17 Haziran 2011

AYAKİZLERİYLE SANSARAK KANYON GEÇİŞİ

EVLİLİĞİMİZİN 35 NCİ YILINA AYAK BASARKEN…
Ayakizleri’yle Sansarak kanyon geçişi için yollardayız… Eskihisar’dan Topçular’a feribotla geçiş esnasında gökyüzünün karamsar görünümü öğlene doğru kuvvetli sağanak yağmur tahminlerini doğrular nitelikteydi…

Yalnızım… Gülay torunumuz Rüzgar’ın yanında…
Kendi kendime bu kaçıncı Sansarak kanyon geçişi diye düşünüyorum… Youtube’da “Doğaylabaşbaşa” linkinde ki 09 Haziran2007 tarihli video gözümün önüne geliyor…

Sansarak Kanyon geçişinin bizler üzerindeki etkisi çok farklı… Ya evlenme yıldönümümüze rast gelmesi ya da yakın olması bu geçişe daha özel önem katmakta…

OOO! İznik’e gelmişiz… Doğruca her seferinde uğradığım Kenan Ustanın lokantasına “balık çorbası” içmeye gittim… Sabah vakti… Ne! Balık çorbası mı? Demeyin… Çok farklı, belki de balığın cinsinden?

Hüseyin Bey, öğle ve akşam yemekleri dâhil tedarik ettikten sonra Sansarak’a hareket ettik… Sansarak; İznik’ten yaklaşık bir saatlik kuzey doğuda Samanlı dağlarında, Karasu vadisine kurulmuş bir şirin köy… Fasulye, domates ve barbunyası ve bir de Kanyonu ile ünlü Köy özelliğini yitirmemiş…

Köye, emektar kaptanımız Atilla beyin; ustaca sürüşü ile o dar ve tek araçlık yollardan sorunsuzca geldik ama durmadı kanyon girişine ineceğimiz bölgeye doğru devam etti…

Ama yağmur da önce çiselemeye sonra bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı… Akşam sırt çantamı hazırlarken bugün başıma ne geleceğini hayal etmiş…

Pantolon dâhil ıslanıp hemen kuruyabilen giysilerimi tercih etmiştim… Kanyonda nasıl olsa suya girecektim… Bir de üzerimden yağmur yağmış ve ıslanmışım pek de önemli değil diye düşündüm…

Ancak… Bildiğiniz gibi… Kanyonlarda özellikle yamaçlarından çıkışı sınırlı olan derelerde sel çok tehlikeli… Ya diğeri… Kayaların çamur nedeniyle yağlanmış gibi kayganlaşması… Geçişin zorlu olduğu yerlerde Hüseyin Bey gerekli önlemleri alıp güvenli geçişi sağladı…

Ama kişisel dikkat önem kazanmakta idi…
Melen Vadisinde kayarak düşmem neticesinde parmaklarımın ne şekilde kırıldığını ve incindiğini Gülay’ın onlarını ne şekilde yerlerine getirerek atellediğini ve sonrasında ki acıları unutmuş değildim… Diğer önemli hususunda kaskın mutlaka giyilmesi gerektiğini unutmam… Batıda kasksız kanyona giremezsiniz… Bizde de bu kuralı uygulayan kulüplerimiz çoğalmakta…

Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Bey; Sansarak kanyonunu, on beş yıldır ilk kez bu denli suyu bol ve kaygan, çamurlu gördüğünü söyledi… Gerçekten düşmeler oldukça sıklaştı bereket sorunsuz düşmeler… Su seviyesi ve debisi oldukça yüksek yerlerde iple gergi yapıldı ve yamaç geçişleri bu şekilde yapıldı…

Yamaçlarda tutunacağınız küçük bir kaya oyuğu veya kök sizi öylesine rahatlatıyor ki… Ağırlık merkezinizi dağa, kayaya doğru verdiğinizde vücut kendiliğinden kayaya yanaşıyor ve hareket etmeniz kolaylaşıyor…

Kaç kez eğildim, kalktım, tırmandım, süründüm sayamadım… Ancak normal yürüyüş yaptığımı hatırlamıyorum… Kanyon içinde ilerlememiz tüm heyecan ve merakla devam ediyor…

Göletlerde suya pek uzun süreli olmasa da girdik… Öylesine soğuktu ki… Hava sıcak olsa herhalde daha keyifli olurdu?

