19 Mart 2010

2010 KIŞI GERİDE KALIRKEN

2010 KIŞI GERİDE KALIRKEN...ULUDAĞ'DA KAYAK
Kış ayları geride kaldı derken; bir haftalık Kış tatili yapma fırsatı bulduğum da hemen değerlendirmeyi düşündüm… Sıradan bir tatil değil hem oğlum ve gelinimizi görecek hem de yıllardır hayalini kurduğumuz Uludağ’da kayak fırsatı yakalayacaktık…

Yıllardır… Meslekte alışkanlık olacak… Otomobilimizin tekeri dönmeden tatile çıktığımıza inanamazdık… Henüz bu düşüncenin etkisini üzerimizden de atmış da değildik… İstanbul’dan Bursa’ya doğru yola çıktığımızda griye çalan gökyüzü ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur peşimizi Bursa’da da bırakmadı…

Ertesi gün erken saatlerde Bursa’dan Uludağ’a doğru yola çıktığımızda tek düşündüğüm şey… “Düşünü kurduğum şey; eşimle birlikte kayabilecek miydik?”
Ne derler… Bir şey 40 kere söylenirse olurmuş… Ama ben bir de bunun üzerine otuz yıllık bir bekleyişi koyuyorum…
Otele yerleştikten hemen sonra; hep birlikte öncelikle kayak yapmaya ruhen hazırlanma için;

çevreyi dolaşmaya çıktık… Her taraf bembeyaz telesiyejler dolu… Koşar adımlarla zirveye çıkarcasına peşi peşine yukarı tırmanıyor… Kimi kayakçıların yüzündeki endişe kiminin de güven açıklıkla okunuyor… Kayak pisti dolu… Snowboardcular kayakçıları öylesine biçiyor ki... Akıl almaz… Aynı pisti kullanıyorlar…

Köknarlar, mavi ladinler… Geceki donun etkisinden yeni yeni kurtuluyorlar… Üzerlerindeki beyaz konfetiler bir bir dökülüyor… Bir altındaki dalın üzerine… Zirveye doğru çıktığımız da gökyüzünün tüm görkemi karşımıza çıkıyor… Hemen koşuyoruz… Birbiri ardına bu güzellikte yer almak için pozlar veriyoruz…

Tüm benliğimle doğaylabaşbaşa’lığı yudumluyorum…
Nefesimi öylesine yavaş alıp verdiğimin sonradan ayırdına varıyorum… Bu buz gibi berrak ve büyüleyici havanın ve tüm görkemi ile karşımda uzanan dağlarla bezenmiş manzaranın gizemini bozmaktan korkuyorum…

Sanki nefesimin hırıltısından tüm bu güzellikler korkup kaçacaklar hissi, daha yavaş nefes almamı ve konuşmamamı sağlıyor…

Bana hemen doğanın uçlarında Yoga, Reiki, Tai çi veya Sofi yetenekleri deneyimleme çabası içindekileri anımsattı…

İçimdeki biri şöyle konuşuyor: “Yaşam tüm tantanalara rağmen devam ediyor… Ve sen bu tantanalar içinde “ruhunu arındırma” peşindesin… Otuz yılı aşkın… İçinde yetiştirdiğin ancak soldurmadığın… Soldurmak derken şunu demek istiyorum…

Aslında benliğinde taşıdığın ama kullanmaya pek de vakit bulamadığın potansiyelin ayırdına varmış ve geçen süreci “ yazık ettiğimiz yaşam olarak algılamıyorsun” … Ve bu felsefenin oluşmasında, tüm sıkıntılı anlarında dahi destekleyen, seni yolda bırakmayan ve şuanda her şeyi paylaşmayı hak eden sevgili eşin…”

Birden Ta uzaklarda! Siyah kar yüklü bulutlarla ak bulutlar birbirleriyle yer değiştiriyor… Ne kadar da hızlı yürüyorlar… Bu bulut katmanında ki hareketlilik, Uludağ’ın önümüzdeki günlerde daha da beyaza bürüneceğini muştuluyordu… İşte bu andan yararlanmak da bize düşüyordu… Ancak her zaman olduğu gibi abartıya kaçmadan… Abartı bildiğiniz gibi göreceli bir kavram…

Kimi günde dört saat kayar kimi yarım saat… Katlanabileceğin seviye önemli… Keyif almak için katlanmak şart mı? Diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Katlanma olmadan keyif olmaz... Genel kural bu…

İsterseniz… Yaşadıklarımızla birlikte anlatayım… Birinci ve ikinci gün… Kayakta Unutulanların hatırlanması… Ve zorlanmalar… Kasların devrik çalışması nedeniyle gece uyumak isteseniz de uyuyamamanız… Sonra ki günler… Şans eseri eski dostlarla karşılaşmalar ve kayağı çok iyi bilen arkadaşlardan teknikleri öğrenmek ve uygulamak… Dönünceye kadar kaymak ve kaymak…

Bu arkadaşların öğretisinde tüm teknikleri bir bir uygulamak… Onların adını anmazsam sanırım… Ayıp olur… Sevgili hocamız… Ve arkadaşlarımız… “Orhan Ünal ve Hasan Üner”… Verdikleri emekler için çok teşekkür ediyoruz… Ekip ruhumuzu pekiştiren Ömer Emine ve Uğur Ufuk arkadaşlarımızı unutmak mümkün değil...

