12 Mayıs 2009

ZİRVEYLE OH...OH BEEEE!!!!!!!!

Oh! Oh Be!
Demek geliyor içimden.
Neden mi?
Bu bahar doğa yürüyüşü yapmaktan ümidimi kesmişken…
Gülay; Zirve Dağcılığın 10 Mayıs 2009 günü keşif yürüyüşü düzenlendiğini ve katılmam için iyi bir fırsat olduğunu söyledi…
Birkaç telefon sonrası… Ancak yedeğe yazılabildim… Aysun Hanımın telefonu ile yürüyüşe katılma heyecanı içinde aracın kalkış saatinden yarım saat önce sabah saat altıda soluğu Taksim’de aldım…
Teker teker yürüyüşçülerin duraklardan toplanması ile… Yolculuğumuz başladı… Zirve Dağcılık Kulübünün Kuruluşuna İzmir’de şahit olmuş ve birkaç yürüyüşüne de eşimle birlikte katılmıştık, canlı ve dinamik ve iddialı bir kulüp…
Araçta bildirileri okutulurken önemle ve öncelikle kulübün “bir doğa gezi firması” olmadığı vurgulanıyordu; Gerek Muhittin Bey Gerekse Aysun Hanım… Prensipleri yerleştirmekte ısrarlı ve kararlı bir tavır sergiliyorlardı… Rehber Muhittin Bey ve öncü Faik Bey, artçı Hakan Bey ve yürüyüşün idari ve sıhhi fonksiyonunu üstlenen İlkay Hanım…
Yürüyüş için alınan tedbirler ise üç yıl öncesine göre daha profesyonelce “yürüyüş çeşitliliği 14-15 Km si tamamen GPS üzerinden keşif şeklinde… Diğer 4-5 Km bilinen bir arazide; Yani şansa kadere kısmet… Kısacası benim ve Gülay’ın tercih ettiği adrenalini bol bir yürüyüş…
Vapur yolculuğu ve sonrasında aracımızla Yalova- Gemlik ve Narlı Köyü derken Selimiye Köyünde Yürüyüşe başladık… Öncelikle Beş km. ilerde 2002 yılında Onno Tunç ve kendisiyle beraber uçak kazasında ölen arkadaşı Hasan Kanik ile…1996 Yılında Taz Dağlarına çarparak düşen Onno Tunç’un özel uçağını arama çalışmalarında donarak ölen iki dağcı Emrah Çelebi ile Selçuk Olcay’ın anısına yapılan Anıtı ve dağcıların ne şekilde donduklarını ve ne şekilde bulunduklarını Rehberimiz Muhittin Gürçay; Ünlü Dağcılardan Alper Sesli’nin anlatımlarına dayanarak açıkladı.
Buradaki dikkat çeken durum… Uçağın enkazını bulmak için giden iki dağcının soğuktan donarak ölmeleri… Ve Yazmayı hiç arzu etmezdim ama Anıtın dikenli tellerle çepeçevre kapatılması… Belli ki bu anıtın levhaları ve önceleri yapılan güneş enerjili lambaları olmadığına göre bunlar köylüler tarafından sökülmüş olsa gerek; aldığımız bilgilere göre de öyleymiş… Önlem olarak bu anıt Köylülere emanet edilemez mi idi?
Sonra birden babamın içinde bulunduğu yolcu uçağının Toros’ların eşiğinde düştüğü yeri de görmeyi çok arzuladığımın ayırdına vardım… Belki bir gün o yerlerde de yürürüm? Doğanın dışına kendi dünyama kaydığımın gelgitlerini yaşamaya başladığımda; barış halinde bu düşünce sarmalının içinden Çıkmayı ve tekrar doğanın berraklığına ancak ormanlık alana girdiğimizde becerebildim…
Yürüyüşümüz orman içinden adeta patika izi ararcasına devam etti… Gps, arazi uyumu ile geçen ve bir bir serüveni andıran yürüyüşümüz kimi zaman dere içinde kimi zaman belki de asırlık patikaları ve genellikle de gökyüzünün görünmediği orman içinde geçti… Derin patikaların içinden geçerken doğrusu yüz yıllarca önce buralardan kimlerin geçtiğini hangi şartlarda kullanıldığını merak ettim… Hemen aklıma Likya yolu ve şu andaki durumu bir de Toros’ların Kalbinde Büyük İskender’in Asya seferinde kullandığı ve yazıtlarının bulunduğu “”GÜLEK BOĞAZI”” geldi… Yeni yol açma adına o güzelim dar yol nasıl dinamitlendi… Bu örnekleri artırabiliriz…
