22 Kasım 2011

YEDİGÖLLER’DE GÜZ YAPRAKLARININ SAĞANAĞINI İZLEMEK...

ROTA İLE YEDİGÖLLER’DE GÜZ YAPRAKLARININ SAĞANAĞINI İZLEMEK...



Aylar önce, Rota Doğa Grubundan Zühre’nin 12-13 Kasım 2011 günü Yedigöller’de Kamp kurup doğanın yanı başında olma fikri...

Gülay’la bana öylesine çekici gelmişti ki... Usumda ilk beliren şey, güz yapraklarının sağanağına şahit olabilmek ve o anları kayıt altına alabilmek idi.


Kamp günü yaklaşıncaya kadar devamlı hava durumunu izledik... Hatta Hava koşulları bozarsa 0 ve -5 C dereceye kadar bizi koruyabilecek giysi ve uyku tulumlarımızı ve aydınlatma cihazlarımızı da yeniledik...


Zühre’nin grubu oluşturup en son koordineleri de yapmasından sonra gece saat 2200 de varış noktamız Yedigöller olmak üzere yola koyulduk... Kaptanımız Süleyman Bey yılların deneyimini taşımasına rağmen ben bilirim havasında olmayan grup uyumlu ve her hava koşulunda güven veren bir sima...


Yol boyunca ilki Berceste ’de olmak üzere birkaç mola verildikten sonra Bolu’ya ve oradan Yedigöller’e sabaha karşı üç buçukta varmayı ve Büyük Göl kıyısında çadırları kurmayı planlamıştık... Hatta yolda uyku hallerinin dışında konuşulan konu ağaçların sarılığını koruyup koruyamadığı ve yaprakların dökülüp dökülmediği idi... Ana düşünce “Sonbahar” üzerine idi.


Bolu’ya varıp Bolu içinden Yedigöller’e doğru dağ yollarından ilerlemeye başladık ki... Önce kar yağışı ve sonra aracımızın kara saplanması ile durduk...


Saat 0330 gösteriyordu...


Kaptanımız Süleyman Bey, zincirini taktı bir müddet yol aldıktan sonra araç yolda kaymaya başladı ve bir an duraksadı ve “o an” araç içinde arkadaşlardan bazıları çekimser davranırken bazıları da sol tarafımızda ki uçurumun etkisi ile olacak geri dönelim fikrini ileri sürdüler, Gülay ve benim gibi düşünen bazı arkadaşlar da devam etmeyi düşündük...


Gerçekte bu gezinin farklılığı o “an” da kendini göstermeye başlamıştı... Sonbahara ait sarı ve kızıl beklentiler yerini, kışın mutlak sessizliğini çağrıştıran beyazına bırakmıştı...


Biraz sonra yola devam edecek miydik? Grupta yeni katılanlar var onların tepkisi ne olacak?

Sonbahar beklentisi ile “iç keşif yolculuğuna” çıkış, bu kez kar beyazının etkisi ile “bilinmeyeni keşfetmeye” dönüşmüştü?


İşte hiç olmazsa böyle kontrollü etkinliklerde Gülay ve Bendeniz; “bir insanın doğru ölçüsü olan maceracı hayat türünü sürdürmek isteğimizi yinelemek istiyorduk... Bu an Gülay’la benim keyfimizin başladığı andı...
                                YEDİGÖLLER-NAZLIGÖL
Macera dürtüsü, korkuyu kendiliğinden çağırır, bu kaçınılmaz psişik durumun karşıtlığı da yadsınamaz; bazen de korku, cesaret duygusunu kışkırtır, Cesaret ise insanı kendi kaderinin ustası yapar demişti... Ünlü İtalyan Dağcı Walter Bonatti... Yine hissiyatımın seline kapıldım... Ama gerçeği söylemek istersem bu duygu için buradayız... Yenmiş içilmiş pek önemli değil... Bizim için...


Doğal olarak macera peşinde koşma düşüncesinde olanların ağır basması ile yola devam edildi ve bu kez Yedigöller’e 10 km kala rampaya doğru çıkarken zincirler koptu... Saat 0410...Süleyman kaptan zincirleri onarırken yolun emniyetli bir bölümünde beklemeye koyulduk...

