facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2010

KARAMURAT-SÜLÜKLÜGÖL-KÖSELER KÖYÜ TRANSI

Bugün 05 Şubat 2010:
2010 yılının ilk yürüyüşüne katılmanın planlarını yaparken; Tv’den, hava durumunun hafta sonu bozulacağı haberleri veriliyordu…
Derken Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Beyin gönderdiği bir mailde; “ yürüyüş yapacağımız köyle konuştum, bir metreyi aşkın karın olduğunu, yaptığımız planın uygulanamayacağını ve zor şartlarda on saati aşan bir yürüyüş olabileceğini ve bu şartlarda yürüyüş yapmak isteyenlerin yürüyüşe katılmasını istiyordu”…
07 Şubat 2010 günü duraklardan teker teker araca binerken yağmur çiseliyor, havanın gri yüzü “Ah sıcak yatakta olmak” düşüncesini yeniden akla getiriyordu…
Bu düşünce aslında doğa bağımlılığı edinme ve doğaya katlanma felsefesinin ” tam kırılma noktası” idi. Ya sıcak ve rahat yatak Ya da belki de bir ömür boyu sürecek doğa bağımlılığı…

Henüz hayalimizdeki o karlarla kaplı veya hangi koşullar ve zorluklarla karşılaşacağımızı dahi bilmeden gökkuşağına benzer duygu sarmalında ilerliyoruz… Uyuyanlar arasındayım… Adapazarı’nı geçtiğimizi fark ettim…

 Yağış yok ancak dışarıda kuru ve soğuk bir havanın olduğunu tahmin ediyorum...
Akyazı’ya aracımız dönerken karşımızda duvar gibi uzanan Bembeyaz Kapıorman dağları, Mudurnu çayının açtığı vadideyiz… Sol yanımızda Elmacık Dağı uzanıyor…
Dokurcun’a vardığımızda ilk alış veriş molası verildi… Doğruca kahvehaneye hemen yanından Mudurnu Çayı akıyor... Bölgenin en güzel çay yapılan yeri diyebilirim…

 Mola sonrası Dokurcun Güneyinde uzanan Kapıorman Dağlarında Karamurat Köyüne 2 Km. varmadan araçlardan inmek zorunda kaldık… Kar buraya kadar izin vermişti…

Araçlardan inince ilk iş: Sırt çantaları ve tozlukların kuşanılmasından sonra yürüyüş başladı, her zaman olduğu gibi ilk 20 dakika oldukça zorlanılıyordu… Kar ve soğuk içinde olmamıza rağmen terleme başladı… Hemen üzerimdeki kalın dışlığı çıkarttım…


Karamurat Köyü … Türk özgün mimari stilini yansıtan hemen hemen tüm köye yayılmış durumdaki ahşap evler; Cenap Duru Beyle evlerin çok eskiden yapıldığı fikrindeyiz ancak köylü teyzeden, 100 yıldan daha yeni ve Türk ustaları tarafından yapıldığını öğreniyoruz… Ancak mali durum nedeniyle onarım yaptıramıyorlarmış…


Birden İspanya ve Avrupa ülkelerinde ki vatandaşların, asırlardır nasıl desteklendiği aklıma geldi… Yapıların tarihi dokusu bozulmadan mal sahipleri onarım yaptırmakla zorunlular… Yaptırmadığı zaman en ağır para cezası ile karşılaşıyorlar… Ve bunun için Avrupa Birliğinden kredide kullanabiliyorlar…

Tırmanıyoruz… Esas rota Karamurat Köyünden Çağsak ve Sülüklü Göle gitmek ancak ne mümkün rakım yükseldikçe zaman zaman tipi ve kar yağışı yürüyüşü zorlamaya tempoyu düşürmeye başladı…
Mola yamaçta pek de rüzgar almayan bir yerde verildi…