Öğle yemeğini ayaküstü atıştırmalık yedik… Bu pınar mevkiinde daha önce ki yıllar mola veriliyor ve burada mangal yapıyorduk… Havanın ne kadar farklı olduğunu tahmin edin…

Yürüyüş yine aynı tempoda devam ediyor, yorulanlar, daha var mı? Diye soruyorlardı… En güzel yanı… Her soruşta kalan sürenin bir saat olduğu belirtiliyordu…

O daha bir saat var söylemi karşısındaki kişilerin suratının fotoğrafını çekemedim… Çünkü kayalardan geçişle meşguldüm… Sesler ise hala kulaklarımda…

Kayaların nemli yerlerinde salyangozlar pikniğe çıkmış giydiler öylesine çok ki… Fotoğraftaki bayanı görünce bu İtalyan da mı? Kanyondaydı diye sormayın? O kişi fotoğrafta da gördüğünüz gibi...Çok ünlü ahtopot ve salyangoz pişiricisi...Anlatacaklarıma bakın şimdi...

İtalya’da Salyangozları afiyetle mideye indirdiğimiz günler aklıma geldi… Ne olmuştu?


Padova'da İtalyan salyangoz-ahtopot pişirici bayanın  "Selim Ok’un salyangozu kabuğu" ile birlikte yediğini görünce “MAM MİA” diye bağırarak paniğe kapılışı aklıma geldi..O gün kü gibi gülmeye başladım…Gülay'la,  Beyaz saçlı Prensin şaşkın halleri Selim Ok'un salyangozları kabuğu ile yediği anda ki halidir...

Salyangozların üzerine basmadan itina ile yanlarından sekerek ilerliyoruz… Ali bey sonra Hüseyin Bey kayalar arasından çiçekleri toplarken gördü…

Çiçeği koparırken kendi dengemi zor sağlıyordum… Tek düşüncem; onları soldurmadan Sevgili Gülay’ıma 35 nci yılın ilk yabani çiçekleri olarak götürmek idi… Kopardıktan sonra onları itina ile sırt çantama yerleştirdim… Ve öyle de teslim ettim…

Ve aklımdan evliliğimizin 35 nci yılına şimdiye kadar yapmadığımız değişik bir yerde kutlamayı düşündüm… Neresi olacağını bilemiyordum…

Hüseyin Bey; Sansarak Kanyon yürüyüşünün dere içindeki bölümünün sona erdiğini duyuruyordu… Yeni katılanlar yürüyüşün tamamlandığını sandılar… Daha yukarı , oldukça dik bir yamaçtan çıkılacak… Ve orman içinden birkaç tepeden sonra Sansarak köyüne ulaşacaktık…
Orman içinden tırmanıyor ve tepe noktasına ulaştığımızda kendimizi doğanın bağrına bırakmış

ve  bir hatıra fotoğrafı çektirdik...

Haydar Bey, Bahar ve ben hızımızı kesmedik… Sansarak köyü yoluna kadar tempolu bir şekilde ilerledik…

Yolumuz üzerinde otlayan koyunları, keçileri seyretmek, onların fotoğrafını çekmek, annesinin memesinden ayrılamayan kuzuların hareketini izlemek, çobanlarla yarenlik etmek…

Güzel şeyler, ruhumu dinlendiriyor… Onların duruluğu kendi ruhuma yansıyor, doğanın çiseleyen yağmur sonrası kokusu amberleşiyor… İşte bu! Diyorum… Tek beklediğim şey… Tek umduğum şey… Duruluk… Dinginlik… Bedenimin Hafiflediğini hissediyorum…

Haydar beye Bahar’a koşun diyorum… Bayır aşağı kendimizi bırakıyoruz… Ta ki dereye kadar…
Atilla kaptanın midibüsünü görüyoruz… Yaklaştıkça köylü çocukların toplandığını ve Atilla beyin ateşi yaktırdığını, kıvılcımların uçuştuğunu gördük… Rüzgâr artık soğuk esmeye başlamıştı, üzerimde ki giysilerden kuru olan yoktu… Hemen yedek giysilerimi aldım ve üzerimi değiştim…

Ve ateş başında keyifli anların en güzelini yaşamaya başladım… Sanki duş yapmış gibiydim… Henüz yorgunluğu hissetmiyordum…
Grupta beş veya altı kişi eskilerden… Ama grubun yenileri diye baktıklarım da çok dinamik ve o kadar zorluğa rağmen uyumlu idiler…