Bir ara orman içinden çıkınca bizleri; sapsarı bir mera karşıladı…Burası DELMECE Yaylası idi... Çocuk olup hoplamak ve zıplamak istedim… Bu güzel anı gruptan hiç kimse kaçırmak istemiyordu… Teker teker çekilen pozlar… İşte yürüyüşün heyecanla devam ettiği yerler ve burada bir kez daha Ankara’da bulunan Eşimi aradım… Sanırım yüz ifademden olacak ki grupta ki duygusal arkadaşlar… Birbiri ardına fotoğraflarımı çekmeye koyuldular… Hepsine teşekkür ediyorum…
Sapsarı denizin ortasında eğilip yakından baktığım bembeyaz açan çiçeği, ulaşılması zor çetin yerlerde açan “kardelenlere” benzettim… Sonra boynumda ki çeneme değen “ oyalı yazma” anamın başına taktığı yazmayı anımsattı… Boynumda eşimle yürüyüşe başladığımız ilk günden itibaren “anamın kokusunu taşıyan” yazma takmayı alışkanlık haline getirmiştim… Ve bundan da memnundum… Anneler gününün kutlandığı bugünde doğanın içinden “ruhunu şad etmemin” nedenli hoşuna gideceğini düşündüm ve gülümsedim…
Çünkü içimdeki doğa tutkusunu; daha çocukluk yıllarında; onlarca yıl önce daha doğa yürüyüşü; yaylacılık; pansiyonculuk gibi şeylerin adının bile anılmadığı zamanlarda mayasını çalıp, doğanın içine salan ve Bolkarların, Aladağların çerini çöpünü tanıtan oydu…
Delmece yaylasında bu bakir güzellik içinde kumanyalarımızı yedik… Çaylarımızı içtik… Bu arada doğum günü kutlamaları dahi yapıldı...Bir kaç ay yanılma payı da olsa...Sonra tekrar yollardayız… Yokuş çıkmanın yerini artık inişler almıştı… Erikli şelalesine yaklaştığımız, gerek arazi yapısından gerekse şelalenin sesinden anlaşılıyordu…
Dereyi geçtikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık kayın ve yeşil yapraklı orman içinden Erikli Şelalesi yanındaki seyir teraslarına çıkıp peşi peşine fotoğraf çekmeye başladık… İki yıl önce yine parkurun bu bölümünü Gülay’la birlikte şiddetli bir yağmur altında yürümüştük… Kayalar üzerinde sekerek ilerlerken o kadar düşen olmuştu ki…
Fotoğraf çekimleri ve Şelaleye bakarak ve sesini dinleyerek geçirdiğimiz bir dinlenmeden sonra Bu kez yürüyüşümüzü sonlandıracağımız Teşvikiye köyüne doğru yürüyüşe başladık…
Yokuş aşağı devam eden ancak zaman zaman o denli güzel bağlasam da botumun ucuna çarpan başparmağımın tırnağı artık öylesine acı veriyordu ki… Doğanın bu güzelliği karşısında offfff deme şansım yoktu…
Derken dere kıyısında bir kır bahçesine doğru yürümeye başladık yürüyüşün bittiğini ancak… Muhittin Beyle Aysun Hanımın Bir şeyler planladığını hissettim… Tüm yürüyüşçülerle aynı “”bayramlaşmalarda”” yapıldığı gibi herkes birbirini kutladı... Güzel bir uygulama, tempolu bir yürüyüş ortanın üzerinde bir zorluk derecesi sonucunda 20 km ye varan bir yürüyüşün sorunsuz bitmesi de ayrıca kutlanmış oluyordu…
Buradan doğruca Teşvikiye’ye hareket ettik… (Çınarcık’a bağlı bir şirin köy… )Kahvehane ve hemen yanında işletilen pideci bizleri bekliyordu…
Çaylar birbiri ardına içilirken… Baharda doğanın tüm güzellikleri içinde geçen yürüyüşün tadına varmak işte böyle oluyor diyordum… Masmavi ve çiçeklerle bezenmiş bir köy… Çınar ağaçları altında çaylarını yudumlayan… Zirve’nin doğa yürüyüşçüleri…
Hava kararmaya yüz tuttuğunda feribot kuyruğuna girdik… Öylesine kalabalık ki Muhittin Beyden “araçta beklemeyelim karşıya geçip bir kahvehanede çay içerek bekleyelim “ diye güzel teklif bir geldi… Hemen kabul gördü… Sivrihisar’da hoş geçen dakikalardan sonra İstanbul’a dönüş yolunda Güzel ve düzenli bir yürüyüşün hoş yorgunluğu ile baharın geçmişle yaptığı köprüyü düşünüyordum…
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
10MAYIS2009

