4 Mart 2008

ROTA GRUBUYLA TEPE MANAYIR- HACILI YÜRÜYÜŞÜ

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı.
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben,
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten.
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden,
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
Gözü kara cesaretimden.
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı...
Murathan MUNGAN

ENGELLER HAYATIN TA KENDİSİDİR... ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMALAR BİZE KENDİMİZİ ÖĞRETİR…

Sabah 0530’da yataktan kalkar kalkmaz yaptığım ilk şey, pencereden dışarı bakmaktı…
Sabaha kadar devam eden fırtına ve çıkardığı ses; düzenli uyumama engel olmuştu, ama bir yandan da yağmuru engeller diye kendimi avutmuştum…
Perdeyi açmamla birlikte cama çarpan yağmur damlaları, gökyüzünü görmeme mani olmuştu… Sokak lambasının ışığı yağan yağmurun nedenli şiddetli olduğunu görmeme yetmişti.
“İçimdeki rahatına düşkün çocuk” durmadan mırıldanıp duruyordu, yağan bu fütursuzca yağmur altında yürüyüşe gidilir miydi?
Tabii ki gidilecekti…
Uzun bir süre yürüyüşe gidememiştim bir de Rota grubuyla ilk yürüyüşüm olacak idi…
Evden çıkıp Taksim’e vardığımda yedek ayakkabılarımı ve diğer malzemelerimi almayı unuttuğumu fark ettim…
Bu doğal bir sonuçtu ve şimdiye kadar noksanlıkları tamamlayan sevgili Gülay’dı… O olmayınca aksamalar, yürüyüş havasına girmeler de zor oluyordu…
Atatürk Kültür Merkezi önünde Rota Yürüyüş Grubunun aracını beklerken; şiddetli bir gök gürültüsü ve ardından bardaktan boşanırcasına yağmur kısa bir sürede ıslanmama neden oldu…
Şaşkınlık üzerine şaşkınlık… Şaşkınlığım, araca binip Gebze/Tavşanlı’daki kahvaltı molasında dahi devam ediyordu…
Usumda; moleküller gibi, birbirine bağlı içleri bomboş baloncukların oluşturduğu düşüncesizlikler zinciri vardı… Ne iyi ne de kötü tam bir “hiçsizlik” durumundaydım…
Oysa “doğaylabaşbaşalığı deneyimlemenin” bir bedeli olduğunun, biraz sonra atacağım adımlarla usumdaki boşlukları anlamlandırmayı, varsa yaşamımdaki eksiltilmişlikleri giderebilmenin farkındalığını yakalamam gerekirdi…
Yolculuğumuz dar dönemeçli yollarda devam ediyordu, bir ara dalmışım, araç bir ara havalanma molası için Osmanlı sapağında durdu, dönemeçten etkilenmeyen yok gibiydi…
Araçtan indiğimde baharın yeşilliği ile yüz yüze geldim, tarlalardaki ekinler filizlenmiş, alabildiğine ovalar, ıslak ıslak kokan tarlalar hoş geldiniz diyordu adeta…
Usumdaki içi boş baloncukların birer birer renklendiklerini hissettim…
“İçimdeki rahat çocuk”; yeter artık buradan yürüyüşe başlayalım, şu dönemeçli yollarda gitmeyelim diye tepinip duruyordu…
Sonuçta Tepe Manayır köyüne vardık, Gebze’ye bağlı küçük bir köy, geçimini odun kömüründen sağlıyor… Köye iner inmez köylü kadınların çamaşırlarını iplere astıklarını gördüm, sevinmedim dersem yalan olur, çünkü bu işaret havanın iyi olacağının habercisi idi…
Nazan Hanım, odun kömürü nasıl yapılıyor bir bilen anlatsa deyince, ben de merak ediyordum, gittim kahvehanede bu işin erbabını sordum ve biri, bize yardımcı olacağını söyledi.
Pek meraklı bir şekilde odun yığının etrafında anlatılanları dinledik, oldukça ilginç ve meşakkatli bir uğraşı gerektiriyordu… Beş ton odundan bir ton odun kömürü elde edebilmek için…
Rota grup rehberi Selim Bey; köylüden güzergâh teyidini yaptıktan sonra yola koyulduk, tepeyi aştıktan sonra Koca Dereden karşıya geçerek Hacılı, Göksu istikametine gidecektik… Bir buçuk km. yürüdükten sonra sel nedeniyle Kos kocaman olan Koca dereyi geçemedik, yapılan planda uygulanamaz olmuştu oldu… Selim bey; arkadaşların da fikrini alarak, dereye paralel tepeleri aşarak öncelikle ağıla sonra Hacılı’ya gitmeye karar verdi.
Tepeler sık baltalık meşe ormanı, içine girdiğinizde yürümeye olanak vermiyor, bir de dikenli sarmaşıkların tuzağına düşerseniz yandınız…
Ağılın yamacında verilen mola sonrası yürüyüşe devam edildi... Bu tepe diğerlerine oldukça hâkim bir konumda idi, yürüyeceğimiz maden ocağına kadar olan araziyi kendi kendime değerlendirdim, belki lazım olur dedim…