Dikkatimi çeken bir şey vardı! Bizler uyuyor bir kısmımız da karla tanışmanın keyfini çıkartıyordu... Ama Kaptanımız kaloriferi devamlı çalıştırdı... Kısa bir süre dahi kapatmadı...
                               YEDİGÖLLER-BÜYÜKGÖL
Sabaha karşı bir grup arkadaşlar, kendi arazi vitesli araçları ile bizi geçtiler. Onların geri dönmeyişi bizim yola devam etme niyetimizi kuvvetlendirmişti... Bu arada Süleyman kaptan kopan zinciri onarmış ve 0730 da Arkadaşlardan Birol’ların grubu da bizim önümüzden geçişince ardından yola devam ettik...
                                         KAPANKAYA
Yedi göller artık bizi bekliyordu... Yolda Kapan Kaya Seyir terasında panorama fotoğraf tekniğini uygulamak için birkaç poz denemesi yaptım... Çekimlerimin sonucunu oldukça merak ediyordum...

Artık kuzeyden Güney yönüne yönelip rakım 1300’ lerden 800’ metrelere doğru alçalmaya başlamıştı ki karşılaştığımız altın sarısı ile kızılımsı renk cümbüşünün kendini göstermeye başlaması az önce ki tüm karamsarlıkları alıp götürmeye başlamıştı...Yedigöller’in önemi demek ki konumundanmış? Kar oldukça az ama soğuk...


İlk iş çadırlarımızı kurmak oldu... Gülay’la birlikte çadırı kurmaktan çok gece bu çadırın içinde nasıl yatacağımızı düşünmeye başladık, keza rutubette göz önüne alındığında havanın eksi 6-10’ lara düşeceğini tahmin edebiliyordum? Baktık bu düşünce tarzı, doğanın güzelliğini alıp götürüyor... Gülay’la birlikte Düşünce yönümüzü değiştirip etrafımızda ki güzelliklerin ayırdına varmaya koyulduk...


Kahvaltı hazırlıkları başlamış ve hep bir arada yapılmıştı...


Sırada profesyonel bir eda ile bu kez yedi göllerin doğasını elimde ki Canon D60 ile nasıl kadrajlayabilirdim? Fotoğraf çekimi için gezinti daha doğrusu benim için ikinci keşif başlamıştı...


Gezinti esnasında Gülay’ın her zamanki kadraj üstünlüğü kendini fark ettirmeye başlamıştı... Ondan da yardım alarak... Gezi öncesi Sevgili Selahattin Tuncay beyin tavsiye ettiği S. Kelby’ın kitabındaki derslere çalışmanın rahatlığı ile öğrendiğim tekniklerden bazılarını denemeye başladım...


Bu yıl, yedi göllere bu iş için gelen foto tutkunlarının; hangi ruh halinde olduklarını, çekim esnasında, Makina +Tripod+ Doğa’dan başka bir şeyi aralarına kabul etmediğini! O denli odaklanma ve yoğunlukla çalışılması gereken bir iş olduğunu daha iyi anladım...


Ancak bu düşünceyi, kısıtlı da olsa Gülay’la birlikte hızlandırdık diyebilirim... Fotoğraf çekmenin keyfine Yedi Göllerde vardım diyebilirim... Kısacası neden burası bu denli ısrarla fotoğrafçılar tarafından neden tercih edildiğini daha iyi anlamış oldum...


Bu arada zor koşullar altında ki doğa yürüyüşü, dağcılık gibi doğa etkinlikleri ile fotoğrafçılık arasında ki bağı felsefi yaklaşımla benzer bulmaktayım...


Şimdiye kadar anlatmak istediğim ve “o an” olarak vurguladığım; doğada özellikle zor koşullarda ki dağcılık ve doğa yürüyüşlerinde “beklenmeyen ve bilinmeyenlerle” kısacası “belirsizlikle” ilgili yaşananlar “ o an’a” ve o an’ı yaşayanlara aittir...


Fotoğrafçılıkta da; kayda geçirilen “an” ile fotoğrafa bakılan şimdiki an arasında bir uçurum bulunur...


Öncelikle Fotoğrafçının yaşadığı da “o an” dır. O “an”ı yaşar ve içselleştirir... Fotoğrafçının hangi anın fotoğrafının çekileceğini tercih etme kararını ortaya çıkaran da, genellikle sezgisel ve çok hızlı bir nitelik taşıyan bir okuma ve reaksiyondur...


Ancak fotoğrafa bakan ile aynı etki ve tepkiyi beklemek biraz saf dillilik olur düşüncesindeyim...