Karlar üzerinde boğuşan, birbirleriyle şakalaşan, samimi, içten ve asla doğanın dışında pek de sohbetlerin, dedikoduların yapılmadığı bir ortam…
-Hemen aklıma: Bizlerin mahrum kaldığı; Avrupa’daki Aydınlanma çağının, karşıt bir özgürlük filozofu Jean-Jacques Rousseau’nun:

“Toplumsal durumda, insan ruhu tutkularının aşındırmasıyla, hemen hemen tanınmaz duruma gelecek kadar değişmiştir. İnsanın; “özgün yapısını, doğanın içinde ve doğanın onu biçimlendirdiği şekliyle incelemek ve değişimi hissetmek gerekir” önermesi ve:

Doğanın verdiği karakterler kaybolmaz ve silinmez ve Doğa da kimseyi; kral, zengin, soylu yapmaz” sözü ile…
Ünlü hukukçu filozof Jean-Jacques Burlamaqui’nin de “ Siyaset Hukukunun İlkeleri” isimli yapıtından bir bölümü geldi: “Doğa, eğemen ve uyruk, efendi ve köle sözcüklerini tanımaz, doğa insanları birbirine eşit, birbirleri karşısında bağımsız ve özgür bireyler olarak görür. Doğa her bireyi aynı yetilerle donatmış ve aynı hakları tanımıştır; bu ilkel ve doğal durumda hiç kimseye ötekileri yönetme ya da kendini eğemen olarak ilan etme hakkını vermemiştir.”

Sözü, çok uzatmak istemiyorum beni ve benim gibi doğa tutkunlarını sadece doğaya ilişkin bölümleri ilgilendiriyor: Ancak bu karlar üzerinde alt alta üst üste yuvarlanan insanların yaptıklarını, bireylerin birbirlerinin özeline girmeden sosyal yaşamda hiç konusu bile geçmeyen doğal konulardan söz etmelerini,

karın ve soğuğun insanı şekilden şekle sokan etkisini gülümseyerek karşılamalarını, tüm olumsuzlukları dahi anlayabilmek ve başa çıkmak için birbirlerine dudak bükmeden davranış sergilemelerinin altında ki felsefe sanırım… Sözünü ettiğim “Doğa felsefesi” olsa gerek…

Nerede kalmıştık…

Mola öylesine güzel geçmişti ki… Bu kez rota Akyokuş Köyü istikametine çevrildi…

Akyokuş nerede? Tepenin ardında kar kalınlığı 30-70 cm. Hüseyin Bey, tepeyi aştıktan sonra gerçekte derin bir yardan kestirme olsun diye inmeye karar verdi…

Bu yar’ın her iki yanı da karlarla kaplanmış tabanda ki kar yürüyüşü kolaylaştırıyor yoksa mümkün değil… Ancak tabanda, yıkılan ağaçların dalları ve kayalar, dikkat edilmese ayak bileği kırığı için bire bir etkili… Adımlara dikkat ederek inmeye başladık… Aman Allah’ım bu iniş yürüyüşün ödülü oldu… Manzara harika idi…

Metrelerce aşağımızda Mudurnu vadisi görünüyordu… Onun üzerinde masmavi bir gökyüzü… Yokuş aşağı iniş istediğiniz kadar botunuzu bilimsel giyin, ayağınızı yan basın yine de kendimi neredeyse balataları ısınmış araç gibi hissediyordum…

Yürüyüş esnasında içimde sadece iki içlik olmasına rağmen öylesine terledim ki sırt çantamdaki suluk bitmek üzereydi… Bu manzara kaçmaz diyerek peşi peşine fotoğraflar çekiyoruz… İniş sona ermişti… Yön tayini yapıldıktan sonra Mudurnu vadisini sağımıza alarak yürüyüşe davam ettik…

Artık alacakaranlık sonu yaklaşmış ve bir bir ışıklar görünmeye başlamıştı… Hemen aşağımızda görünen ışıklara doğru inmeye başladık…


