15 Eylül 2008

SAMANLI DAĞLARINDA GECE YÜRÜYÜŞÜ

“Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyorum…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik, anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…”
Mehmet YÜCEBİLGİÇ(Gecenin derinliklerinde)


GECENİN KARANLIĞINDA GÜNEŞLİLİK VEYA GÜNEŞSİZLİK…

Ağustos ayının sonlarında… Usumda; kendimi, cumartesi gecesi başlayacak ve Pazar günü de devam edecek yürüyüşe hazırlıyorum.
Beni tek rahatsız eden düşünce tabii ki Gülay’ın yanımda olamayacağı… Alanya’dan pazartesi günü geleceğini söyledi… Hafta sonu “gece yürüyüşü “olduğunu kendisine anlatmıştım… Ama otobüslerde yer yokmuş…
Akşam eve gittiğimde kapıyı kızım açtı; bana bir sürpriz hediyesinin olduğunu söyleyerek odaya götürdü… Kapıyı açar açmaz ne göreyim? Gülay karşımda… Göz bebeklerim sanki yerinden fırladı…
Dondum kaldım… Sevincim… Mutluluğum… Ve de Kafamda ki “gece yürüyüşü”…
On yedi saatlik yolculuk sonrası kendisine yürüyüşe gelir misin demek? Saygısızlık olurdu… Ama kendisi bana fırsat vermeden yürüyüşe gelebileceğini… Gece yürüyüşünü beraberce deney imlemek istediğini söyledi… Bende ikinci şaşkınlık ve sevinç bir arada idi…
Gece İstanbul’da 2100’de başlayan araç yolculuğumuz gecenin sessizliği içinde devam ederken “Geyve boğazını” geçtikten sonra “Samanlı Dağlarının” rampalarını çıkarken egzozdan gelen boğuk ses yamaçlardan nasıl yankılanıp sessizliği bozduğunu gözlerimi aralayıp etrafıma baktığımda anladım…
Midibüsümüzde hemen hemen uyumayan yok gibiydi…
Kemaliye Köyüne geldiğimizde araçtan inip yürüyüş hazırlıklarına başladık…
Yürüyüş başladığında uyku mahmurluğundan nerede yürüdüğümüzün farkında bile değildim… Zifiri karanlıkta nereden nereye gidiyoruz? Hüseyin Bey de olmasa… Zaten orada ne işiniz var der gibisiniz? Gözümün ucuyla Gülay’ı izliyorum… Başımızdaki tepe lambalarımızın aydınlığı ile salınımlı yürüyüş daha da ritmik bir hal aldı…
Baş taraftan bir ses… Çok fazla koparmayın… Dalları kırmayın… Çocukluğumdan bugüne bir bahçenin dallarından elma, armut, erik kopardığımızı hatırlamıyorum…
Gülay çocukluğunda onu dahi yapmadığı için tüm dalları eğme işini üzerime alıp “koparma işlemini” kendisi verdim…
Bir elimizde elma, armut, erik ne bulursak yiye yiye; yokuş yukarı tırmandığımızın farkına varmadan, yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Bir ara sağ yanımızdan gürül gürül karanlık içinden “patlak derenin” sesini duyduk…
Kulağımızda su sesi; daha baskın, ağaçların tepelerinden kanat çırpıp kaçışan baykuşların çıkardıkları iç gıcıklayıcı seslerini duymakta güçlük çekiyoruz…
Patlak derenin kaynağında su içtikten sonra yokuş yukarı yürüyüşe molaya kadar devam ettik… Molada ki kahvenin tadı hala ağzımın içinde… Duruyor gibi…
Bu kez orman içindeyiz… Yürüyüşümüz daha dikkatli daha sakınımlı ne olur ne olmaz… Gerçi gelenlerde Ayakizleri… Kendilerinden… Yani Doğa tutkunları… Doğanın her halinden hoşlanan ve keyif alanlar…
Talimatlardan bu bölgenin ağaç kesim sahası olduğunu anlıyoruz… Kesilen ağaçların kokusu burnumuzda ve biz üzerinde oturup o saatlerce süren uykusuzluğa rağmen şakalaşmayı ve yarenliği devam ettirebiliyoruz…