30 Nisan 2009

GÖYNÜK-NALLIHAN-BEYPAZARI-ATATÜRK VE ANITKABİR-ANADOLU MEDENİYETLER MÜZESİ-ANKARA KALESİ KÜLTÜR VE DOĞA GEZİSİ

İNSAN KAŞLARINI ÇATMAK İÇİN GÖSTERDİĞİ ÇABAYI GÜLÜMSEME İÇİN SARF ETSE…

GÖYNÜK-NALLIHAN-BEYPAZARI-ANITKABİR-ANADOLU MEDENİYETLER MÜZESİ GEZİSİ…


Yazımı yazmaya başlarken…
2009 yılının baharının da adım adım yaptıklarımızla yapamadıklarımızla gerilerde kalmakta olduğunu anımsadım…

Oysa daha baharı ve doğaylabaşbaşalığı geçen yıllardakine oranla fazla yaşayamadık…

Doğrusu sadece “”doğadan ayrı kaldığım günler”” gülümseme duygularım biraz ötelense de… Çevremde doğaya ilişkin bir şeyler bularak…
Ya da doğaya ilişkin bir şeyler yazarak bu öteleme sürecini azaltabilmeyi yeğliyorum…

Aklıma hemen bir söz geliyor…
””bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından kolayca devrilebilir…””
Buradaki başkaları “” ifadesi sadece insanlar değil hayata ilişkin her türlü olumluluk veya olumsuzluklarla da ilintili””

Şimdi sizin…
Doğa ve bahardan bahsederken “”devrikliği”” nereden çıkardın…zaten sen hep bir yere dikkati çekerken, birden başka bir şeyden bahsederek dikkatimizi dağıtıyorsun..Dediğinizi duyar gibiyim…

Siz düşündüklerinizi söyleyebilirsiniz ama…
Ben de “devrikliğin derecesini “kendinizde kendiniz ölçebilirsiniz…
Bunu deney imlemek için “bahar ve doğaylabaşbaşalık” olmazsa olmaz koşul… Diyorum…
Siz diyorsunuz ki… Kardeşim ben zamanında ne doğalar ne dağlar, taşlar ve ne de Zirveler kat ettim…
Ben de “O o zamandı” diyorum…

Son zamanlar da derin düşünme salonlarında yaygın olduğu üzere… Doğanın müzik çalarla yaşatılmasına nedenli katılırsınız?
Bedeniniz gerçek ve devrikliğinizi de gerçekten ölçmek istiyorsanız “”gerçek doğanın ve onun gerçeklerinin” içinde bulunmanınız gerekir… Aynı bir eski köy berberinde traş olmak gibi...


Bu sözcükler sanırım her adımda her nefeste tekrarlansa ruh bedene hâkim olur ve deneyimleme süreci başlar ta ki doğaylabaşbaşalığınız devam ettiği sürece devam eder düşüncesindeyim…

Doğaldır ki… Bu sözcükleri söyleme ve deneyimleme anında belleğinizdeki diğer düşünceler ağır basarda bu sözcükler üzerindeki… Hâkimiyeti ele geçirirse bu kez kendi içinizde gel gitler başlayacaktır…
Tek çözüm doğaylabaşbaşalığı ve onun ayrıntılarına odaklanmaktır…

İşte böyle bir düşünceler zincirden sonra… İsterseniz…
Ayakizleri yürüyüş grubu ile yaptığımız bir Kültür ve Doğa gezisinden kısaca bahsetmek istiyorum…