Yürüyüşe kısa bir mola Pınar da verildi. Pınardan sularımızı içtikten sonra yol üçe yöne ayrılıyordu, burada Selim Beye şayet sık meşelik tepelik alanlardan devam edersek, hem zorlanırız hem de karanlığa kalırız dedim, bu yol yerine iki tepe sonrası boyun bölgesinden aşağı Maden ocağına inebiliriz diye tahminimi söyledim.
Önde hızla yürüyorum, yerde patika ararken, aman Allahım! Ne göreyim, ağacın dallarına boynuzlarından asılmış ve orada iskelet halindeki asılı duran koçu görünce öylesine şaşırdım ki… Doğrusu şimdiye kadar böyle bir durumla karşılaşmamıştım…
Kim, neden asmıştı veya kurban etmişti, bu hayvanı?
Bu “ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMA” bana birden antik çağda ölü rüzgârı canlandırmak için tanrılara kurban edilen adakları aklıma getirdi…
İki tepenin çöküntü yaptığı boyun bölgesinden, çatak(derenin küçüğü) boyu ilerleyerek dere kenarındaki maden ocağına kolayca indik…
Koca Derenin, yağan yağmurun da etkisiyle İlkbaharın coşkusunu yaşadığı gürül gürül akışından belli oluyordu. Bu coşkuya bizde katıldık, terimizin ıslaklığı derenin serinliğiyle birleşince içimde bir huzur hissettim.
Artık usumdaki boşluklar teker teker anlamlaşıyordu: İşte bu noktada yaşamda ki eksiltilmişlikler; her bir çiçeğin, otun, ağacın sürgün veren taptaze filizleri ve çağlayan Koca Derenin gürül gürül sesi ve serinliğiyle doluyordu…
İşte ilkbaharın karanlık ve ıslatan yağmurlu sabah saatlerinden sonra bu ilk aydınlık saatlerinde bu güzellikleri deneyimleme olanağı veren Ulu Tanrıya şükretmemek anlamsız olurdu…
YAŞADIKLARIM, YAŞAMDA TEK DÜZE BİR AKIŞ OLMADIĞINI, ENGELLERLE, İSTEMİMİZ DIŞINDAKİLERLE DOLU OLDUĞUNU…
HATTA AYRINTILARDAKİ GERÇEĞİN BİLDİĞİMİZ, YILLARCA ALIŞKANLIK HALİNE GETİRDİĞİMİZ GERÇEĞE HİÇ Mİ HİÇ BENZEMEDİĞİNİ KANITLIYORDU…
Bundan 250 yıl önce yaşayan: İnsanın doğadaki varlığını, yapısını, bitkilerdeki değişimi, toprakla bitkilerin birlikteliğindeki doğa özelliklerini bilimsel çalışmalarıyla ortaya koyan ünlü bilge edebiyatçı Goethe’nin de söylediği gibi; BELKİ YAŞAMIN DOLAŞIMINDAKİ “ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMALAR” BİZE ÖZELLİKLE KENDİMİZİ ÖĞRETECEKTİ… BELKİ DE İNSAN, KENDİNDE ÇOĞALINCA DÜNYAYA GENİŞ AÇIDAN, DAHA BİR “HOŞGÖRÜ”YLE BAKABİLECEKTİ…
Birden, Goethe’nin “hoşgörü” düşüncesinde; kendisinden yaklaşık 550 yıl önce doğan düşünce akımıyla devrine ve
sonrasının insanlarına din farkı gözetmeksizin yaşama sevincini “hoşgörü” sentezi ile yerleştiren “Mevlana”nın etkisi altında kaldığını anımsadım…
Nerede kalmıştık! Der gibisiniz?
Düşünce, diğer düşünceyi çağrıştırıyor… Ne yapayım?
Durun söyleyeyim…
Dere kenarında fotoğraf çekimleri, ancak bu kez çok fotoğraf çekemedim. Yazımda da Zühre’nin çekmiş olduğu fotoğraflardan kullandım, kendisine teşekkür ederim. Sonra biraz dinlenme derken Koca dere kıyısından yola koyulduk, bu kez bu bölgede daha önce yürüyüş yapmış olan bir kişi(sanırım Adnan bey) rehbere bundan sonraki yolu bildiğini kendisinin yardımcı olacağını söyledi, onun öncülüğünde yürüyüşe devam ettik…
Ben de yanımdaki bayan arkadaşa; gittikçe derin ve yamaçları oldukça dik vadiye girdiğimizi çıkışımızın zor olabileceğini, belki de geceye kalabileceğimizi, buna benzer bir olayı Eğe Bölgesinde eşimle birlikte yaşadığımızı anlatıyordum…
Hatta bölgedeki yüksek gerilim ve telefon hatlarının yakınında mutlaka bir patika olması gerektiğini buradan da yamacı çıkabilecek bir patika bulabiliriz diye bahsediyordum…
Sonuçta, baş taraftan yol bitti diye bir ses geldi… Grup tekrar geriye döndü, ben tahmin ettiğim yere doğru köpeği de yanıma alarak patika girişi aramaya başladım ve tahmin ettiğim yerde çalılıklarla gizlenmiş belki de yüz yıllar öncesi kullanılan bir patika buldum ve buradan hava kararmadan yukarı tırmandık…
Hava kararmak üzere iken Hacılı’ya vardık.
Doğruca köy kahvesine burada çay ve dinlenme sonrası Şile üzerinden İstanbul’a dönüyorduk: Araçta, Uğur Bey yapılan toplam masrafın 400 YTL, olduğunu bunun 350 YTL, sinin araca verildiğini diğer bölümü ile çay masrafının karşılandığını söyledi… Bu yolculuğun maliyeti: Adam başı 15YTL idi…
Şaşırmadım dersen yalan olur, bugün şaşkınlık günümdü…
Yeni bir yürüyüş grubu olmalarına karşın şeffaf kurallarını devam ettirebilirlerse ne mutlu onlara…