Sezgimiz, güneşin ormandan çıkınca bizi karşılayacağını söylüyor… Bu yürüyüşümüzü: Güneşin battığı ve karanlıklar içindeki yokluklar ülkesinden, her şeyin galebe çaldığı, coşum coşum coştuğu “güneş ülkesine” yolculuk olarak algılıyorum…
Coşku, Sezgi ve İçtenlik… Çağımızda ve Türkiye’mde Yöneticilerin; “değer pusulasının ibresini” kendi çıkarları istikametinde yönlendirme gayretkeşlikleri; değer sistemimizi ekseninden o denli saptırmış ki bu sapkınlığı bu doğal ortamlarda, özünden hiçbir şeyi yitirmemiş, yitirmemek için çırpınan köylülerle yapmış olduğumuz sohbetlerde ve kendi doğa grubumuzda ayırdına varabiliyoruz…
Hemen varlıkla yokluğun güneşlilik veya güneşsizlikle bir bağıntısının olmadığını düşünüyorum…
Güneşlilik veya güneşsizlik anlatmak istediğim… Güneş kentinde oturmuşsun veya güneşsiz kentte oturmuşsun fark etmiyor… Aradaki fark; kişinin içindeki “insanlık değerleriyle” “insani doyumla” kısacası “erdemliliklerle” yakından ilintili olduğudur…
Güneşin parıltısı kişinin içinde olmalı… Kentinde değil…
Ne diyordum? Yine neleri yazmaya başladım… Doğayı yazıyorsan… Doğayı yaşıyorsan kızma… Serzenişte bulunma hakkın yok… O halde öncelikle kendi bedenindeki güneşi doğurup… O ışığı yansıtmakta erdemliliktir…
Sabah alacakaranlığının etkisi giderek azalıyor… Ormandan çıkıyoruz… Önümüzde alabildiğine bir mera hafif bir yükselti sonrası o uykusuz gözlerimiz ve titrek bedenimiz güneşin direkt ışınlarına teslim oluyor… Ama mola hemen değil… Daha otuz beş dakikalık bir yürüyüşümüz var…
Geçen yıl… İnanır mısınız? Biraz sonra mola vereceğimiz… Samanlı Dağlarının Karasu vadisine hâkim “armut ağacı üzerine yapılmış peyk üzerindeki keyfimi Can Dostumun da tatması için öylesine dilekte bulunmuştum ki”…
Şimdi o anı gerçekleştirebilmenin, sevdiğimin de benzer keyfi alabileceğini merak eder bir acemi telaşlık içinde idim…
İşte! Tam yamacın eşiğindeki benim güzel armut ağacımın üzerine yapılmış “peykim” şimdi senin üzerinde eşimle birlikte bir saatlik uyku molasını hak ettim… Diyerek seğirtiyorum… Bir yandan da Gülay’ın tepkisini ölçüyorum… Her şey olağanüstü güzellikte… Şükrediyorum…
Bu dileğimi yerine sağlıkla getirdiği için…Ulu Tanrıma… Tüm maddi unsurlardan daha değerli bir hediye bu tattığımız duygu…
Neredeyse bir saate yakın ağacın üzerindeyiz… Diğer Ayakizleri açık alana yayılmış mışıl mışıl uyuyor…
Ağaçtan ruhen ve bedenen dinginleşmenin diriliği ile tekrar yollardayız…
Sağımızda Karasu Vadisi alabildiğince uzanıp gidiyor… Böğürtlenlerin tadına bakmak bahçelerden erik, fındık, elma koparma da devam ediyor… Köylüler koparmasak da koparmamız ve yememiz için zorluyorlar…
Elmalı Köyü tarihi bir köy; 1884 yılında inşa edilen ahşap camii korunması gerekli tarihi bir kültürel varlık…
Elmalı Köyünden Kahvaltı için Sansarak yoluyla Gürmüzlü Köyüne hareket ettik, burada Ayakizleri modeli ile kahvaltılarımızı yapıp köylülerle yarenlik ettikten sonra ver elini İznik burada öğle yemeğini
İznik İmren Köftecisinde yedikten sonra Yalova üzerinden feribotla İstanbul’a döndük…
Gecenin sessizliğinden Gündüzün sesliliğine…

23 Ağustos 2008

SERİNDERE MUFİL KANYONU NERESİ?