Kültür ve doğa gezisi; İstanbul’dan başlayıp- Göynük-Çubuk gölü-Nallıhan - Beypazarı - Davut oğlan kuş cenneti… Anıtkabir; Atatürk’ü ziyaret-Ankara kalesi –Anadolu medeniyetleri müzesi ziyaret edildikten sonra İstanbul’a dönüş…
Hemen şunu söylemek istiyorum… Böyle bir geziyi yapabilmeniz için kondisyonunuzun tam olması gerekir…

İstanbul’dan sonra ilk durağımız Göynük… Burada olmazsa olmaz Zafer anıtı ve Akşemsettin türbesini ziyaret etmeden yola devam etmek yok… Öğle yemeği… Yine çok sevdiğimiz ve her mevsimde ziyaret ettiğimiz Çubuk Gölündeyiz…

Yol üzerinde Nallıhan… Kısa bir şehir turu atıldıktan sonra kültür evinde iğne oyaları elişleri ve alışverişler… Güneş batmadan “Davut oğlan kuş cennetini “ve kıyılarına hâkim her bir katmanı çeşitli renklerle bezenmiş madenlerden oluşmuş dağları ve sergilediği görünümü kaçırmak istemiyoruz…

Ve akşam molasının verildiği Beypazarı “”örnek bir ilçe” belediye eski başkanı Mansur YAVAŞ büyük emekleri var… Yapıyla birlikte halkın davranış biçimi ve para kazanma alışkanlığını değiştirmiş… Ya akşam Bağ evinde BABA OĞUL eğlencesi sıra gecesinin daha değişik atmosferinde… Eski konaklarda gecenin sessizliğinde geçmişte burada kimler kalmışı düşünerek uyumaya dalma…
Dükkânlar… Gümüşçüler… Fırınlar… Beypazarı kurusu… Tek kelime ile Pazar günü olmasına rağmen hizmet mükemmel…

Yola koyuluyoruz… Vaktimiz sınırlı… Ankara’ya Girişimiz biraz Şaşkınca oldu… O kadar değişmiş ki… Anıtkabire adım attığımızda Ben ve Gülay inanın öylesine heyecanlandık ki… Çünkü Anıtkabiri hep resmi kıyafetle ziyaret etmiştim… Kısacası emekli olduktan sonra ilk ziyaret heyecanlı ama onurlu…
Ankara Kalesini oldukça görmüş ve gezmiştik Ankara’da görevli iken… Ancak Gülay’la Anadolu Medeniyetler Müzesini nedense gezememişiz… Demek ki dibinde iken olmuyor da Ta İstanbul’dan gelip gezilebiliyor… Ama ne gezi… O kadar iyi düzenlenmiş ki “”tarih öncesinden tutunda… Tarihin tüm dönemlerinde Anadolu’da Yaşayışı tüm ayrıntılarına kadar sergilemişler…

Tek düşündüğüm… Çatalhöyük’te binlerce yıl öncesinde dam dama yaşayış ve evlerin beyaz yüksek bölümü ile kırmızı alçak bölümü ile evlere sokaklar olmadığından damdan merdivenle giriş…Ve en önemlisi İnsanların ölülerini evlerinin
Eşiğine gömmeleri beni çok etkiledi…
Düşüne biliyor musunuz? Milattan 9000 yıl önce…15-17 Bin yıl olduğu da ölçütleri de ispat edildi… Bu meraklarımla ilgili Bir ansiklopedik bir bilgi vermek istiyorum…

Arkeleoğ “Hodder, dam kapılarıyla ilgili birbirini tamamlayan iki veçheli bir açıklama getiriyor. İlki, toplumsal örgütlenmeyle ilgili. Soya dayalı bir toplumsal örgütlenmede, ataya yakın olmak çok önemlidir. Ataya yakınlık arzusunun, evlerin bitişmesine yol açmış olabileceğini düşünüyor. Her yeni kuşak evini, ataya yakın olmak için önceki kuşağın evinin bitişiğine yapınca sokaklar olanaksız oluyor.
Atalara bağlılık ev içi yaşam biçimini de doğrudan beliriyor.
Evlerin hepsinde iki bölüm ayırt etmek olanaklı: Beyaz, temiz, yüksek, manevi bölüm;
Kara veya kırmızı, kirli, alçak dünyevi bölüm.
Hep tertemiz, derli toplu tutulan bölümün taban altına ve sedir veya masa görevini gören sekilerin altına kazılmış çukurlarda diz çeneye değmeyecek şekilde iki büklüm büzülüp sıkıca kumaşa sarılmış ölmüşler yatıyor.
Hasır, kilim veya hayvan postuyla örtülen bu yerler öyle temiz ki, mikro morfolog Wendy Matthews, “mikroskop altında bile temiz görünüyorlar” diyor.
Gömülerin çoğu ana odada. Duvarlar özenle sıvanmış, beyaza badanalanmış, leopar ve boğa gibi hayvan ve insan resimleriyle, kabartmalarla, hayvan başlarıyla, koç, öküz boynuzlarıyla süslenmiş.”