Bizimle beraber yürüyen Köpeğimiz de Hacılı’da kaldı, çok kısa bir süre içinde mutlu bir sona erecek beraberliği sanırım yakalayacaktır…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ

11 Şubat 2008

GÜRMÜZLÜ-KARASU VADİSİ-SANSARAK YÜRÜYÜŞÜ

DÜNYA BİR GÜNDÜR O DA BUGÜNDÜR
BİR GÜN BANA SORARLARSA
NEREYE KADAR DİYE,
PAYIMA DÜŞEN NE İSE
ONA BAKARIM
ONA TAPARIM
ONU ANLARIM,
EY SEVGİLİ, BİR GÜN
HÜZÜNLÜ BİR MELEK
YOLUMA ÇIKARSA,
MESELA BİR SİMYA HIRSIZI
KUCAKLAR TAŞIRIM ONU
YAŞAM NEDİR Kİ…
GÜNAYDINDIR, EY SEVGİLİ
GÜNAYDIN BAŞAKLAR
BAHÇEDE GÜLÜMSEYEN GÜLLER
DENİZ DİBİNDEKİ YOSUN
HAVADA GÖZLEYEN BULUT
MİNİK BALIKLAR…

ÜNAL ERSÖZLÜ(GENÇLİĞİN DÜN GECESİ)