Herkes üzerini değiştirmiş ve Sansarak köyüne doğru hareket ettik… Köy girişinde öyle bir sürprizle karşılaşmıştık ki hemen fotoğrafı çektim… Bayıldığım görünümlerden biri idi…

Koyunların köye dönüş zamanı… Hepsinde öyle coşkulu bir ileri atılış vardı ki… Her biri hiçbir güdü beklemeden kendi evine yöneliyor… Sanki tüm gün en fazla sütü kendisinin yaptığı muştusunu sahibine yetiştirmeye çalışıyorlardı…

Köy kahvesindeyiz, Hüseyin Bey, muhtara bizler için bir tencere bulgur pilavı yaptırmış… Yanında İznik köftesi… Ayran… Ve daha ne isterseniz… Yemek sonrası çaylar…

Köylüler ile yarenlik… Köylünün fasulye ve barbunyasından almak, alırken sohbet etmek… Fasulyenin kilosu beş barbunyanın kilosu üç lira… İstanbul ile karşılaştırınca komik geliyor insana…

Sansarak ’tan ayrıldığımızda saat akşamın sekizini gösteriyordu… Sansarakla ilgili aklımda kalan köy gibi köy...Kalmıştı...

Yol boyu kestirmişim… İznik’te İznik köftecisi “Yusuf’un yerinden” kaymaklı ekmek kadayıfı yemek için Hüseyin bey tüm grubu topladı diyebilirim… Ben ise kızım ve Gülay için biftek ve sucuk alıyorum…

Topçular’da feribot beklerken… İnmeyi dahi düşünemedim… Sanırım yorgunluk kendini göstermişti… Yedi buçuk saat kanyon geçişi… EEEE! Bu kadar da olacak diyorum… Kendi kendime…

Ertesi gün, Arkadaşlarla konuştuktan sonra soluğu Kanlıca’ da aldık Beyaz saçlı prens, Hülya, Serpil’i de çağıracaktık ama Kanlıca dışında olduğunu öğrendik…

Kanlıca’da tarihi kahvehanede çayları yudumlayıp boğazı seyrederken… Beyaz saçlı prens Abdullah Bey, Bebek-Hisarlar hattında bir motor gezisi teklif etti…

Hemen atlayıp Bebek’e gittik… Bunca yıldır, İstanbul’dayız buraları yaya gezmemiştik… Emirgan’a kadar yürüdük…

Emirgan’da, Kanlıca ‘ya yolcu taşıyan ceviz kabuğuna benzer küçük kayık benzeri motorları gördük… Önce işte dedim… Heyecan ve 35 nci yılın kutlamasını anımsatacak… Bir etkinlik…

Daha binmeden heyecanlanmıştım… Değişik bir kutlama ve akılda kalacak bir etkinlik istemiştim… Bu isteğim yerine geliyordu…

Ama kayığın daha binerken deniz üzerinde hopur hopur hoplaması özellikle Gülay ve Hülya adına Beyaz saçlı Prensi endişelendirmişti… Ben de endişelendim ama… Yine binmeleri için teşvik eden kişi oldum… Kısa bir duraklama sonrası… Şahlanan bir ata biner gibi bindik… Aman Allahım… Elimle suya değebiliyorum…

Karşı taraftan bir dev şilep geliyor… Motoru kullanan kaptan çok deneyimli… Geçişi bekledi… Ve sonra o Bulgar bandıralı devin arkasından geçtik… Dümen suyu ve devin arkadan görünümü… Allahım!…

Öylesine şaşkın bir haldeydim ki…

Sevgili Gülay bu anımı yakalamış…

 Belki bu deneyimi sık sık yaşayan Serpil gibi Abdullah Bey gibi Kanlıca’lılara normal gelebilir ama benim için çok güzel bir deneyim, hatta 35 nci yıl anısı oldu…

Akşama kutlama Alboran’da devam etti… Teşekkürler… Beyaz saçlı Prens…

Ha… Unutuyordum… Yürüyüş esnasında… Dengemi dahi… Zor sağladığım… Anda kayalar arasından Gülay için çiçek toplarken…