Hemen biraz ötede Hititler 3000 yıl öncesi yaşayış… Arada 6000 bin yıl var… Benzerlik çok… Bilimsellik ve Doğaya düşkünlük… Ayırdına varamayacağımız kadar… Çok… Ya buraları görmeden ne diyordum… Her şeyi biz 20 ve 21nci yüz yıl
Yaşayanları biliyoruz… Ve yaşıyoruz…
Daha ne kadar yanılacağım… Bilemiyorum…
İşte… Zaman tüneline girmiş bir halde koşturmanın da yorgunluğu ile İstanbul’a dönüyoruz…
Beni kendime getiren yer Mecidiyeköy’deki trafik yoğunluğu ile karşılaşınca oldu…
İşte böyle…
Süreli de olsa TÜRKİYE'MDE doğaylabaşbaşalık bambaşka bir duygu…
Teşekkürler… Ayakizleri…

25 Mart 2009

İZNİK GÖLÜNE GÜNEYİNDEN VE KUZEYİNDEN BAKIŞ

HAYATIN İÇİNDEN KİM NE DÜŞÜNÜR?

İlkokul sıralarında; duvarda asılı duran “çağları gösteren çizelgenin” neyi ifade ettiği, yeniçağdan sonra hangi çağın geldiği soruları öğretmenimiz tarafından öylesine uzun uzun anlatılırdı ki…
Öğretmenimizin… Bizlere o çağın insanlarının ateşi nasıl yaktığını veya yabani davranışlarını anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum…
Ama neden? Bu çağlar birbiri ardına dizilmişti? Bizi neden ilgilendiriyordu? Bizimle bir bağlantısı var mı? Bu soruların cevapları… Tam olarak anlatılamadığından… Bir gün sonra sınıfın tüm meraklıları yine benzer soruyu sorardı…
Ortaokulda ise… Başka bir çizelge; Canlılar; Doğar… Büyür… Yaşlanır ve Ölürler…
Neden asmışlardı? Bu çizelgeleri…
Biz çocuklara verilmek istenen ne idi? Oysa “o zamanlar” bu sıralama bizleri hiç de ilgilendirmiyordu…
Hayat bilgisi dersinde; Ezberlettikleri… Solucanın veya eğrelti otunun “erselik” olması neden önemli idi?
Ayrıca tarih kitaplarındaki mermer sütunlu yapıların üzerindeki kargacık burgacık yazıların“Bizans işi” olduğu cihetle pek önemsenmez ve bizi de hiç ilgilendirmez gözü ile bakılır ve bu izlenimler bizlere yansıtılırdı…
Bu etkileşimle yıllar boyu inanın gördüğüm tüm eski eserler; ya da yapılar bana hep yabancıydı… Bizlere ait değildi…
Okudukça, gezdikçe tüm anlatılanların buhar gibi uçup gittiğini gördüm…
Özellikle ören yerlerindeki ve müzelerdeki hatta henüz kazılma aşamasındaki yapıtlardan; binlerce yıl öncesinde bizlerden daha medeni ve sanat alanında ve insani üstünlüklerine tanık oldukça; bizlere ilkokulda anlatılamayan: Her değerlendirmenin başlıca “ölçütü” olan, ZAMAN VE MEKÂN kavramları ile tanıştım…