INGALAYAN OĞLAK YAVRUSUNUN SESİ

Şubat’ın karalar bağlamış görünümü; kişide, kederlere, umutsuzluğa sürükleyecek bir daha da o sürüklenen yerden hiç çıkamayacakmış gibi bir his uyandırıyor.
Bu karamsar hava; nereye kadar devam edecek diye düşünmedik değil…
Üzerimizdeki mahmurluğu; Eskihisar’dan bindiğimiz araba vapurunun güvertesinde, martıların çığlıkları tepemizde patladığında atabildik diyebilirim…
Aynı zaman tünelinde gibiyiz, bir farkla ait olduğumuz bir yerden değil yabancı olduğumuz bir yerden ait olduğumuz bir yere gidiyormuşçasına…
Bizi ürperten dünden kalmışlıkların hesaplaşması yerine:
Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…
Yalnız bu yaşanacaklar ne benim ne de eşimin kontrolünde değil, tamamen rastlantısal olacak…
Atilla kaptan, bir buçuk aylık yokluğunun acısını çıkartırcasına virajları, rampaları ardımızda bırakarak yol alıyor.
Sağımızda İznik Gölü, zeytin ağaçları arasından bir görünüyor bir kayboluyor derken İznik’teyiz.
Bu denli temiz bakımlı bir kasaba göremedim dersem yalan olmaz.
“Makedonya Kralı Büyük İskender zamanında M.Ö 316 yılında kurulan ve tarih öncesi medeniyetlere ev sahipliği yapan İznik; her medeniyete başkentlik yapmış…
—M.Ö 279 yılında Bithynia Kralı tarafından ele geçirilen kent sonunda Romalıların eline geçer…
—Roma İmparatorluğu 476 yılında ikiye ayrılınca; daha sonra “Bizans” adını alacak, Doğu Roma İmparatorluğu toprakları içinde kalır…
Türk’lere başkentlik yapmış mı? Diye bir soru soran var galiba?
—Evet, yapmış…
—Ne zaman?
—Selçuklular zamanında: 1075 yılında fethedilir ve 1080 yılında Selçuklu İmparatorluğunun Başkenti olur…
—Ancak 600bin kişilik Haçlı ordusu saldırısı sonucu 1097 yılında şehir teslim alınır ve Bizanslılara teslim edilir.
1204 yılında İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesiyle Bizans Kral soyu, İznik’e yerleşir ve burayı Başkent ilan ederler…
1331 yılında Orhan Bey tarafından tekrar fethedilen İznik:
I. ve VII. EKÜMENİK KONSİLLERİN toplantısına ev sahipliği yapmış…
İznik, Hıristiyan âlemi açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Zira ilk ekümenik konsil, M.S. 325 tarihinde 218 piskoposun katılımıyla burada yapılmış ve Hıristiyanlık dinine hayat veren ve "İznik Yasaları" adıyla bilinen 20 maddelik karar Senatüs Sarayında alınmış.
İmparator I. Constantinus'un huzurları ile yapılan I. konsil şiddetli tartışmalara sahne olur. İskenderiyeli din adamı Arius'un "Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğu ve tanrıdan dünyaya gelmediği" şeklindeki kısa sürede taraftar toplayan tezi, toplantıya katılan piskoposları çileden çıkarır.
Sonuçta; bugün de savunulan Hz. İsa'nın tanrının oğlu olduğuna dair sav kabul görür.
Arius ve arkadaşları toplantıdan kovulur.
VII. ve son Ekümenik Konsil 787 tarihinde İznik'teki Ayasofya Kilisesi'nde yapılır.
Kısacası İznik Hıristiyanlık açısından önemli bir dini cazibe merkezidir.”
Biraz fazla mı tarihe girmiş oldum?
İyi oldu diyenleri duyar gibiyim…
Kenan ustanın yayın balığından yapılmış balık çorbası, pekmezle pişirilmiş kabak tatlısı en ünlü ev yemeklerinden…
Tadına bakmadan geçilmezmiş!
İznik’teki Ayasofya Camii ve Kilisesinin başlayan onarım faaliyetlerini de gördükten sonra aracımızla yolumuza koyulduk: Zeytin ve meyve bahçelerinin arasında kıvrılarak Elbeyli Beldesine buradan 700 metreye kadar tırmanarak Gürmüzlü üzerinden yürüyüşe başlayacağımız sırtlara kadar gittik.
Hemen tozluklar ve yürüyüş için kuşanmadan sonra baltalık meşe tipi ağaçlık arasındaki patikalardan yamacı tırmanmaya başladık.
