GÜLAY YÜCEBİLGİÇ;ERİNÇ BURCU YÜCEBİLGİÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜLAY YÜCEBİLGİÇ;ERİNÇ BURCU YÜCEBİLGİÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2013

BÜRÜCEK YAYLASI


ÇOCUKLUK  YILLARINDA; ADANA’NIN SARI SICAKLARINDAN KAÇIŞ…
                                                          ADANA TAŞ KÖPRÜ
Okullar yaz tatiline girdiğinde annemin telaşına o yaşlarda bir anlam veremezdim… Kavurucu Sarı sıcaklara yakalanmadan Adana’dan yaylaya göç telaşı başlardı… Bu telaş neleri kapsıyordu… Bunları anlatmadan önce: O günkü “YAYLA” olarak gidilen ve Adana’lıların “yayla” olarak benimsediği bir bölgeden bahsetmek isterim…
                                                                   BÜRÜCEK
1960-1970 li yıllarda torosların bağrındaki “Bürücek” yaylasında henüz elektrikler yok aydınlatma, gaz fenerleri-lux lambaları ile sağlanıyordu… Yerleşim henüz çok yaygın değildi… Yaşam koşulları ve ulaşım sınırlı idi… Bu nedenle Bürücek’te yayla evimiz olmasına rağmen yayla olarak; ulaşım kolaylığı, konut ve serin havası ile meyve ve sebzesinin bolluğu için NİĞDE’YE giderdik… Adana ve Ceyhan’lıların yoğun olarak tercih ettiği yer” Niğde” idi.”
                                                                         NİĞDE
Niğde’ye göç telaşı ve yükü doğrusu annemde idi… Tüm hazırlıkları planlayan, yapan annem idi… Eşyalar bir gün önceden “mafraç” olarak hazırlanırdı.
                                                                          NİĞDE
Mafraç neydi diye sorarsanız? Hurç diyebiliriz.  Öncelikle yataklar ve içinde diğer eşyaları kaplayacak şekilde savan ile sarılır, kalın kendirden yapılan iplerle (rahmetli dedemin kuvvetli bir şekilde gerdire gerdire bağlaması gözümün önüne geldi) bağlanırdı… Sonra sabah erken saatlerde evden, eşyaların  atlı arabaya yüklenmesi… Muhteşem bir olaydı…  

Canım anam; hazırlanan eşyaların taşınması kolay ve parça adeti az olmasına dikkat ederdi… Neden mi? Çünkü yolculuk BÜRÜCEK’E değil… NİĞDE’YE idi…
                                                               ADANA TREN İSTASYONU
Öncelikle Tek atlı araba ile Adana istasyonuna gidilir ve oradan özel olarak YAYLACILARA tahsis edilen üç vagonlu “YAYLACI TRENİNE” binilir idi… Yaylacı treni olmadığı zaman Toros Ekspresi veya Çukurova mototreni ile yolculuk yapılırdı.
                                                               YAYLACI TRENİ
Bunun için eşyaların evden tek atlı arabaya yüklenmesi, esas önemlisi ise eşyaların Adana Tren İstasyonuna getirildikten sonra ambara teslim edilmesi ve buradaki işlemlerin yapılması idi…
                                                         ÇUKUROVA MOTOTRENİ
Eşyalar teslim edildikten sonra çocuklar ve nenem, dedem ile birlikte bunların biletlerinin alınması ve “yaylacı trenine “ bindirilmesi… Hep bu işleri Sevgili annem yapardı… Şimdi aklıma geliyor da… Suratının bir gün asıldığını ve söylendiğini görmemiştim…
                                                               TOROS EKSPRESİ
Tren yolculuğu muhteşem idi…6-7 yaşlarında olmama rağmen rahatlıkla pencereden dışarı doğayı seyredebilirdim… Oysa kömürlü lokomotiflerle yolculukta kömür tozları nedeniyle bu şans yoktu… Adana’dan hareket ettikten sonra Çukurova’dan Toroslara doğru yaklaştığımızı havanın serinlemesinden ve tren lokomotifinin zorlanan çekiş sesinden anlardım…
                                            VARDA(ALMAN) KÖPRÜSÜ HACIKIRI
En heyecanlandığım yer ise Toros Dağlarında çok yüksek köprüden(Belemedik-Varda köprüsü) geçip birden bire tünellere girişimizi hiç unutamam… Tünellerden geçişteki atmosfer zaman tüneli gibiydi… Kimisi çok uzun kimisi kısa ve dip dibe…