Yalnıza kaldığımızda Gülay’la birlikte kaymanın keyfini öylesine aldım ki… Mükemmeldi… Bu arada kayarken köpeklerin kovalamasına da yakalandık, kayarken gelip sarılarak düşürenlerle de karşılaştık…

Ancak… Öyle deneyimler kazandık ki… Sisli ve puslu havada da, yağmurlu, buzlu ve kar yağarken ki hava koşullarında da kaydık… Her koşula göre tekniği tekrar etme fırsatı yakaladık… Sanırım bu noktada önemli olan husus; değişikliklerin ayırdına varmak ve hissetmek olsa gerek…

Kayaklar üzerinde karlara bürünmüş doğanın içinde kayarken: Birbiri ardına ayak başparmaklarından başlayıp kaval kemiklerinin bota yaslanması, dizlerin uyumlu kırılmaları, kalçanın daima dağa dönük olması, göğüsün vadiye bakması, vücudun geri kalanının dik ve kolların güvenli olarak yanda oluşu, karşılaştığın olağanüstü durumlarda tüm dikkatin geçeceğin kadar alana ve ileri verilmesi…

Tüm bu hareketlerin bir estetik ve denge içinde yapılması… Uyumu yakaladığın an… Meditasyondan farklı bir durumla karşılaşmıyorsun… Doğa içinde uçan sen… Ve yanında sevdiğin… Aslında tüm bu anlattıklarıma odaklanma; korkunun kovulmasına neden oluyor… Riski göğüslerim diyorsun… Elde ettiğin ve zorluklar içinden çıkartıp tattığın tat bir başka lezzette oluyor… Kısacası; Olumlu düşünmek ve inanmak, kendine ve can dostuna güvenmek…
İçinden şüphe ve korkuyu atamadığın an… Kayamazsın… Düşersem, bir yanım burkulur ya da kırılırsa… Sa’ları uzatabiliriz… Riski göze almadığın an… Odadan dışarı çıkamazsın… Doğaldır ki riskin de önem dereceleri var, kabul edilebilir olanı veya kabul edilemez olanı, her şey sende ve yanında ki “eşinde” (body), can dostunun desteğinde…

Kayakla kaymayı; ufak tefek düşmeler, incinmeler haricinde, tamamlandığında; yorgunluğun sadece bedeninin her bir katmanında olduğunu duyumsuyor ve ah vah… Diyebiliyorsun… Bu ahlar vahlar keyfi ötelemiyor… Çünkü… Ruh zinde, beyin ve zihin kar aklığında dingin…

İşte o an iyi ki otuz yılı aşkın süre bugünün hayalini söndürmedim diyorsun…

Hayatın aslında sanıldığından çok daha kolay olduğunu hissediyorsun…

Ve kendini daha iyi “tanımaya” ve sonra” yanındakini fark etmeye” başlıyorsun… Güneşin ara sıra göz kırptığı… Çamlarla bezenmiş doğanın bağrında… Mavi ladinin dalları üzerindeki konfeti yağmurunu andıran kar tanelerinin arasından bakarken…

Seneye deneyimlerimizi artıracağımız bir kış dileğiyle…



MEHMET YÜCEBİLGİÇ

BURSA

07/14 MART2010

10 Şubat 2010

KARAMURAT-SÜLÜKLÜGÖL-KÖSELER KÖYÜ TRANSI

Bugün 05 Şubat 2010:
2010 yılının ilk yürüyüşüne katılmanın planlarını yaparken; Tv’den, hava durumunun hafta sonu bozulacağı haberleri veriliyordu…
Derken Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Beyin gönderdiği bir mailde; “ yürüyüş yapacağımız köyle konuştum, bir metreyi aşkın karın olduğunu, yaptığımız planın uygulanamayacağını ve zor şartlarda on saati aşan bir yürüyüş olabileceğini ve bu şartlarda yürüyüş yapmak isteyenlerin yürüyüşe katılmasını istiyordu”…
07 Şubat 2010 günü duraklardan teker teker araca binerken yağmur çiseliyor, havanın gri yüzü “Ah sıcak yatakta olmak” düşüncesini yeniden akla getiriyordu…
Bu düşünce aslında doğa bağımlılığı edinme ve doğaya katlanma felsefesinin ” tam kırılma noktası” idi. Ya sıcak ve rahat yatak Ya da belki de bir ömür boyu sürecek doğa bağımlılığı…