Siklamenler topraktan başlarını çıkarmaya başlamışlar, çiğdemler henüz uyanmakta…
Gülay’la ilerdeki ağılı görünce öylesine yeni doğmuş bir oğlak görebilmenin ümidine düşmüştük ki…
Ama olmadı… Ağılın yanın dolaşarak geçip ilerledik…
Tepeye yaklaştığımızda rakım yaklaşık 1000 metre idi. Rüzgâr öylesine suratımıza tokadını vuruyordu ki bu duruma rağmen Karasu vadisini ve onun sol ötesindeki Sansarak vadisi çöküntüsünü de kapsayacak şekilde fotoğraflar çektirmeyi ihmal etmedik… Tekrar meşelik yamaçtan aşağı inmeye başlıyoruz, yerde kar yer yer diz boyu olmaya başladı, ancak kar çözülmeye yüz tutmuş… Botlar dayanıklı olmasına rağmen belirli bir süre sonra az da olsa su almaya başladı…
Öğle molası; dere kıyısında eski bir değirmen yanında verildi…
Hüseyin Beyin ifadesiyle, Elmalı Köyü Sığırhisar mahallesi değirmeni, Sansarak Kanyonunun giriş kısmı…
Öğle yemeği, bu kez tahin pekmez… Derenin şırıl şırıl akan suyunun yanında yanan ateş etrafında toplanarak çekilen fotoğraflar, videolar bu anı kalıcı kılmak için gösterilen gayretlerdi… Derenin karşı kıyısı karlarla kaplı ve tepeye kadar da kar görünüyor.
Hüseyin Beyin dizdiği taşlar üzerinden zıplayarak karşıya geçtik…
Birden bire dikleşen bayırı tırmanmaya başlamıştık ki Selim Beyin yardım isteyen sesi, daha önce böylesine bir durumla karşılaşmamıştık… Gurupta iki yeni bayan vardı, kıyafetleri de uygun değildi onlar zorlanmış derenin öteki yakasında kalmışlar, Hüseyin, Ceyhun Bey ve Zuhal Hanım yardım için gittiler… Bizler, Talat Bey ve Beyhan Hanımın eline kalmıştık…
Tepenin sağından yok yok solundan biraz berisinden biraz da gerisinden derken Sansarak Köyü çeşmesine yaklaştık…
Köyü görenler seğirtmeye başladılar ama Talat Beyin Komando nidası vadide yankılandı…( Askerliğini Komando Asteğmen olarak yaptığı belli idi ): ”Hiç kimse beni geçmesin… Elinize birer parça ekmek alın! Saldıran köpeklere verirsiniz… Sakın beni geçmeyin! (Allah yanında çalışanlara yardım etsin diyenleri duymadım dersem yalan olur)
Neyse birerle yürüyüş kolunda yürüyüşe başladık…
—Talat Beyi geçen oldu mu? Der gibisiniz…
—Kim cesaret edebilir ki…
Sansarak köyüne aydınlıkta girmek sanırım şans idi… Çoğu kez sürüler köye dönerken köye girmiş, köyü de ayrıntılarıyla görmemiştim… Kerpiçten evler onlarca yıl önceki özelliğini taşıyor,pencereden merakla bakan köylüler...
Aman Allahım Yürüyüşün başlangıcında düşlediğimiz…
“Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…”demiştim ya!
İşte o an gelmişti… Yeni doğmuş “oğlak” kucaktan kucağa dolaşıyordu.
Gülay’la koşturduk. O kucağına aldığında ben de videoya alma gayreti içindeydim… Baktım göbek bağı düşmemiş, bebek ıngasııııı ile oğlak melemesi arasında bir ses tonu…
Bu yakaladığımız “an” bize yetmişti…
Onu ağıla götürünceye kadar öylesine sevgiyle ve heyecanla izledik ki…
Ya oğlağın annesini sevgisiz bırakmak olur muydu?
Bu güzellikleri köy meydanındaki kahvehane ki güzellikler takip etti…
—Ne mi oldu?
— İznik köftesi ve Serpil Hanımın karalâhana çorbası, kömürde demleme çay… Köy ekmeği… Helva… Daha ne olsun…
En etkileyici olay da Hüseyin Beyin dağıttığı hediyelere köy çocuklarının sevinci idi.
Sansarak Köyünden İznik’e burada küçük bir mola İmren Kasabından köfteler ve zeytin alış verişinden sonra Yalova üzerinden vapurla Eskihisar’a… geçiş ve İstanbul'a varış bu kez oldukça erken oldu...
İnsanın iç dünyasını karartan karanlık hava ile başlayan, göbek bağı düşmemiş bir oğlakla tanışmayla sona eren yürüyüşümüz…
Kulaklarımızda ise; hala ıngaaaa dercesine meleyen yavru oğlağın sesi…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

