler, özel bir yemek ve bir tür şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.



Yazılana göre, “Akçam Ağacı” yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden, bu olay Türklerden Hıristiyanlara geçmiştir; Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra Avrupalılar onlardan görerek almışlardır, deniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok; doğum, güneşin yeniden doğuşu!
Meydan Larousse’ta, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın pagan halklardan alınıp İsa’ya yakıştırıldığı yazılıyor.


İnternet’te yazıldığına göre, imparator Konstantin (272-337) zamanında İznik’te toplanan Konsil’de, 22 Aralık’ta güneşin doğumu için yapılan bu pagan bayramı İsa’nın doğumu olarak 24 Aralık’a alınıyor ve artık “Noel Bayramı” olarak anılıyor. (Batı kilisesinde [yani Katoliklerde] 25 Aralık’ta kutlanıyormuş.) Çam süsleme ise ilk 1605’te Almanya’da görülüyor ve oradan Fransa’ya geçiyor.


Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş! Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı’ya Türklerden kim bilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak; belki de yazının ve dillerin anasının Türkler olduğu kanıtlanacak...
Bir de yine Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın anlattıklarından öğrendiğime göre;
Bu yüzyıla kadar… Göçebe olarak bildiğimiz… Türkler… Orta Asya’da yapılan kazılar sonucunda yerleşik bile olabileceği… Görünüyormuş…
2010 HAYAT AĞACINIZIN GÜÇLÜ OLMASI DİLEĞİYLE…

22 ARALIK 2009
EK BİLGİ…

TÜRKLERİN ŞAMAN İNANÇLARINDAN KISACA BİLGİ VERMEK İSTEDİM….ÖZELLİKLE DOĞA TUTKUNLARININ DOĞAYLABAŞBAŞA OLDUKLARINDA HİSSETTİKLERİNİN NE KADAR UZUN YILLAR ÖNCESİNDEKİ DÜŞÜNCE VE FELSEFE İLE ÖRTÜŞMESİ İLGİNÇ OLSA GEREK…..






Bütün dinlerin çıkış kaynağı olarak kabul edilen Şamanizm‘in kökenleri İÖ 50 binli yıllara kadar dayanır. Doğaya hükmeden (yağmur, kar, güneş, fırtına, rüzgâr) güçlere tapınmayı temel alan bir inanç şeklidir. Bu inanç biçimi Türklerin de ilk dini olarak karşımıza çıkar.




Şamanizm inanışı Budizm, Hıristiyanlık, Lamaizm, İslamiyet. vb. dinleri içerisinde bile kendine özgü formlarını bu dinlerle kaynaştırarak varlığını sürdürdüğü: Birçok dinde bulunan dinsel geleneklerin temelinin çıkış noktası aslında Şamanizm olduğu dile getirilmektedir.


Şamanist inanca göre; dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır.
Altay Türklerine göre "Aydınlık Âlemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder. Yeryüzünü, yani "Orta Dünya’yı insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur.

On İki Şaman
***"Kalbaktaş alanındaki en çarpıcı resimlerin bulunduğu kısım, bir sunak alanı. Burada 12 şaman resmi var. İlk bakışta anlaşılmıyor ama şaman tören kıyafeti içinde ve ellerini gökyüzüne açarak dua ediyor."***


"İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

Türklerin inandığı Şamanlığın temel felsefesi; insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır.
Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler âlemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır.

***(Tuva, Aktoprak-Yazılıkaya köyünde, kaya resmi alanını tam karşıdan gören mezarlık alanındaki 'balbal' ya da 'taş baba' bugün adak adanan, dua edilen bir ziyaretgâhın odak noktası. Anadolu'dan Moğalistan'a uzanan coğrafyada, eski Türk toplulukları tarafından kült merkezlerinin çevresine ve kurganların üzerine balballar ya da taş babalar dikilirdi. Balballar, ölen kişinin hayattayken öldürdüğü düşmanlarını simgelerdi. Balballara göre, çok daha özenli ve gerçekçi bir biçimde işlenen taş babaların ise ölen kişiye ait olduğu kabul ediliyor.) ***

Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yasar, Durmuş, Duran, Satılmış, Satı gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir.

Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakas ya 'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hala bir milyona yakın Şamanizm’e inanan halkın bulunduğu şaşırtıcı değildir…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

ARALIK 2009

İSTANBUL