İnsanda ama yalnız insanda özden önce gelir.
Bu demektir ki, insan önce vardır.
Sonra şöyle ya da böyle olur.
Çünkü o özünü kendi yaratır. Nasıl mı?
Şöyle; dünyaya atılarak, orada acı çekerek,
Savaşarak yavaş yavaş kendini belirler.
Bu belirleme yolu hiç kapanmaz…
Jean-Paul Sarte

SERİNDERE MUFİL KANYONU NERESİ?

Bugün yazıma; Serindere Mufil Kanyonunda yaptığımız geçişle birlikte çoktandır aklıma takılan SkyTürk Tv’de çok özel söyleşiler yapan aynı zaman da yazar olan Enver Aysever’in yazısı üzerine düşüncelerimi de katarak dillendirmek istiyorum. Yazısı aynen şöyle:
…“düşünsenize soluksuz çıkıyorsunuz merdivenleri, her şeyi tastamam yaptığınızı sanıyorsunuz. Oysa son basamağa geldiğinizde “emeklilerin” yer aldığı bir çöplükte çürümeye terk ediliyorsunuz…
Yüzü geleceğe dönük olanlar, hızla “emekli” olmaya yaşamdan dışlanmaya koşuyorlar…”

Ne var bunda diyenleri duyar gibiyim… Doğrusu bu sözü söyleyenler… Enver Beyin söylediği gibi çevresine bakmayı bile akıl edemeden merdiveni soluksuz çıkmaya çalışanlar ya da çıkma gayreti içinde olanlar… Ya da yarını olmayan günleri düşünerek bugününü berbat ettiği gibi yarınını da berbat edenler… Ya da ne zaman bitecek bu azap diye iç çekip kendisini “emeklilik eşiğinde” hissedip de ne yapacağını bilmezlerin (bir daha) ya da “emeklilik” denilen sürece “çöplük” diye bakanlardır…
Oysa benim; otuz beş yılını, saygınlığından hiçbir zaman şüphe etmeyeceğim, mensubu olmaktan ömür boyu onur duyacağım Türk Silahlı Kuvvetlerinin sarsılmaz ve şüphe götürmez kurallar manzumesi ile yoğrulmuş ve yaşamış henüz ikinci yılını doldurmamış bir emeklilik sürecine hem de çitlerle çevrili bir alandan yeni bir yaşama giren biri olarak düşüncem… Çok farklı çok!
Emeklilik; benim için “yaşanmamışlıkların yaşanacağı, kendini bulamamışlığın deneyimleneceği bir süreç: Aynı doğanın bilinmeyenlerini keşfetme gibi, karşılaştığın zorlu anları, çaresizlikleri öncelikle kendi becerinle alt etme gayretkeşliklerinin yaşandığı bir süreç… Yıllarca beynimizin kıvrımlarında dolandırdığımız ayrışık düşüncelerin bütünleştirileceği bir süreç... İşte böyle bir düşünce ile yine yollardayım…