Bakın bu konuda dünyaca ünlü sanat eleştirmeni John Berger ile yine ünlü Fotoğrafçı Jean Mohr nasıl düşünüyor...

”Fotoğraf öyle bir buluşma noktasıdır ki, orada fotoğrafçının, fotoğraflanan şey ya da kişinin, fotoğrafa bakanın ve fotoğrafı kullananların çıkarları genellikle birbirlerininkiyle çelişir. Ve bu çelişkiler, fotoğrafik görüntünün doğal belirsizliğini ya gizlemeye ya da artırmaya yarar.”


-Düşündüğüm benzerlikler ile farklılıklar böyle... Ama tüm bu felsefi yaklaşımları nereye bağlayacağımı merak ediyorsunuzdur?


-Evet! Deyişinizi duyar gibiyim?

-Şimdi düşüncelerimi sıralıyorum...



-Birincisi: Benzerlik taşıyan gerek doğada zor ve belirsizliğin kaçınılmaz olduğu koşullarda yapılan ekip işlerinde de... Ekip bireylerinin aynı motivasyon ve dayanma, katlanma düzeyinde olması gerekliliğine,


-İkincisi: Yaşayanlarla yaşamayanlar arasında mutlaka farklılıklar olacağına inanıyorum...


Bu anlattıklarımın paralelinde Rota grubunda gün sonrası olaylar nasıl gelişti...


Akşama doğru havanın daha da artan soğuğu ile... Ateş başında... Sucuk ekmek...

Ve sohbet... Unuttuğum diğer bir şey de kahkahaların bir biri ardına atılması...

Bu kahkahalara eşlik eden ormanda ki ağaçların yapraklarını konfeti gibi başımızdan aşağı dökmeleri...


Her dökülen rengi sarıdan kızıla dönüşen ve hüzünden çok olgunluğu betimleyen yaprakların; her bedenime değişinde olgunluk enerjisini ve birikimini de bana aktardığını...

Hüzünden çok olgunluk ve deneyim enerjisinin ruhumu şekillendirdiğini, başımda ki fener ışığının netleştirdiği soluğumun buharında; bedenimdeki tüm hüzünlü düşüncelerin toparlanıp, altın ışıklara ve yansımalarına dönüşünü görebiliyordum...


Ekipte Sevgili Zühre’nin, geceye damgasını vuran diğer beklenilmeyen müjdesi de şömine başında sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek,

YENİ YIL KUTLAMASINA BENZER ... Şarkılar, Sohbetler, Mısır patlamaları ve kısa süreli uyuklamalarla dolu dolu geçecek bir mekânı ayarlaması idi...


Geceye damgasını vuran doğal olarak bana göre; tüm yeni arkadaşlar dâhil tüm etkinliklere katılmaları idi...

Ancak...İçimizde en gençlerden Seçkin’in bile Hep birlikte söylediği... Fransızca şarkılardan Cristian Adam’ın “Si tu savais combien je t’aime” ( Düğünümüzde salonuna girerken ilk çalan ve dans ettiğimiz müzik) ile

Adamo’nun “Tombe la neige” parçalarına... Ahmet’in arkadaşı Fransız Nathalie’nin Fransız kalmasıydı...(Sanırım kırmadım?)


Sabah saat üçte çadırlara vardığımızda karşılaştığımız manzarayı sanırım tahmin ediyorsunuzdur?

Bastığımız toprak donmuş... Isı yaklaşık -6-9 derece Kendi donanımımız 0 dereceye göre planlanmıştı...

Artık nasıl sabah oldu veya oldurduk bilemiyorum?

Yine de uyku tulumu içinde döne döne uyuduğumu Gülay söyledi... Sabahın ilk ışıkları ile birlikte erken uyanan veya uyuyamayanlarla Gün aydınlaştık...

Böylesine bir soğukla karşılaşmamıza rağmen tüm yüzler gülüyor... Hatta şakalaşabiliyorduk...

 
Beklenen de, İşte bu idi...


Kahvaltı sonrası... Bu kez sırada Mengen... Yol üzerinde ki “Hindiba pansiyonu “ görecek ve buradan Gerede, Bolu üzerinden Mudurnu’ya “Sünnet Gölüne” gidecektik...

Nitekim öyle de oldu... Sünnet gölünde ki moladan sonra Göynük’te muhteşem yöresel yemeklerini yedikten sonra İstanbul’a dönüş başladı...