Ve elimde; Doğum Günümde Serpil&Hüseyin Şişman çifti tarafından hediye edilen “”ANTİK ANADOLU COĞRAFYASI” kitabı var… Prof.Dr. Adnan Pekman tarafından dilimize kazandırılmış…
Kim ve Ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Milattan önce 64 yılında AMASYA’LI STRABON…
Ayrıca Prof.Dr. Pekman’ın önsözünde yazmış olduğu şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum… Şöyle yazıyor…
“Anadolu uygarlıkları(Mekân), günümüzden Tarihöncesi’nin en eski evrelerine(Zaman) kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksızdır.”
İşte “Anadolu Uygarlığı”na bakışın ana düşüncesi bu idi; aynı “Rasyonel biliminde” de “”önceden bir takım yargılar ve inançlar olmadığı”” gibi… Prof.Dr. O. Sinanoğlu’nun dediği gibi… Anlayana…

Kısacası Rasyonelliğin birinci koşulu ŞARTLANDIRILMA OLMADAN”…
Uzunca bir aradan sonra Gülay’la birlikte Ayakizleri üyeleri ile beraberiz… İstanbul’dan yola çıktığımızda… Usumuzda sadece bizi etkileyeceklerin merakı var idi…
Marmara Denizi güneyi… Türkiye’nin tüm bölgelerini görmemize rağmen nedense bu yöreleri görmek ve gezmek; İstanbul’da Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu Başkanı Naif insan Hüseyin Bey ve Eşi Serpil hanımı tanıyıncaya kadar mümkün olmamıştı…
Bu hafta sonu15 Mart 2009 “”kültür gezisi”” özelliğinde “”İznik Gölünün”” güneyindeki… Avadan(Katırlı)Dağı yamaçlarındaki Dağ köyleri (Karsak, Gürle, Müşküle) ile İznik ilçesi ve Samanlı Dağ yamaçlarındaki Keramet Köylerini gezme ve Hüseyin Beyin ağzından antik çağ dâhil olmak üzere “”zaman tünelinden”” Anadolu’yu tekrar yerinde “”içselleştirme”” fırsatını bulduk…
Sevgili Oğlum ve Gelinimin de Gürle Köyünde bizlere katılımı ile doruğa çıkan sevinçle, gezimiz başka bir anlam kazandı…
İznik gölünün güneyinden Katırlı ve Kurban Dağları yamaçlarında Sıralı bir dizi köy bizleri karşılıyor… Buraları Osmanlı’nın ilk yerleşim ve Orhangazi’nin feth ettiği yerler… Öncelikle Karsak’tayız… Öyküsü bize ilginç gelen bir konak son zamanlara kadar kullanılmış… Sevdiği İstanbul’dan uzaklaşıp Bir köye gelin gelmeyi reddedince
Bey de bir konak yaptırıp… Bu konağa gelin getiriyor…
Gürle Medeniyetlerin üst üste çakıştığı bir köy…Orhan Bey Camii 600 yıllık onarılmış… 800 yıllık olduğu ve Cenevizlilerden kalma ancak Orhangazi tarafından imar edilen ve günümüzde kullanılabilen bir “”hamam”” ve hemen üstümüzde 1282 m. yüksekliğindeki Gürle tepesi…
Burada Erinç ve Burcu ile buluşuyoruz…Arkamızda yeralan bina "ipek böceği" yetiştirmede kullanılıyormuş...Tabiiki son yıllara kadar... O da tarih sahnesindeki yerini alacak... Şu anda bizim konuştuğumuz gibi ... Zamanında burada....Diye anlatılacak... Doğruca “Müşküle” köyüne “ünlü mü ünlü” bir köy… Halil Ergün’ün;
Nazım Hikmet’in çaycısının ve “”Muhtarlığına köyün delisini”” seçen köy… Halkı o denli cana yakın ki anlatamam… Tarihi çınar ağacını gördükten sonra “”Nazım Hikmet” adına dikilen çınarı görmeye gittik…
Sırada İznik ilçesi… Surlar… Merkez içindeki tarihi yerler derken öğle yemeği için bizim seçimimiz “”Erinç ‘in de doğum gününü kutlayacağımız bir yemek için “”Meşhur İmren” Köftecisindeyiz…
Keramet köyündeyiz; ünlü sele zeytinini almak için kuyrukta bekleyenler… Antik havuzda yüzmek üzere o bölgede kalanlar…
Hava kararmış artık “oğlumuz ve kızımızdan” ayrılma vakti gelmişti…
Beraber olduğumuza şükrederek İstanbul’a hareket ediyoruz…
Bu tarih ve eserler kimlik tanımlamadan korunmalı… “Ayırt edilmeden ve ayırdına varılarak”…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15MART 2009