Hatta kendimi meditasyon (derin düşünme)  imgelerine odaklanmış bir kimsenin, hareketsiz duruşu içinde hissederdim… Karanlıklar içinde zaman zaman gözümü alan aydınlık patlamalarıyla irkilip sonunda refaha ve dinliğe kavuşturan apaydınlık ve doğanın tüm güzelliği içine balıklama dalmak… İşte Belemedik tünellerinin çocukluk hallerimle bende bıraktığı şuuraltı izler böyleydi…

Sonra iki dağın arasında yemyeşil bir vadi… Elinde arkalı önlü yeşil ve kırmızı lamba bulunan ve treni karşılayan İstasyon şefinin vakur duruşu…


Apayrı bir renk katardı çocukluk günlerime… Burası benim sihirli vadim diye adlandırdığım… Belemedik/Karapınar idi…

İnanın bu tren yolculukları bende öylesine bir sevgi oluşturmuştu ki… Çocukluk yıllarımın mesleği “demiryolcu” olmak idi.

Bu bölgeden her yıl geçerken Belemedik’e olan merakım daha da artmaktaydı… Demiryolundan seçebildiğim… Binaların çokluğunun yanında bölgenin ıssızlığına anlam veremiyor? Bu iki görünümü yan yana getiremiyordum… Bu soru işareti ta ki… Mesleğim ve onu takibeden “Doğa yürüyüşü ve Dağcılığa” merakımla birlikte daha da arttı…

BELEMEDİK hakkında bir makalemi ve bu bölgede ki doğa yürüyüşü hayalimi bu yazıdan sonra yazacağım… İki paragrafla geçiştirilecek bir yer değil BELEMEDİK…

Belemedik sonrası Pozantı ve Çiftehan da ilgimi çekmiştir… Son durak ise

Niğde… Tipik Alman stili bir İstasyon binası ve istasyonun hemen doğusunda çayırlık yer alırdı…Adanalı Yaylacıların çocukları genel olarak bu bölgede toplanır… Çime bıçak saplamaca oyununu oynardık…

Bir de kavaklık da çay bahçesi, en popüler yerdi….. “İstasyon caddesi” Torbalı camiine çıkan tek ana yoldu… Hemen yanı başında ki stadyumda panayır düzenlenirdi… Çok hoşumuza giderdi, Torbalı camii kur’an kursuna gittiğimiz camii idi…
                                                              
Özellikle Yaylacı treni gelme zamanı ve hafta sonları bu cadde akıl almaz kalabalık olur, caddede gezenlerin ellerinde mısır veya güne bakan çekirdeği eksik olmazdı… Bu caddede sanki defile yapılırdı… Adanalıların giyim kuşam ve yemek kültürü ile Niğdeliler üzerine etkileşimi sanırım olmuştur…
                                                          KALEDEN NİĞDE
Adım başı mısır satıcıları vardı ama ay çiçeği daha fazlaydı… Sanki ayçiçeği çitlemeden gün geçmezdi… Kavak ağaçları ve “yeşil dere” öyle coşkulu akardı ki biz çocuklar bu dereden yardımsız geçemezdik… Yolun hemen sağ tarafında ki Lahana tarlaları dikkatimi çeken bahçelerden biriydi… Deredeki balıklar hala aklımda…

Alâeddin Cami bölgesine çocuklar yalnız başına gönderilmezdi. En güvenli bölge İstasyon çayırlığı idi…Bir de kapalı sinema “lorel hardi”(Laurel&Hardy)nin filmlerini unutamam…
                                                              ALAADDİN CAMİİ
Adana’dan hareket eden trenimiz istasyona varır varmaz… İstasyonda iner annem doğruca bizi şehir merkezinde bulunan otele götürür, kendisi ara vermeden yaz aylarını geçireceğimiz evi kiralamak için ev aramaya giderdi…

Genel olarak ikinci beden veya müzeye yakın bölgelerde otururduk… Annemler yıllardır NİĞDE’ye gittiği için Niğde’liler artık akraba gibiydik… Onlar daha çok

Ya evlerinin üst katlarını kiraya verirler kendileri alt katta otururlardı… Ya da Kayardı, Tepebağları ya da Yeşilburç gibi bağlara taşınırlar evlerini biz yaylacılara kiralarlardı…

Ev sahibimiz bizi; özellikle pazara alış verişe çıktığımızda  koruma altına alırdı… Neden mi? Çünkü Niğde’li esnaf/pazarcı Adana’lılar zengin diye bir kuruşluk elmayı beş kuruş diyebilirdi…