Usumda; hala... Öylesine bir yaprak sağanağı altındaydım ki... Karşılaştığımız kar beyazının mutsuzluğunu, salınımları ile alıp götüren, renkleri sarıdan kızıla hatta toprak rengine dönüşüp toprakla buluşma seremonisini tamamlamadan görselliği ve bedenimize değmesi ile üzerinde ki olgunluk enerjilerini ruhumuza katan ve şekillendiren bir güz sağanağı ...


Teşekkürler... Rota... Teşekkürler... Bu etkinliği planlayıp uygulayan Zühre ve emeği geçenlere ve de tüm ekip arkadaşlarına...


GÜLAY&MEHMET YÜCEBİLGİÇ


12-13 KASIM 2011


YEDİGÖLLER-BOLU

12 Ekim 2011

TOROSLARIN BÜRÜCEK YAYLASI VE TARİHTE YAŞANANLAR...


POZANTI_BÜRÜCEK_TEKİR_GÜLEK… TARİHİ KORİDOR…


Bürücek Yaylası: Orta Toros dağlarının iki kolu, Bolkarlarla Aladağların birbirlerine Pozantı –Tekir arasında yanaştığı; Akdağ’ın yamaçlarına yamanmış, Adana’nın sarı sıcaklarından kaçan hali vakti iyi olan Adana’lıları serin bağrında konuk eden tabiat ananın coştuğu bir yayla…Bürücek yaylası…


Annemin doğa sevgisini aşıladığı yayla… Ancak Yayla derken… Adana’lılardaki yayla anlayışı, genel anlamda ki yayla anlayışından farklı, koyun, kuzu beslenip yağ, yün elde edilmiyor…Bu yaylalardan, Adana’nın sarı sıcaklarından kaçmak için yararlanılıyor…


Sevgili annemin yadigarı yayla yerimize…2003 yılında annemi kaybettikten sonra ilk kez gelebiliyorum…Adana’dan Bürücek’e doğru yolculuk esnasında… Doğal olarak annem ve çocukluğum geliyor aklıma, Göğüsgerenin otobüsü ile dört saatte yaylaya gelişimiz… Hem de iki üç kez mola verilerek…


“Gülek boğazının” darlığı içime ürperti verirdi… Ta ki Pozantıya kadar ki aman vermez virajlar…Torosların dar ve virajlı yollarına bir de otobüsün benzin kokusu karışınca hiç sormayın, otobüsün yarısı özellikle çocuklar kusmaya başlardı…


Sonra Tekir yaylası, içinden geçip Bürücek’e doğru yöneldiğimizde ; Annemle birlikte ellerimizde Tekir’deki göçerlerden aldığımız; tavuk ve horozlarla eve kadar yaya dönüşümüzü anımsadım…Hayır… Hayır anımsamadım…Tekrar yaşadım… Ya!...”Bürücek Çarşısında” ki “Kösenin oyunları ile” ateş başında kutlanan 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI etkinlikleri…Şimdi masal gibi geliyor..
Çarşıda ki,dernek yanındaki ulu çınar ağacının birbirine kaynamış dalı aynen duruyor...

Aynı şekilde çarşıdaki kahvehanenin içindeki çınar ağacının dalları da kaynamış durumda doğallığını koruyor...
Bürücek Yaylasında acaba değişiklik var mı? Doğa tahrip edilmiş mi ? Diye düşünürken yıllar önce yapamazlar, yıktırırlar dedikleri, ormanın kalbine bıçak gibi saplanmış apartmanın yapıldığını gördüm…Üzülmemek elde değil…
Neyse…Anılar zaman geçtikçe silineceğine, bende daha da belirginleşmeye başlamıştı…
Özellikle içinde “annem” olanların arınarak süzüle süzüle günümüze dek eriştiği ise başka bir gerçekti…


Çocukken dahi…Orman içinde yürürken hep tarihteki Bürücek’i ve Pozantı ile Gülek’e kadar kıvrıla kıvrıla uzanan vadiyi merak ederdim…


Sonraki yıllar… Bu merakımdan hiç birşey kaybetmedim…Yaptığım araştırmalardan bazılarını dikkatinizi çeker ümidiyle sizinle paylaşmak istedim…


M.Ö . 5 nci y.y da Amasya’lı Strabon tarafından yazılmış “Antik Anadolu Coğrafyası” kitabını okuyunca… Merakımın ne denli yerinde olduğunu da öğrenmiş oldum…


“Bölgede Kilikia Pylai : Kilikya kapıları, olarak adlandırılan “Gülek boğazı” yer almakta…

M.Ö. 2000 de Kilikya’lılar Gülek boğazındaki kayaları parçalayıp, Anadolu ile Suriye arasındaki başlıca gidiş-geliş yolunu ve geçidini açtıkları belirtilmekte.Kilikia Pylai (Gülek Boğazı) Helen dilinde Kilikya Kapıları (geçitleri) anlamındadır. (Strabon II 7,9). (1*)

M.Ö. 333’te Asya seferini yapan Makedonyalı Büyük İskender, bu dar boğazı gördükten sonra, güzel talihinden dolayı sevindiği kaynaklarda yer almakta...