İstanbul’da sabah saatin altısı sırt çantamın içindekileri son bir kontrolle gözden geçirme safhasındayım. Yılların deneyimine sahip olmama rağmen yanımda biricik eşim yok Alanya’da ben neyi kontrol ettiğimin farkında bile değilim…
Çünkü tüm kontrolleri Gülay’a yüklemiştim… Atilla kaptanın aracına doğru ilerlerken içimden inşallah unuttuğum şeyler önemli değildir diye geçirdim… Yolculuk o kadar sıkıcı geçti ki… Klima çalışmasına rağmen içerdeki hava sıcaklığı otuz beş dereceyi gösteriyordu…
İstanbul yanıyordu… Bu sıcaklık; Kocaeli’ni geçip de Yuvacık barajının ince beline Atilla kaptanın aracıyla tırmanmaya başladığımızda biraz kırıldı diyebilirim…
Sabırsızlık ve merakla SERİNDERE-MUFİL KANYONUNU düşünüyorum…
Araçtan indikten bir süre sonra 850 Mt. Rakımında kayın ve böğürtlenlerin arasında yürüyerek Mufil kanyon girişine geldik…
İlk işim soğuk suyla yüzümü yıkayıp kendime gelmek oldu… Sonra Üzerinde kırılacak bana zarar verebilecek ne varsa sırt çantama koymak oldu… Yürüyüş başladığında ilk aklıma gelen dört ay önce Melen vadisi yürüyüşünde düşerek parmağımı kırdığım oldu… Bu kez yanımda Gülay yoktu… İlk yardımı o yapmıştı çıkan parmağımı kendisi yerine oturtmuş sonra da atellemişti… Şimdi daha dikkatli olmak vardı, temkinli olacak ancak karşılaşacağım zorluklardan korkmayacak ve aklıma dahi getirmeyecektim. Dediğim gibi de oldu…
Kanyon muhteşemdi… Neden keşfedilmemişti… Buraları… Belki de zorlu bir parkur oluşundan olacak…
Düşünce şöyle idi: Bir saat sonra yüksekten düşen şelaleye gelecek beş saat sonrada yürüyüşü bitirecektik… Allahım insan ayağı değmemiş yosunlaşmış kayalıklar üzerinde yürümek olanaksız… Emekleyerek, oturarak, sürünerek ilerliyoruz…
Kaç bin kez eğildiğimi ve şekilden şekle girdiğimi hatırlamıyorum… Her kaya her yılkı ağaç engeli ve geçit vermeyen her ne var ise; ayrı bir deneyimi yaşatıyordu. Yirmi beş AYAKİZİ gerçek hayatta unuttuğumuz erdemliliklerin hepsini sırasıyla birlikte yaşıyorduk…
Tam bir yardımlaşma, paylaşma içinde idik: Her engelin kalp çarpıntısı ayrı bir aromadaydı, tıpkı yediğim erik büyüklüğündeki “böğürtlenler” gibi… Cemile abla baktım su şişesini böğürtlenlerle doldurmuştu bile…
Vadi tabanı inanın yer yer dört metre genişliğe kadar darılıyordu… Geçit vermez yerlerde dere içinden sularla birlikte akıyor… Sırt çantamla birlikte yüzmenin keyfini yaşıyordum… Bir kayadan dereye eğilmiş bir dalı kullanarak inmek isterken elim kaya ile ağaç arasına sıkıştığında az kalsın parmaklarımı orada bırakıyordum… O an dere içinden nasıl çıktıysa bir AYAKİZİ yardımı ile elimi kurtardım… Karşımıza çıkan gölete öylesine daldım ki anlatamam…