Henüz hayalimizdeki o karlarla kaplı veya hangi koşullar ve zorluklarla karşılaşacağımızı dahi bilmeden gökkuşağına benzer duygu sarmalında ilerliyoruz… Uyuyanlar arasındayım… Adapazarı’nı geçtiğimizi fark ettim…

 Yağış yok ancak dışarıda kuru ve soğuk bir havanın olduğunu tahmin ediyorum...
Akyazı’ya aracımız dönerken karşımızda duvar gibi uzanan Bembeyaz Kapıorman dağları, Mudurnu çayının açtığı vadideyiz… Sol yanımızda Elmacık Dağı uzanıyor…
Dokurcun’a vardığımızda ilk alış veriş molası verildi… Doğruca kahvehaneye hemen yanından Mudurnu Çayı akıyor... Bölgenin en güzel çay yapılan yeri diyebilirim…

 Mola sonrası Dokurcun Güneyinde uzanan Kapıorman Dağlarında Karamurat Köyüne 2 Km. varmadan araçlardan inmek zorunda kaldık… Kar buraya kadar izin vermişti…

Araçlardan inince ilk iş: Sırt çantaları ve tozlukların kuşanılmasından sonra yürüyüş başladı, her zaman olduğu gibi ilk 20 dakika oldukça zorlanılıyordu… Kar ve soğuk içinde olmamıza rağmen terleme başladı… Hemen üzerimdeki kalın dışlığı çıkarttım…


Karamurat Köyü … Türk özgün mimari stilini yansıtan hemen hemen tüm köye yayılmış durumdaki ahşap evler; Cenap Duru Beyle evlerin çok eskiden yapıldığı fikrindeyiz ancak köylü teyzeden, 100 yıldan daha yeni ve Türk ustaları tarafından yapıldığını öğreniyoruz… Ancak mali durum nedeniyle onarım yaptıramıyorlarmış…


Birden İspanya ve Avrupa ülkelerinde ki vatandaşların, asırlardır nasıl desteklendiği aklıma geldi… Yapıların tarihi dokusu bozulmadan mal sahipleri onarım yaptırmakla zorunlular… Yaptırmadığı zaman en ağır para cezası ile karşılaşıyorlar… Ve bunun için Avrupa Birliğinden kredide kullanabiliyorlar…

Tırmanıyoruz… Esas rota Karamurat Köyünden Çağsak ve Sülüklü Göle gitmek ancak ne mümkün rakım yükseldikçe zaman zaman tipi ve kar yağışı yürüyüşü zorlamaya tempoyu düşürmeye başladı…
Mola yamaçta pek de rüzgar almayan bir yerde verildi…

Karlar üzerinde boğuşan, birbirleriyle şakalaşan, samimi, içten ve asla doğanın dışında pek de sohbetlerin, dedikoduların yapılmadığı bir ortam…
-Hemen aklıma: Bizlerin mahrum kaldığı; Avrupa’daki Aydınlanma çağının, karşıt bir özgürlük filozofu Jean-Jacques Rousseau’nun:

“Toplumsal durumda, insan ruhu tutkularının aşındırmasıyla, hemen hemen tanınmaz duruma gelecek kadar değişmiştir. İnsanın; “özgün yapısını, doğanın içinde ve doğanın onu biçimlendirdiği şekliyle incelemek ve değişimi hissetmek gerekir” önermesi ve:

Doğanın verdiği karakterler kaybolmaz ve silinmez ve Doğa da kimseyi; kral, zengin, soylu yapmaz” sözü ile…
Ünlü hukukçu filozof Jean-Jacques Burlamaqui’nin de “ Siyaset Hukukunun İlkeleri” isimli yapıtından bir bölümü geldi: “Doğa, eğemen ve uyruk, efendi ve köle sözcüklerini tanımaz, doğa insanları birbirine eşit, birbirleri karşısında bağımsız ve özgür bireyler olarak görür. Doğa her bireyi aynı yetilerle donatmış ve aynı hakları tanımıştır; bu ilkel ve doğal durumda hiç kimseye ötekileri yönetme ya da kendini eğemen olarak ilan etme hakkını vermemiştir.”