Ramsay’a göre;” Gülek Boğazı”nın kaya duvarları o kadar yakındı ki 1833’te Anadolu’ya sefer yapan İbrahim Paşa toplarını geçirmek için bu kayaların bir kısmını açıncaya kadar, yüklü bir deve ancak geçebilirdi.(2*)
2000’li yıllarda ise; Otoyol yapılmadan önce 10m.genişlikte ve 85m. Uzunluğunda idi.

İlk çağlardan bugüne kadar ki geçmiş böyle iken….


Bürücek ve bölgenin tarihi ile ilgili araştırdıklarımı kısa kısa aktarmaya: Özellikle Birinci Dünya savaşı öncesi ve esnasında Adana için çok önemli olan “Kaç Kaç “ olaylarında ki Bürücek’in yeri ile…Milli Mücadelenin kazanılmasında ki etkin rolü…Sonra…Cumhuriyet döneminde ki Bürücek Yaylası ve benim hiç bilmediğim sosyal etkinlikleri…Demirtaş Ceyhun ve Metin Gören’in anılarından, devam etmek istiyorum…


Öncelikle…Birinci dünya savaşı öncesi…Bürücek yaylasına Adana’lıların nasıl göç ettiğini yaşayanların dilinden “Asım Özbilen’in yayımladığı Şahap Azmi Özçakır’ın anılarından”(3*) aynen aktarmak istiyorum…


"Develerle yolculuğu bilir misiniz siz?

Nereden bileceksiniz...

Bunlar benim anılarım, elli yıl öncesiyle ilgili.(Tahminen 1890) Develerle yolculuk, Birinci Dünya Savaşı sonuna dek süre gidiyor.

Bahar gelince, çevremiz zenginleri yayla hazırlıklarına başlarlardı. Yaylamız, Torosların göbeğindeki 'Bürücek' idi.


Yaylamız Bürücek, Adana'dan yüz kilometre uzaklıktaydı. Gülek Boğazı'nı geçince, Tekir yaylasına çıkınca Bürücek karşıda görünürdü. Yaylamızda kırk ev vardı. Büyüklü - küçüklü ve bağlı - bahçeli.
Develerle Göçe dönelim yine.

Birkaç aile, önceden anlaşarak, yolculuğa birlikte çıkarlardı. Bir de gelenek vardı: Gösteriş. Develere, ayaklarına dek uzanan ziller bağlanırdı. Başlarına da süslü başlıklar.


Baharla sıcaklar çökerdi Çukurova'nın üstüne. Yine de göç sabahın erken saatlerinde başlardı. Çan ve zil sesleriyle mahalle ayağa kalkardı. Aslında günün sıcağında yola çıkmak doğru değildi. Değildi ama, gösteriş geleneği de çiğnenemezdi ya... Mahallede bir gürültü, bir patırtı. Seyirler, helalleşmeler, uğurlamalar...


Erkekler avcı elbiselerini giyerlerdi. Süslü eğerli atlarına binerlerdi. Çifteleri, fişeklikleri omuzlarında.


Deve katarlarının önünde bir merkep bulunurdu. Öncü gibi…Yürüyüş konaklanarak devam eder. Böylece konak yerine varılır. Burası bir pınar başıdır. Gölgeliktir. Düzlüktür. Develerden inilir. Denkler çözülür. Çadırlar kurulur, ateşler yakılır. Yenilir, içilir. Gece yarısına dek istirahat edilir.


Sonra çadırlar sökülür, denkler yüklenir, ateşler söndürülür ve katar yola düzülürdü.

Böylece dört kez konaklamadan sonra, dördüncü günün sabahında yaylamıza kavuşabilirdik."