Bu davranış biçimi zamanla Adana’lı yaylacıların yönünü başka bölgelere yöneltmişti… Örneğin annemim tercih ettiği ve eşeksırtında gittiğimiz yayla neresi tahmin edebilir misiniz?
                           DARBOĞAZ-1960YILINDA SADECEBİR KÖY MEYDANI VARDI
Bolkar Dağlarının böğründe ki saklı cennet “DARBAZ/TARBAZ” “ DARBOĞAZ” … ve Karagöl ve Çinili gölün çocukken elinizden anneniz tarafından tutularak gezdirilmesi…
                                                                     ÇİNİLİ GÖL
 
Bu yaşımda kendi kendime sorduğum “neden böylesine sınırlarımı zorlayan bir doğa tutkusu içindeyim? Sorusunun cevabı: Annemin çocukluktan itibaren bizleri yetiştirme şeklinden (babamızın çok küçük yaşta THY larının Adana yakınlarında ki uçak kazasında vefat etmesi ve yalnız kalmasına rağmen) ve ona tutkumdan kaynaklandığını daha çok idraki içindeyim… Şimdi yıllardır edindiğim bu tutkuyu, Biricik Can yoldaşım Gülay’ıma uygulamaktayım…

KARAGÖL
Niğde’lilerin çocukluk aklımla en dikkatimi çeken özelliği okumaları ve yüksek tahsil yapmaları idi..1960 yıllarda ki okuma yazma oranı dahi çok yüksekti… Meslek olarak doktor, subay, astsubay çok idi… Bürokratları oldukça fazla idi… Bütünlemeye kalan Adanalı öğrencilere özel dersleri Niğdeli yüksekokullu gençler verirdi… Adana’lıların ilgi alanı ise daha ziyade ticaret, çiftçilik ve özellikle hali vakti yerinde olanların yaptığı şey ise bildiğiniz gibi hazırı yemek idi…

“Çocukluk aklımla” bu özellikleri çok dikkatimi çekerdi… Hatta Kayseri’ye transit giden yolcu otobüsleri, kamyonlar tren istasyonunun hemen arkasından geçen ana asfalt yoldan geçer ve burada mola verirlerdi. Çocuk Satıcıların yolculara bir şey satmak için koşuşturmaları özellikle sattıkları pide, Niğde gazozu çok dikkatimi çekerdi…

Sonunda bu satıcı çocukların girişimci koşuşturmaları beni de özendirdi… Ve anneme ben de “sakız ve çikolata” satmak istiyorum dediğimde… Önce biraz

Durakladı ama isteğim karşısında fazla da karşı koymadı… Ama bu isteğimi sonra ki yıllar gerçekleştirebildim… Keza o zamanlar meşhur olan kent ve mabel çikletleri ve ülker çikolataları Niğde’de paketle toptan satan bir dükkan bulamadım…

Ancak Adana’dan Melekgirmezde paketler halinde toptan fiyatına alabilmiştim… Ondan sonra lakabım… “Sakızcı Mehmet” olmuştu… Çünkü herkesin bir lakabı vardı… Ceyhanlı Mehmet, Kasap Mehmet, Memicilerin Mehmet, Uzun Mehmet vb.
Hatta çiklet ve çikolatalardan paketler halinde Niğde’ye getirip bakkallara da sattığım olmuştu… Benim için en eğlenceli  satış yapılan yer meşhur çayırlık idi… Ticaret oldukça hoşuma gitmeye başlamıştı… Ancak istasyonda tren geldiği zaman tren yolcuları tam da tren hareket ettiğinde çiklet veya çikolata isteyip de parasını vermedikleri zaman: İnanın; elinde ki sakız tablası ile birlikte trene koşarak yetişir ve binerdim… BOR’a kadar adamı takip edip parayı alır diğer trenle Niğde’ye dönerdim…
 
 
 
                                                                      KALEDEN NİĞDE
Yıllar sonra bu bahsettiğim çocuk satıcılardan Niğde’li iki arkadaşımla yollarımız aynı meslekte kesişmesi benim için ayrı bir mutluluk olmuştu.,,

Adana’nın sarı sıcaklarından kaçış için can anamın, verdiği uğraşılar bir yerde bende sınırları zorlayan doğa ve gezginlik ruhunu aşılarken diğer taraftan hayatın yaşamaya değer ancak “mücadelesiz ve zorluk çekilmeden” kazanılan paranın ve yürünen yolun keyifli olmayacağını öğretmişti…

Ruhun şad olsun… Sevgili anam…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
ŞUBAT-2013
İSTANBUL

29 Şubat 2012

DORUKKAYA'DA KAR BEYAZI...