Sözü, çok uzatmak istemiyorum beni ve benim gibi doğa tutkunlarını sadece doğaya ilişkin bölümleri ilgilendiriyor: Ancak bu karlar üzerinde alt alta üst üste yuvarlanan insanların yaptıklarını, bireylerin birbirlerinin özeline girmeden sosyal yaşamda hiç konusu bile geçmeyen doğal konulardan söz etmelerini,

karın ve soğuğun insanı şekilden şekle sokan etkisini gülümseyerek karşılamalarını, tüm olumsuzlukları dahi anlayabilmek ve başa çıkmak için birbirlerine dudak bükmeden davranış sergilemelerinin altında ki felsefe sanırım… Sözünü ettiğim “Doğa felsefesi” olsa gerek…

Nerede kalmıştık…

Mola öylesine güzel geçmişti ki… Bu kez rota Akyokuş Köyü istikametine çevrildi…

Akyokuş nerede? Tepenin ardında kar kalınlığı 30-70 cm. Hüseyin Bey, tepeyi aştıktan sonra gerçekte derin bir yardan kestirme olsun diye inmeye karar verdi…

Bu yar’ın her iki yanı da karlarla kaplanmış tabanda ki kar yürüyüşü kolaylaştırıyor yoksa mümkün değil… Ancak tabanda, yıkılan ağaçların dalları ve kayalar, dikkat edilmese ayak bileği kırığı için bire bir etkili… Adımlara dikkat ederek inmeye başladık… Aman Allah’ım bu iniş yürüyüşün ödülü oldu… Manzara harika idi…

Metrelerce aşağımızda Mudurnu vadisi görünüyordu… Onun üzerinde masmavi bir gökyüzü… Yokuş aşağı iniş istediğiniz kadar botunuzu bilimsel giyin, ayağınızı yan basın yine de kendimi neredeyse balataları ısınmış araç gibi hissediyordum…

Yürüyüş esnasında içimde sadece iki içlik olmasına rağmen öylesine terledim ki sırt çantamdaki suluk bitmek üzereydi… Bu manzara kaçmaz diyerek peşi peşine fotoğraflar çekiyoruz… İniş sona ermişti… Yön tayini yapıldıktan sonra Mudurnu vadisini sağımıza alarak yürüyüşe davam ettik…

Artık alacakaranlık sonu yaklaşmış ve bir bir ışıklar görünmeye başlamıştı… Hemen aşağımızda görünen ışıklara doğru inmeye başladık…


Önde yürüyen üç kişiyiz Köyün sahipleri öylesine azgın bir şekilde üzerimize havlayarak atıldılar ki… Panik yapmadan yıllardır uyguladığım… Çoban taktiği ile bizlere yanaşmadılar… Köyün camisine yanaştığımız da köylülere hangi köy olduğunu sorduk…

Akyokuş Köyü imiş… Sonra ulaştığımız Köseler köyünde de durum farklı değil…

Köylülere oturup çay içecek bir kahvehanelerinin olup olmadığını sordum… Yokmuş… Biz fakiriz… Derler… Ayağına baktım… Çorapsız bir yazlık ayakkabı… Çocuklar köyü terk etti… Kimi İstanbul kimi de Sakarya’da biraz önce alacakaranlığın soğuğundan ürperen tenim birden bire kaskatı oldu…

İstanbul’un dibindeki köylerin durumu böyle… Doğuya veyahut başka bir yöreye gitmeye gerek yok… Milletin refahı düşünülecekken ülkem nelerle uğraştırılıyor… Bu ekonomik ezikliğe rağmen “yüzleri gülüyor” ille evlerinde bir sıcak çay ikram edecekler…

Köseler köyüne varır varmaz ilk yaptığım iş: Tepeden tırnağa giysimi değiştirmek oldu… Banyo yapmış gibiydim… Hüseyin Bey; Köseler Köyü muhtarına 42 kişiyi alacak bir eski ağılı temizletmiş, buranın içine doluştuk… İster inanın ister inanmayın Bu mekân içinde menü nasıldı biliyor musunuz? Izgara köfte, turşu, köylülerin yaptığı bulgur pilavı, bazlama ve köy usulü otlu pide, helva ve meşrubatı saymıyorum…


Son Mola yerine gelip araçların Anadolu ve Avrupa yakası olarak ayrıldığı DOKURCUN’A gelip kıraathaneye oturduğumuz da; bazı arkadaşlar neden böyle daha modern yerde yemekleri yemek var iken: Hüseyin bey neden O köyde ve şartlarda yemek yedirdi…

Sanırım… O arkadaşlar yazımı okudukların da “Doğa felsefesini” ve Ayakizleri’ndeki gibi Doğa Tutkunlarının da benzer felsefede olduklarını fark ederler… Bu satırlara bir şey daha ilave etmek istiyorum… Hüseyin beyin bu felsefeye bir ilavesi de “bulunduğumuz köylerdeki; köylülere katma değer sağlamaktır”

Dönüyoruz… Süleyman Bey ne de hızlı sürmüş… İstanbul’da saat 2430 da oluruz derken… Saat 2330 da varmıştık….

ALACAKARANLIK SOĞUĞUNDA AYAĞI ÇIPLAK KALANLARA…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

07 ŞUBAT 2010

İSTANBUL