Önde yürüyen üç kişiyiz Köyün sahipleri öylesine azgın bir şekilde üzerimize havlayarak atıldılar ki… Panik yapmadan yıllardır uyguladığım… Çoban taktiği ile bizlere yanaşmadılar… Köyün camisine yanaştığımız da köylülere hangi köy olduğunu sorduk…

Akyokuş Köyü imiş… Sonra ulaştığımız Köseler köyünde de durum farklı değil…

Köylülere oturup çay içecek bir kahvehanelerinin olup olmadığını sordum… Yokmuş… Biz fakiriz… Derler… Ayağına baktım… Çorapsız bir yazlık ayakkabı… Çocuklar köyü terk etti… Kimi İstanbul kimi de Sakarya’da biraz önce alacakaranlığın soğuğundan ürperen tenim birden bire kaskatı oldu…

İstanbul’un dibindeki köylerin durumu böyle… Doğuya veyahut başka bir yöreye gitmeye gerek yok… Milletin refahı düşünülecekken ülkem nelerle uğraştırılıyor… Bu ekonomik ezikliğe rağmen “yüzleri gülüyor” ille evlerinde bir sıcak çay ikram edecekler…

Köseler köyüne varır varmaz ilk yaptığım iş: Tepeden tırnağa giysimi değiştirmek oldu… Banyo yapmış gibiydim… Hüseyin Bey; Köseler Köyü muhtarına 42 kişiyi alacak bir eski ağılı temizletmiş, buranın içine doluştuk… İster inanın ister inanmayın Bu mekân içinde menü nasıldı biliyor musunuz? Izgara köfte, turşu, köylülerin yaptığı bulgur pilavı, bazlama ve köy usulü otlu pide, helva ve meşrubatı saymıyorum…


Son Mola yerine gelip araçların Anadolu ve Avrupa yakası olarak ayrıldığı DOKURCUN’A gelip kıraathaneye oturduğumuz da; bazı arkadaşlar neden böyle daha modern yerde yemekleri yemek var iken: Hüseyin bey neden O köyde ve şartlarda yemek yedirdi…

Sanırım… O arkadaşlar yazımı okudukların da “Doğa felsefesini” ve Ayakizleri’ndeki gibi Doğa Tutkunlarının da benzer felsefede olduklarını fark ederler… Bu satırlara bir şey daha ilave etmek istiyorum… Hüseyin beyin bu felsefeye bir ilavesi de “bulunduğumuz köylerdeki; köylülere katma değer sağlamaktır”

Dönüyoruz… Süleyman Bey ne de hızlı sürmüş… İstanbul’da saat 2430 da oluruz derken… Saat 2330 da varmıştık….