5 Şubat 2008

TUZLA-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

ACI DORUĞA ULAŞTIĞINDA GÖZ YAŞI GELMEZMİŞ


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, kendi yolumu çizdiğimde anladım…
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil…
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, neden hiç ağlamadığını anladım…
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen, onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
CAN YÜCEL
KARLAR ÜLKESİNDE YÜRÜYÜŞ

Bir kaç haftadır, Gülay’la birlikte; hastane koridorlarında, doktor ve tahliller peşinde koştururken neler geçmedi ki aklımızdan… Neler!
Bunlardan birincisi; Can YÜCEL’İN şiirinde tarif ettiği yaşam felsefesi…
Diğeri ise, Ünlü feylesof “Nietzsche’nin” de pek sevdiği “Montaigne”in, “Denemeler” son bölümünde yer alan; yaşama sanatını iyi icra edebilmek için “kişinin, çektiği acılardan faydalanmayı bilmesi” gerektiğini söylediği düşüncesi: Şöyle devam etmekte:
Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak, o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz.
Dünyaya da kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı ötekilerininse rahatsız edici olduğunu görürüz.
Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir?
Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir.
Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir…”

Bu düşünceler sarmalında günler birbirini takip ederken, geçmişte kanıtladığımız gibi, evliliğimizin otuz birinci yılında da, her türlü olumsuzluğa birlikte göğüs gereceğimizi ve acılardan ders çıkartacağımızı biliyorduk…
Ruhumuz bedenimize hâkim, bedenimiz de bizi taşıyacak güce sahipken…
Bu hafta sonu Hüseyin Beyin düzenlediği “karda doğa yürüyüşüne” katılmamak olmazdı…
Ve karar verdik… İnanır mısınız? Kararı verdiğimiz ve sırt çantalarımızı hazırlamaya başladığımız andan itibaren “hastane” havasından sıyrılmaya başlamıştık…
Bu sıyrılma hangi boyutlara ulaşacaktı… Bunu biz bile merak ediyorduk…
Merakımız, İstanbul’dan hareket ettiğimizde de havanın oldukça kapalı olması nedeniyle; daha da artmıştı.
Ayakizleri grubunun neredeyse lojistik merkezi olan ALİFUAT PAŞA’DA yiyecek alımı ve dinlenme için mola verildi. Bu kez Reşat beyin sözünü dinleyerek Sakarya nehri kıyısında ki çayhanede çaylarımızı içtik, Sakarya nehrini aşan inşa halindeki köprü ulaşıma açılmıştı… Çaylar yudumlanırken Reşat Beyin ülkeyi bekleyen ciddi ekonomik kriz değerlendirmesini dinledik… Ancak o denli güler yüzle ve anlaşılır bir dille anlattı ki, kriz değil de bolluk olacakmış gibi algılandı… Ama çayhane sahibi, krizin can yakacağını, tedbir olarak da yatırımın olarak parasını dolara yatıracağını anladığını söyledi…
Onarılan köprüyü geçip de Taraklı’nın en uzak dağ köyü Tuzla’ya doğru yol aldığımızda Kazkıran geçidinden sonra kar ve buzla kaplı yolla karşılaştık, yolun yeni açıldığı belli oluyordu… Özellikle Hark köyünden itibaren kendimi Doğu Anadolu’da sandım, inanın oralardan daha fakir görünümlü, evlerin hepsi kerpiç, sıvaları dökülmüş, hayat belirtisi yok gibi…
Kaptan Mesut çok deneyimli yanımızda yer yer derin yarları yalayıp geçiyoruz, aracın kayma olasılığı oldukça fazla, biraz sonra zincirler takılı olarak yola devam ettik.
İl özel idaresine bağlı işçiler dev greyder ve kepçelerle yol açma çalışmalarına devam ediyordu…
Tuzla köyüne varmadan araçlardan indik… Kuşanmamız tamamlandıktan sonra Hüseyin Beyin ayaklarına geçirdiği hediklerle açtığı patikadan yürüyüşümüz başladı…
Hava parçalı bulutlu, önümüzdeki tepeyi aşarken güneş kendini göstermeye başladı, tabii ki ter de… Üzerimizdeki fazlalıklar çıkarıldı, tişörtle kalan dahi vardı.
Doğanın bembeyaz örtüsü içinde meşelik alanı geçiyoruz, bahardaki coşkuları yerine sessizlik hâkim, cüsseleri de oldukça küçülmüş, oysa bahar ve baharın sonunda yaprakları doğaya coşku verirdi… Şimdi sadece sessiz bembeyazlığın dinginliğini yaşıyorlar…
Rüzgâr esmiyor, her şey sükûn içinde: Ayakizleri grubu, doğanın sessizliğini bozarım düşüncesiyle adeta parmaklarının üzerinde yürümeye gayret ediyor, sadece nefes alma ve verme seslerini, beline kadar kara gömülenlerin ya da aralarında kartopu oynayan birkaç kişinin bağrışmaları bozuyor…
—Öğle yemeğinde, ne vardı biliyor musunuz?
—Hüseyin ve Selim Beyin düşündükleri, hatta sürprizleri, pekmezli karsam baç idi.
Yine gidiverdim Torosların buz gibi karsam baç yaptığımız günlerine…
Mola sonrası yürüyüş, bu kez köknarların hâkim olduğu bölgedeydi, yeşilin tüm tonları beyaz kar yüzeyinden yansıyan ışınlarla bambaşka, belki de tuvallerde olmayan renkleri oluşturuyorlardı. Ya bu ışıltılar arasında şakıyan bülbüllere ne dersiniz…
Karda bele kadar batmalar ve dizimizi geçen yükseklikte yürümeler bizleri helak etmişti ama esas emek zadeler önde hedikle iz aşan grup idi…
Güneşin etkisi kaybolmaya yüz tutmak üzere, esinti olmadığı için şükrediyorum, Hüseyin Beyin belirttiğine göre BELENGERME (boyun) tepesindeyiz… Öyle bir yer ki kuzeyde Gök tepe, doğumuz da Kara göl, Güneyde Tuzla her yöne hâkimiz…
Kuzey Karaçay vadisine doğru alçalıyor, işte bu yönde iki buçuk, üç saatlik bir yürüyüşümüz daha var…