Üzerimdeki elbiselerle birlikte tabii özel su tutmayan… Yüzme keyfini müteakip tekrar emeklemeye başladık… Dere üzerine selle gelen ve oraya çöreklenen ulu yılkı ağaçlarının üzerinden dereye düşmeden oturarak geçmek… Yürüyüş sonunda yol bitti… Dere dar bir kayalığı oyarak yirmi beş metre aşağı şelale olup düşmekte ama bizim öyle akarak inme niyetimiz yok…
Hemen yandan yüzde yetmiş bir eğimli bir yamacı orman güllerinin köklerine tutunarak fazla da kuvvet tatbik etmeden çıkıp aynı şekilde şelalenin yanına indik…
Adrenalin seviyesi oldukça yüksekti… Ayakizleri deneyimli tırmanış ve iniş ile bu zorlu alanı da geçmişti… Buraya varmayı bir saat olarak planlamıştık… Beş saatte gelmiştik… Saat 1630 karnımız o denli aç ki anlatamam ekmeği, domatesi, peynir, zeytini nasıl yedim… Ah… Sormayın… Akşama Birol’un Kendi elleriyle yaptığı köfteleri yiyemez miyim? Diye düşünmeden…
Dere başında sırt çantamdaki sıcak su termosu o denli işime yaradı ki tadımlık çay tam beş kişiye yetti… Buradan kanyon çıkağına planlanan yürüyüş iki bilemedin, iki buçuk saat… Nerede! Tam dört saat sürdü… Artık dere yanından dolaşmayı terk ettim. Doğrudan dere suyu oldum… Çağlıyorum kayalar üstünde tel tel dökülüyorum sanki… Güneş ağaçlıklardan kanyon içine girmeye cesaret edemiyor… Buz gibiyim… Yine de kayalar üzerinde yürümeye pardon emeklemeye niyetlenmiyorum… Çünkü gözüm kesmiyor… Kendimi sulara atıyorum, kaç kez oldu acaba… Kendimi o soğuk suların içine atışım…
Barış yanımda… Daracık kanyonu hayret ve tarih öncelerine de düşünerek geçiyoruz… Aaa! Hava ısınmaya çevredeki görüntüler değişmeye başladı… Eski lastik atıkları, pet şişeler, kafayı çekmişler ateşi de yakmışlar ama çevreyi temizlemeden gitmişler…
Her yanımız mangal keyfi yapanlarla doluverdi. Ve ürettikleri pislik içinde nasıl da gerine gerine keyif yapıyorlar… Anlamak mümkün değil…
OOO! Birol,ali,Hatice,Şahin yemek masasını hazırlıyor…Ben ve Abdullah bey yanımızda Barış’ta var…Akan biraz önceki o güzelim derenin insan eliyle ne çelimsiz hale geldiğine bakıyoruz…
Mangal keyfini müteakip… Tam dokuz kilometreyi dokuz saatte emeklediğimiz… Parkuru ardımızda bırakarak İstanbul yollarına düştük… Tabii ki Gülay’ım yokluğu kendini hemen belli etmişti çünkü yedek kıyafetlerimle yedek botumu yanıma almayı unutmuştum… Ya başka kim yoktu… Başkan Sevgili Tonton
Başkanımız Hüseyin Beyin yokluğu hemen kendini gösterdi… Sevgili Eşi Serpil hanımın dizinden geçirdiği operasyon nedeniyle aramızda yoktu…
Emeklilik sürecine “çöplük” olarak daha çalışırken bakabiliyorsan, yandın demektir… Daha işin başındayken kendini çöplükte hissediyorsan… Boş emeller peşinde koşuyorsun demektir…
Tek düşünülecek şey sanırım…Hiç olmazsa “emeklilik sürecinde” kendin olmak ve yakalayamadığın kendini yakalamaktır…