ALACAKARANLIK SOĞUĞUNDA AYAĞI ÇIPLAK KALANLARA…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

07 ŞUBAT 2010

İSTANBUL

6 Kasım 2009

DİŞ AĞRISI ÜZERİNE BİR DENEME

DİŞ AĞRISI ÜZERİNE BİR DENEME
Kaldı ki olaylar benzer olmasa da; bağlantı kurduğum ve yazmak istediğim şey: Yaşamın her zaman karşılaştığımız ama uç noktaları olarak algılamadığımız anları veya süreçleri üzerine bir deneme…
Yaşamımızda; karşılaşıp da pek de önemseyip üzerinde düşünmediğimiz yeknesak olaylar dizininin; aslında ruhumuzda nasıl bir devinim yarattığını pek düşünmez ve ayırdına varmayız…
Oysa Ünlü Türk düşünürü Ahmet Yesevi’den tutun da Nietzsche ‘ye ve burada adını yazamadığım pek çok düşünüre kadar bu noktaları çok iyi izleyip ruhlarındaki ve bedenlerindeki acı ve açmazların üzerinden gelebilmiş ve devasa eserlerini ve düşüncelerini ortaya koyabilmişlerdir.
İşte böyle bir düşünce dizininden sonra; diş ağrımın ve aylardır inatla kanal tedavisi için çektiğim acının, usumdaki yansımalarını sizinle paylaşmak istedim…
Bu dördüncü aydır… Dişten çektiğimi son yıllarda hiçbir şeyden çekmedim diyebilirim… Doğrusu… Blog sayfamızı takip edenler de Yarabbi… Ne şanslı kullar… Gam yok tasa yok… Ne ala gez dur… Deyişlerini… Duyar gibiyim… Olsun siz yine aynı düşüncenizi söylemeye devam edebilirsiniz?
Oysa yaşamın tüm koşulları da tek düze değil aynı doğa ve koşulları gibi kolaylıkları da var zorlukları da… Yaşanıyor ve üstesinden gelme becerinize göre ya altında kalıp eziliyorsunuz… Ya da sendeliyor ve sonra da kalan veya yeniden kazanılan güçle, kalkarak mücadeleye devam ediyorsunuz…
Şimdi bu düşünceme siz diyeceksiniz ki!
“Bu mücadele sadece “sağlığımızda ki bedensel olumsuzluklarla” değil ki bir de bunlara “ekonomik zorlukların” etkisiyle iç içe geçerek “varlığımızın etrafında çemberler oluşturduğumuz”… Diğer pisiko_sosyal veya psiko_somatik yani “ruh ve bedenimizin dengesizliğini “sağlayan olumsuzlukları da ekleyemez miyiz?”
İşte ben de… Bu noktayı dile getirmek istiyorum… Tek kelimeyle… Anlatmak istediğim şey de… Burası… Psiko_somatik sorunlarımızın… Temeli… Başlangıcı… Nerede?
• Dişiniz ağrıyor… “Ağrı ile baş başa kaldığınızda”; tüm dikkatiniz, öncelikle kanal tedavisi için oyulan dişinizin kovuğunda nabzınız ta… Orada atıyor… Oysa nabzınızın attığı yer alışageldiğimiz gibi… Bilekte veya şah damarının üzeri olması gerek mezmi? Ama öyle değil?
Ağrı ve acı şiddetlendikçe bedeninizde esen rüzgâr bu kez sizi… Ruhunuzdaki yarım kalmış, onarılmamış, kaşıyınca hemen kanayacak şuur altınızdaki “açıkta kalmışlıklara” sürükleyiveriyor…
• Kırıp dökmelerimizi,
• Kaybedişlerimizi,
• Gelgitlerimizi,
• Karmaşalarımızı,
• Pişmanlıklarımızı,
• Geç kalışlarımızı,
• Elden kaçırmalarımızı,
• Emeklerimizi,
• Hazır yiyiciliğimizi,
• Güçsüzlüklerimizi,
• Sıradanlığımızı,
• Küçük düşmelerimizi,
• Utançlarımızı,
• Hor görülmelerimizi. Anımsatıveriyor…
• Sonra birden farkına varıyorsunuz…
• Benim dişim mi ağrıyor… Yoksa ruhum mu?
Demek ki… Acı olunca onun da yeri “bedenden ruha sıçrayıveriyormuş”… Değişiveriyormuş?
“Ruhsal ve bedensel acıların sarmalından” daha fazla boğuşmadan hemencecik çıkmak istiyorsunuz… Ama çıkamıyorsunuz… Ve bir şeylere tutunma ihtiyacınızın olduğunu anımsıyorsunuz… Size Gri bulutların arasından göz kırpan güneşin altın saçlı şuleleri gibi…
İşte o kâbustan uyandıracak iki tutamak var;
Birincisi varsa sevdiğinin “ ilgisi ve Şefkati”,
• Diğeri ise “doğanın cömert ve duru kucağı”:
Direnç ve dayanma gücünüzün artmaya başladığının ve düzlüğe çıktığınızın muştucusu bu iki şey…
Muştularınızın hep artması dileğiyle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
6 KASIM 2009