Yürüyüş bayır aşağı olduğu için daha neşeli geçmeye başladı, kardan kütle yapıp çığ yaratmaya kalkanlar, çitlembiklerin tuzağına yakalanıp kara gömülenler…
Güneşin kızıllığı ufukta görülüyor, verilen kısa molada soğuktan suyu içemez olmuştum, Gülay’ın yüzü kırmızı ila mor arasında bir yerde…
Hava karamaya yüz tutmuş biz Karaçay vadisi yamaçlarında Belpınar Köyüne ulaşmaya çalışıyoruz…
Selim Bey, bu vadi yamaçlarında eliyle karları topaklayıp aşağı doğru yuvarlıyor, küçük kar kümesinin aşağılara doğru büyüyerek düşmesi, onu öylesine keyiflendiriyordu ki, gözlerinin içi; buluş yapan bir mucidin ki gibi, canlı ve heyecanlı idi…
Yolda karlar üzerinde gördüğümüz kan izleri, domuz parçaları, akşam yapılan domuz sürek avının izlerini taşıyordu…

Hava karardığında Belpınar Köyünde idik… Bizleri öylesine misafir ettiler ki anlatamam, yaprak dolmasının tadı hala damağımda, ye tarhana çorbası, hangisini saysam bilemiyorum…
Belpınar Köyü Muhtarı Rafet Bey ile Fedakâr eşi Ayşe hanıma ne denli teşekkür ettiğimizi tahmin ediyorsunuzdur…
Köy karlar içinde idi, yollar ise öğleden sonra açılabilmiş, yolun sağında ve solunda bir insan boyu kar kümeleri ile zincirli aracımızla ana yola kadar salimen inebildik…
Altı saati aşkın karlar ülkesindeki yürüyüşümüz öylesine keyifli geçmişti ki...
Eve adım attığımızda dahi bembeyaz karlar ülkesinin içindeydik...


Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