Mehmet YÜCEBİLGİÇ







15 Temmuz 2008

AYAKİZLERİYLE KANLIÇAY VADİSİNDE YÜRÜYÜŞ

HER BİR DAMLANIN İRİSİNDE
Gökyüzünün berrak masmavi rengi, aniden simsiyah bulutlarla birlikte önce grileşmeye sonra da kararmaya başladı…
Sakınımlı bir sesle kendi kendime mırıldandım… Bereket geliyor!
Ama hala gelmedi, kuraklığa çare olur düşüncem de boşa çıkmakta…
Gökyüzünün düzeni nasıl bir kargaşa içinde ise ülkemde, yaşamı keyiflendirecek öğelerde ayrışık ve keyifsiz…
Doğrular ile eğriler yer değiştirmeye başlatılıyor, şaşırtıcı taktiklerle… Ne eğri ve de ne doğru?
Ellerimiz şakaklarımızda izliyoruz… Eşimle birlikte… İçimiz burkulsa da… Ama takatsizlik ve umutsuzluk da yok… Güneşin erişemediği düşünce ve söylemler henüz bitmemişti ki…
Bilgisayarımızda AYAKİZLERİ Yürüyüş grubundan (Hüseyin Beyden) bir not var… Açtık okuduk… Yüzümüz gülmeye durağanlaşan bedenimiz kımıldamaya başladı…
13TEMMUZ 2008 Günü KANLIÇAY VADİSİNDE DEREİÇİ Yürüyüşü var idi.
Sırt çantalarımız hazırlandı gün geldi çattı… Bizler yola düşmüşken haftalardır, insanları evlere tıkayan “kene” tehdidini aklımıza bile getirmemiştik…
Kanlıçay Köyüne varmadan yolda verilen kısa çay molası mahmurluğumuzu üzerimizden almıştı…
Kanlıçay deresi kenarında yürüyüş hazırlıklarımızı yaparken dikkatimi çeken diğer yıllara nazaran farklı olan şey… Haşerelere karşı vücudumuza ve giysilerimize sıktığımız spreylerdi…
Yürüyüşümüz başladığında hemen bizlere kuşbakışı bakan ve yeşilin tüm tonlarını bağrında barındıran Kapıorman Dağları; bizleri de kucaklamaya hazırdı…
Masmavi Gökyüzü, bak bak benim çehreme belleğinin kıvrımlarında kireçlenmiş olumsuz düşünce kırıntılarını atmaya hazırlan der gibiydi…
Kanlıçay vadisi yer yer kanyon yapısında; şarıl şarıl gürleyen sesiyle bizlere hoş geldiniz der gibi…
Filiz ve Çağla yeşilinden en koyusuna kadar yeşilin tüm tonlarıyla kucak kucağız. Üzerine bastığımız irili ufaklı çakıl taşlarında yürümek ve irilerin üzerlerinden aşmak en az cambaz ustalığı istiyor…
Kenarları koyu kahverenginden başlayıp gittikçe açık kahveye dönüşen Yeşil bir tünel içindeyiz, her iki yamaçta öylesine dik ki üzerlerindeki çınar, köknar ve gürgen ağaçlarının güçlü ve uzun kolları gökyüzünü adeta kapamış…
Kayalardan sarkan sarmaşık yapısındaki halı dokumasını andıran bitkiler, Kanlıçay’dan su içecekmiş gibi aşağı doğru sarkıyor. Aralarda cesaret bulan eflatun çiçeklerle donanmış yabanıl diğer bitkiler… Tepelerden bir yerlerden sızan damla damla sular, bu halı dokusu içinden öylesine sızıyor ki, her bir damlacık; yaprakçıklar üzerinde birer elmas parlaklığına kavuşuyor.
Her bir damlacığın irisinde; kendi kişiliğimizin ötesinde birinin, yeniden şekillendiğini ve tüm hücrelerinin kütür kütür yenilendiğini görüyor ve hissediyorduk.
Artık belleğimizde; olgun yaş eşiğine gelmişlerin hepsinin edinimlerine eşlik eden o bildik:
—Hayatta kaldığımız yeri bulmak mümkün mü?
—Yeniden deneye değer mi? Soruları yoktu…
Ve hep beraber sanki şöyle haykırıyorduk… Kendi gizemi içinde kendi dünyasını yaratmış bu yemyeşil rengin galebe çaldığı tünelde…

—Tek şey var!
—Kaldığın yer yok!
—Ulaşacağın yer var!
—Gücümüzü kısıtlayan, koşullandırılmış alışkanlıklara veda var!

Biz doğa tutkunları; bu doğallık, tutarlılık ve durulukla bezenmiş hiçbir ayrışık öğeyi bünyesinde barındırmayan, barındırsa dahi kurallar manzumesine uyum gösterme zorunluluğu olan bu gizemli dünyayı öylesine benimsemişiz ki…
Çevremizi kuşatan biraz önce içinden geldiğimiz dünyaya hiç benzemiyor…