DORUKKAYA’DA KAR BEYAZI...


Bu kez Türkiye’nin, en iyi kayak pistlerinin olduğu DorukKaya Ski ve Mountain Resort Kayak Merkezindeyiz..
Organizasyonu Anadolu Dağcılık kulübünden Sevgili Ajda Demircibaşıoğlu yaptı... İyi ki de yapmış muhteşem ve uzun süre zihnimizde kalacak bir kayak keyfi idi...
Yazımda bahsedeceğim gibi o kadar çok konu var ki etkili olanları sıraya koymak istiyorum... Öncelikle yolculuk Ulusoy firması ile yapıldı, yeme içme ve skipass’a kadar tüm faaliyetler çok iyi koordine edilmiş, Ajda ise her zaman ki gibi çok iyi ve güler yüzlü bir kulüp rehberliği yaptı...
 
Gülay’la beni öncelikle etkileyen şey; kayak pistlerinde sadece kayak yapmak amaçlı gelenler vardı.
Gezinti yapmak isteyenler ya da mangal yapmak isteyenlerle pistte karşılaşmadık... Bize göre, Türkiye’de Kayak Merkezlerinde güvenlik kuralları deyince pist kenarlarındaki çitler akla geliyor...

Oysa zirvedesiniz önünüze Ilgaz’da, Uludağ’da olduğu gibi yaya gezinti yapanlar çıkıveriyor! Hızınızı düşünün? Aman Allahım?

Avusturya'dan gelen mühendisler tarafından projelendirilen Dorukkaya Snowpark'ı ile düzenlenen kayak pistleri de çok iyi... Kayarken Kayağınıza dolanan snowboard’cu da pek az...
DorukKaya Kayak Merkezinin diğer hoşumuza giden tarafı, farklı zorluk derecelerinde ve 1850 metreden 2200 metreye kadar yükseklikte, 8 ski - lift ve çeşitli uzunluklarda ve birbirleriyle bağlantılı; 11 kayak pisti ile her seviyedeki kayakçıya uzun soluklu kayma zevkini tattırıyor...
Gülay’la birlikte saat 1100 de başladığımız ve her biri çeşitli pistlerden geçerek 8 ila 10,5 km lik  etaplar yaptık... Fazla zorlanmayalım diye etabı 52 km lik kayışla tamamladık... Manzara muhteşem... Hava muhteşem... Ekip muhteşem idi...
Özellikle 2200 metreden 1550m aşağı dik yamaçtan süratle kayış muhteşem bir duyguya kaptırıyor insanı... Gülay,  önümde ben onu izlemeye çalışıyorum ama çok süratli yetişemiyorum...
“Sürat” ve “güvenlik” ikisi aslında birbiriyle uyumsuz gibi görünse de... İnsanın yaşamı da aslında güvenlik ve güvenliksizlikler sarmalı değil mi?Aklınıza “olumsuzlukları” getirmediğiniz ve sadece o anı;  ruhen ve bedenen yaşayıp, yoğunluğunuzu kaymaya ve kendi benliğinize verdiğinizde; “tüm olumsuz düşüncelerin” size uğramadığını ancak teleski ile yukarı doğru tırmanışınızda düşünebiliyorsunuz...
Bu düşünceye de o kadar uzun boylu takılamıyorsunuz. Yoksa bu kez teleskiden düşüp, kayaklarınızı omuzlayıp yürüyerek bin bir zorluklarla zirveye pist başı yapmak zorunda kalabiliyorsunuz...
Kısacası kayak yapmak; bize göre en iyi meditasyon şekillerinden biri... “Doğa, siz ve sizinle bütünleşmiş kayak ve teçhizatınız”... Ve “yanınızda ki can yoldaşınız”...
O denli” gizemli bir etkileşim” ki, sonunda bu “gizemli duru etkileşim” sizde bir alışkanlık hatta yaşam boyu tiryakilik yapıyor...
Hatta yıllar sonra “Gizemli duru etkileşimle” elde ettiğiniz deneyimi “tüm yaşam felsefenize” hakim kılmaya: Bu alışkanlığın yaptığınız veya yapacağınız hobilere nedenli etki ettiğini de görmeye başlıyorsunuz.
 