Gençlerden biri; 35 nci… Yıla bu istemle nasıl gelebildiniz… Ben ne yapmalıyım? Diye sorduğunda kendisine…
Çiftler yeni iki kişilik dünyalarında;
“Duvara çarpmadan önce; öncelikle kendilerini sonra da birbirlerini yeniden tanımaları…
Duvara/duvarlara çarptıkça “karşılıklı (asla tek taraflı değil) fedakârlık ”ta bulunmaları…
Yıllar geçtikçe bu erdemli davranışın “karşılıksız katlanma” ya dönüşmesi(asla karşılık beklemeksizin) zorunludur…
Aynı bu soğuk sularda kanyonu geçerken gösterdiğimiz keyifli isteklilik ve dayanıklılık gibi… Mücadele demiyorum… Çünkü evlilik mücadele alanı değildir... Keyif alamıyorsan… Bu iş olmaz… Zorlamaya da gelmez… Demiştim…


Sevgiyle ve tedavi edilebilir sağlıkla nice yıllara…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
12 HAZİRAN 2011
EVLİLİĞİMİZİN 35 NCİ YILINA AYAK BASARKEN…

9 Haziran 2011

İTALYA İTALYA BİR KEZ SEYAHATLA OLUR MU?

İTALYA… İTALYA… BİR KEZ SEYAHATLA OLUR MU?
RÖNESANS’IN DOĞDU ÜLKE…

14-24MAYIS2011


İtalya gezisine ilişkin yazıma başlarken ne yazayım diye düşünmeye başladım… Amacım… Yazımı okuyanları tarih tüneli içerisine sokmak değildi… Klasik bir gezi yazısı yerine, psiko-sosyal yönden nelerden etkilenmiştik… Rönesans’ın doğduğu ve adeta o yıllarda müzeye çevrilen İtalya, eserlerini koruyabilmiş ve yaşatabiliyor muydu? Biz Türkler ne yapmıştık…
İtalyan’lar la ilgi temel düşüncemiz sanırım… Rahat, sorumluluktan ve zor işten kaçan, disiplin veya kurallara uyma yönünde oldukça zorlanan… Ve batının köylü toplumu ve kolay kazanma peşinde olan ancak… Güzel giyinen sanat ve kültür faaliyetlerine özellikle de felsefeye düşkün bir toplum olarak bilinirdi…
On günlük gezimiz boyunca… Nelerle karşılaştık… Sevgili Gülay’la başımıza neler geldi… Bunlardan bahsetmeyi daha yazılabilir buldum… Şöyle ki günlük uyku saatimiz beş en fazla altı saatti… Yaptığımız yürüyüş günlük kaç kilometre idi düşünün…
Kardeşim… Siz neyin peşindeydiniz… Dediğinizi duyar gibiyim… Evet, neyin peşinde olduğumuzu yazımın sonuna geldiğinizde daha iyi anlayacaksınız sanırım… Ama bu bizim bu seyahatten beklentilerimiz idi…
Keza Ünlü felsefeci ve yazar Alain de Botton; Ünlü Fransız yazar ve denemecisi Proust dan da alıntılar yaparak; yurtdışına seyahat edenleri iki gruba ayırıyor…
Turistler ve Gezginler: Peki farklılıkları nedir? Derseniz?
Turistler: Sürprizden nefret eden bir kafa yapısına sahip oluşları ile gezginlerden ayrılıyorlar… Gördükleri her şey beklentilerine cevap vermesi koşuldur… Şüpheden, belirsizlikten, düşüncesizce oluşan olaylardan hoşlanmazlar… Yiyecekleri yemeğin menüsünü dahi hazır isterler. Kısacası kesin ve anlaşılabilir olan şeylerden yanadırlar. Bir özellikleri de peşin hükümde bulunmayı tercih etmeleri.
Gezginler ise; peşin hükümde bulunmadan gezmeyi alışkanlık haline getirenlerdir. Düşünceleri var olan koşullarla çelişirse daha az hayal kırıklığına uğrarlar… Farkları… Bilinmeyenler karşısında gösterdikleri yaklaşımdır… En önemli özellikleri ise alışkanlıklarına darbe vurmalarıdır.
Siz hangi gruba giriyorsunuz diye sanırım sormazsınız?
Hemen cevap vereyim…
Her türlü koşula ayak uydurabilen ancak adrenalini ve sürprizi bol olan alışkanlıkları dışında hareket etmekten keyif alan, ruhunda keşif olan ve kendi çitlerimizi aşma duygusunu taşıyan gezginler grubuna dâhiliz…
Bu bilgilerden sonra… Planlama ve beklentiler hakkında da biraz bilgilendireyim…