Antik çağlardan beri birçok kez, bu düşünce biçimini mahkûm etme amacını güden bir yaklaşımla “doğa etkinlikleri” bir “kaçış” olduğu söylenmiştir: Belki de bu söylem, yalın olarak belirtilen amaca hizmet etmektedir de: İnsanın kendisine bedeli karşılığında; farklı bir dünya yaratmasının başka, daha özlü ve kişisel yolları da vardır sanırım…
İşte böyle! Bir düşünce diğerini çağırıyor, ben de peşi peşine neler yazdığımın sonunda farkına varıyorum…
Dere üzerindeki birbirini takip eden engelleri bir bir geçiyoruz…Ya! Karşılaştığımız göletlerin buz gibi sularında giyinik halde yüzmemize ne dersiniz?Peki...Geçit vermeyen yerlerden iple tırmanmaya ne dersiniz... Mola dere kenarında verildi, bir yandan birinci yıl dönümünü kutlayacağımız ve “Ustabaşı Hünerli Selim” tarafından üretilen “çaydanlıkta tavuk sote” hazırlanmakta bir yandan da bendeniz dâhil kimileri de dere içinde keyif çatmakta… Hem de çocukluğum dâhil bu yaşıma kadar hiç denemediğim “ayağımdaki lafuma botumu tas gibi kullanarak dere içinde yıkanmak bu coşkuya Ayşegül de birkaç bot su dökmekle katılıyor… Ali Çelik'in sofrasına da diyecek yoktu...
Çocukluk halleri, diye adlandırdığımız davranış biçimlerini adeta birer kostüm gibi giyip çıkartıyoruz…
Oysa bu davranışları, çocukken bile yapmak; ya annemiz, babamızın koruyucu bakışlarının etkisiyle ya da aklımıza gelmediğinden oldukça zordu.
Çocukluk halleri defilesi hiçbir kimseyi rahatsız etmeden hatta onların da neşesine neşe katarak devam ediyordu…
Bunlardan bir diğeri de mola sonrası bir süre vadi tabanındaki otlaklarda yayılan inek sürüleri arasında rampa çıkarak ulaştığımız şelale altında yaşadıklarımız…
Barış’ın; “şelale altına tek başına git ve tam kuvvetli yerinin altında kal” teklifini geri çevirmedim…
Soğuk şelalenin kayalara çarparak düştüğü ve sinerji yarattığı yerde tek başınayım… Yüzüm kayalıklara dönük kulunçlarımda: Bir eliyle camız derisinden körüğüyle kor ateşini körükleyen diğer güçlü pazılı koluyla alnındaki teri silip, örs üzerindeki çeliğe su veren Aksakallı demirci ustasının birbiri ardına indirdiği darbeleri hissediyorum…
Gözüm ve ağzım kapalı, akan şelale ile kayalıklar arasındaki boşluktan burnumla nefes alıyorum… Dörde dokuz temposunda… Sağ kolumda başlayan soğukçul uyuşma sol kolumu sonra da bedenimi etkisi altına almaya başlamıştı ki…
Aksakallı Demirci, suyun altından çıkma zamanı geldiğini fısıldıyordu… Gülay’a doğru yürüdüğümde başımın dönmekte olduğunu hissettim… İnanır mısınız? Şu satırları yazarken dahi aynı duyguları hissediyorum…
Grubumuzun muhlis Başkanı Hüseyin Bey ve Selim Beyin yamaca tutunmak için halat döşediklerini gördük… Yine tüm çevikliğimizle yamaçlara tırmanıyoruz diğer şelaleleri görmek için…
Tüm güzellikleri içimize sindirmenin, doğaylabaşbaşa olmanın engin edinimi içindeyiz…
Şimdi dönüş yollarında; Kanlıçay Vadisine hâkim sırtlarda fındık bahçeleri arasındayız… Kimi bahçelerin fındığı olgunlaşmış diyerek tadına bakıyoruz… Kimi akan pınarlardan su içiyoruz… Ali Çelik Bey bağırışı ile irkiliyoruz… Aman fazla yemeyin… Cır cır olursunuz…
Kanlıçay Köyüne vardığımızda Muhtarlık yanındaki kıraathanede bu kez Birol Emektaş’ın sürprizi ile karşılaştık… Kısır, patates salatası ve fotoğrafta gördüğünüz Reşat Usta “salata ekibinin” lezzetli salatası…
İstanbul dönüşü de oldukça keyifli şarkılar türkülerle geçti… Eve geldiğimizde kulaklarımızda hala Kanlıçay ve şelalelerin şarıl şarıl şakırtısı devam ediyor…
Teşekkürler Ayakizlerinin değerli üyeleri ve Muhlis Başkanı Hüseyin Beye…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
13 Temmuz 2008