İsterseniz yaptığınız doğa etkinlikleri ve sporlarını aklınızdan bir kez geçirin; benim yaptığım sporları sıraladığımda bu alışkanlığın uzun yıllar yapmış olduğum “yüzme” ‘nin de etkisiyle dağcılık, doğa yürüyüşü, kayak, golf, yoga ve meditasyon...
  Neden bu konuya girdiğimi merak ettiniz değil mi? Hemen anlatayım...
Yaptığınız sporları ve doğa etkinliklerini ne kadar severek yapsanız da: Zorluklar ve mücadele yok mu?
Acı ve hastalıklar yok mu? 
Olumsuzluklarla, tehlikelerle karşılaşma yok mu? Soruları ile karşılaşmamız...
Arkadaşlarla konuşurken ya da blog okuyucularımızın sorularından; sanki hiçbir olumsuzlukla ya da sağlık sorunlarıyla karşılaşılmıyor gibi bir algılama ortaya çıkıyor?
Öyle bir şey olabilir mi?
Yukarıda sıralanan olumsuzluklarla da karşılaşıyorsunuz!
Sadece karşılaşmadıklarınızın; iç dünyanızda barındırdığınız gizemli Allah inancı ve yanı başınızda duran can yoldaşınızla birlikte yeneceğiniz; çaresizlik ve zorun üstesinden gelememe, kuvvetsizlik ve Ulu tanrının verdiği aklı kullanamama düşüncelerinin olmadığını; “tüm zorlukların aşılmak” için olduğunu fark edebiliyorsunuz.
Keyif ve O gizemli duru, arındırıcı rahatlama;  işte bu tüm zorluklar ve katlanmalar neticesinde elde ettiğiniz bir ödül olarak karşınıza çıkıyor...
 
Dorukaya zirvesinden ta ilerilere Köroğlu Dağlarının derinliklerine bakıyorsunuz... Her taraf bembeyaz yer yer koyu yeşil ormanlık yerler... Kar beyazlığının ufuk çizgisi üzerinde ki gökyüzünün buz mavilikleri, bulutların bir ressamın tual üzerine sürdüğü fırça darbelerini andıran beyazlıkları ile süsleniyor...
Ve biz oralara ulaşmak istercesine kendimizi yamaçlardan aşağı bırakıyoruz... Kulağımızda; kayakların çıkardığı sesler, bir müzik aletinin tınıları gibi yankılanıyordu...

Rüzgar; yanaklarınızı tırmalıyor... Aldırış etmiyorduk, tüm isteğimizin: Ta! Oralara ulaşamasak da; Rüzgarın ta o uzaklardan getirdiği soğucacık güzelliklerine dokunabilmek ve bir avuç alabilmek, olduğunu hissediyorduk...
Artık pis sonuna geldiğimi; Gülay’ın, Mehmet “yemek vakti geldi” uyarısıyla anlıyordum...
Mangal öylesine güzel hazırlanmıştı ki... Hemen arkadaşlarla mangal başı keyfini yaptık...

Sonra biraz kafe açık alanında biraz da kafe içinde dinlenmek için kaymaya ara verdik...
Gerek doğa manzarası gerekse kayak severlerin coşkusu coşkumuzu daha da artırıyordu...
Dinlenme sonrası çok hoşumuza giden korumalı telesiyejle tekrar zirveye çıkışa başladık...

Telesiyejin açık mavi renkli korumasını kapadığımızda kendimizi aya inecek astronatlara benzettik...
Her defasında aynı zevki aldık diyebilirim...Artık  öğleden sonra olmuş hava da oldukça soğumaya başlamıştı... Hatta telesiyej korumalı olmasaymış sanırım bu rüzgarlı havada zirveye çıkamayacakmışız...
Zirveye son çıkışımızda, dinlenmek ve muhteşem manzarayı seyrederken salep içmeyi ihmal etmedik...
Sandalyelere oturduğumuz da gün boyu yorgunluğu hissettik... Güzel bir yorgunluktu ve gizemli duru bir etkileşemi yaşıyorduk...
Biraz daha gayret gerekiyordu.... 5-6 km lik bir kayış sonrası Dorukaya Kayak zevkini perçimledik...
İstanbul’a Dönüş yolculuğu 6-7 saat sürdü diyebilirim...
Gözümüzün önünde sadece ve sadece Bembeyazlık ve rüzgarla yarışımız vardı...
Bir de ara sıra Rüzgarın, yanaklarımızı tırmalayışı ile Ruhumuzda ki doğanın “gizemli duru bir etkileşimi”...
Gülay &Mehmet YÜCEBİLGİÇ
ŞUBAT 2012
DORUKKAYA- KARTALKAYA -BOLU