Ayakizleri’nin naif başkanı Hüseyin Bey, İtalya gezi planını iki yıl önce oluştururken… Kendisinden “Como bölgesini” de ilave etmesini istemiştim… Bir önceki yazıma bakarsanız… Rota grubuyla yaşadığımız Venedik Karnavalı etkinliğinin de özellikle Venedik bölümü üzerinde ki etkisi büyük idi... Çünkü Sevgili Zühre ve Rota Grubu, Venedik Karnavalını önümüzde ki yıllarda Venedik’te kutlamak istiyordu… Bu gezi bir yerde onun ön hazırlıkları da sayılırdı…
Diğer bir düşüncem de önümüzde ki yıllarda İtalya Alplerinde en az beş günlük bir hiking, kamplı, dağ yürüyüşü faaliyeti yapmak idi…
Okuduğunuz gibi İtalya gezisinden çok şeyler umut ederek başlamıştık… Bu arada altı ay önce başlayan İtalya ile ilgili incelemelerim…
Boş kaldığımız zaman İtalya sokaklarında Gülay ve bize katılan arkadaşlarla birlikte rahat gezmemizi veya diğer şehirlere gitmemizi sağlamıştı…
Sabaha karşı İtalya’ya hareket için; Atatürk Havaalanına gidişimiz bilahare Roma’ya uçuşumuz rüya gibi geçti… Heyecan sanırım valizlerin tek tek tartılması sırasında oldu… Çift dahi olsanız bir kişi tek valizle 23 kğ la sınırlı… Üzeri cezalı ödemeye tabi imiş… Sorunsuz… Pasaport kontrolü ve valizlerin alınmasıyla Roma’ya hareket ettik…
Nihat Bey ETS’ nin rehberi… Ama ne rehber… Büyük bir çoğunluk asker emeklisi sandı… Ben de dâhil olmak üzere; oldukça kurallara bağlı ve uygulatan ve deneyimli, 30 yıllık rehber kısacası rehberlerin hocası olduğunu anlatımlarından öğrendik…
Birinci gün gezisi; Vatikan’dan başlamakla birlikte gece dâhil tüm Roma’yı dolaştık diyebilirim… Vatikan: 600 yılı aşkın süredir papanın ikametgâhı, Mussolini’nin 1029 yılında imzaladığı Laterano anlaşmasıyla İtalya’dan bağımsız özerk bir bölge…
San Pietro Bazilikasına; Sant’Angelo Köprüsünden geçerek geldik… Hemen karşımızdaki Castel Sant’Angelo’nun fotoğrafını otobüsümüzün içinden çekebildim…Bu kalenin öyküsü oldukça hazin biz Türkleri ilgilendiren yönü, Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın da sürgün geçirdiği yılların bir kısmına ev sahipliği yapmış olmasıdır.
San Pietro bazilikasını gezmek için o sıcak altında sıranın bize gelmesini bekledik… Öylesine kalabalık ki… Gelenlerin çoğunun kutsal amaçlar (hac) için geldiği belli oluyordu…
Nitekim öyle gelen gruplara diğer kapılardan giriş önceliği verildiğini ve meydana park etmek yasak olduğu halde araçlarına da park izni verildiğini rehberimizden duyuyoruz…
Heykeltıraş Bernini’nin eserlerini seyretmek apayrı bir duygu… Açık hava müzesi gibi ya… Bazilikanın içerisi… Roma Katolik kilisesinin en büyüğü en ihtişamlısı olduğu söylendi… Bazilikanın en değerli eseri olarak tanıtılan Michelangelo’nun Pitea’sı (Meryem, kucağında ölü İsa ile) dramatik bir his veriyor insana…
12 Havariden biri olan Aziz Petrus’un bronz heykeline yanaşamıyoruz… Hacıların ayini varmış. Ancak dikkatimi Kubbenin altında Bernini’nin baldakeni(sayvan) çekiyor… Daha ilerde ise Catedra di San Pietro çekti…
Kilise içerisinde öylesine eser var ki nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz… Çok gösterişli adeta insanı muhteşemliği ile diz çöktürüyor…
Hıristiyanlığın özellikle de Katolik inancında ki esas amacın da bu düşünce olduğu esas düşünce tarzı…
Vatikan’dan ayrılıyoruz…Bugün proğram oldukça yoğun…Roma şehir turu, sonra şehrin belli başlı yerlerini gezeceğiz…
Bölüm 2 de ROMA şehrini adım adım geziyoruz…Devam edecek.
Mehmet &Gülay YÜCEBİLGİÇ
01HAZİRAN2011