Bire bir anlatım ne ise yukarıdaki metni aynen almak istedim…Aynı düşünce ile…Birinci Dünya Savaşı esnasında Bürücek’te yaşaşananları anlatması açısından oldukça etkilendiğim bir bölümdür… Yine anlatan Merhum Şahap Azmi Özçakır’dır.


“1330 (1914) yılında İstanbul Sultanisinden (lise) mezun oldum. Yaz tatilini geçirmek üzere, memleketim Adana'ya dönerek anama, babama ve bir düzineyi bulan kardeşlerime kavuştum.


Osmanlı İmparatorluğunun siyasi ve askeri durumunda ve halk çoğunluğu arasında bir fevkaladelik görülmüyordu. Herkes işlerinde güçlerindeydi. 19 - 20 yaşlarında olan bizler ise Toroslardaki Bürücek yaylamızın çam, ladin ve çeşitli ağaçların süslediği ormanlarında, buz gibi suların fışkırdığı derelerinde, zümrüt yeşili yamaçlarında dolaşıyor, bir yandan da yüksek öğrenimimize hazırlanıyorduk.


Dünya barut fıçısı üstünde olunca yaylacıda huzur kalır mı? Aklı başında olanlar Adana'dan haberler beklemekteydi. Öyle ki, her an gözler Gülek Boğazı yönündeydi. Belki bir yolcu, belki bir haberci gelir diye...

Sıcak bir Temmuz günüydü. Biri bağırdı:

- Tekir'den bir kıratlı geliyor!..


Evlerimize koşuştuk, dedelerimizden kalma tek gözlü ve açıldığında bir metre kadar uzayan dürbünlerimizi alarak yolcuyu ormanlar arasında izlemeye koyulduk. Sonunda yolcu geldi. Kırat soluk soluğa ve kan ter içindeydi. Yolcu dediğimiz de, yaylamızdan, nüktedanlığı ile tanınmış rahmetli Arnavut Hüseyin Efendi'ydi. Atından inmesine fırsat vermeden etrafını sardık Hüseyin Efendi'nin.

Bir komutan gibi dimdik duruyordu, üzengiler üzerine ağırlığını vererek:
- Mektup falan beklemeyin benden, dedi. Sizler burada, dünya ile ilişkileri kesilmiş insanlar, haydin bakalım hepiniz Adana'ya. Umumi Seferberlik ilan edildi.


Şehirde, köylerde davullar çalıyor. 1305 (1889) doğumlulara kadar yarın, 1306 - 1310 (1890 - 1894) doğumlular da birkaç güne kadar askerlik şubelerine başvuracaklar...





Hüseyin Efendi atından indi. Aldık bir kenara, üşüştük etrafına. Yaşlılar bir tuhaftı. Biz gençlerin yüzleri gülüyordu. Seferberlik, cephe, düşman ve dövüşecektik öyleyse...


Hazırlığımız bütün gece sürdü. Azıklarımız, giyeceklerimiz ve atlarımız, hepsi, hepsi hazırdı. Şafakla ilk 53 kişilik kafilemiz hareket etti. Günlerce süren göç yolculuğumuzu bu kez bir günde tamamladık. Bütün bir tek günde. Adana'ya vardığımızda minarelerden yükselen yatsı ezanı, kutsal nağmelerini kalplerimize perçinliyordu.”(3*)
Adana ve bölge için…Unutulmaması gereken tarih; Fransızların işgal tarihi olan
“24 Aralık 1918 dir… 1918 ve 1919 yılında Ermeni mezalimi, soykırımı o denli artar ki…Adana’lı çoluk çocuk…Dört gün boyunca Toroslara kaçar… Kaçılan alanlardan biri de Bürücek Yaylasıdır…
Bu olaya tarihte “Kaç Kaç” olayı denir…(rahmetlik nenemden de çok dinlemiştim.) Bu olaydan kısa bir süre sonra…
“5 Ağustos 1920” de Ulu Önder Mustafa Kemal ve Mareşal Fevzi Çakmak; karargahı ile Pozantı’ya gelir ve “Pozantı Kongresini” yapar.


Tarihteki önemini vurguladığım… Gülek Boğazı; Fransız Komutan Menil Emir komutasındaki Ermeni taburu tarafından tutulmakta ve Türk’lerin Adana ile irtibatının kesilmesine yol açmaktaydı…Fransız Komutan Menil, Yeni teşkil olan Türk Kuvayı Milliye kuvvetlerince bozguna uğratılır ve Kar boğazı/Tekir bölgesinde esir alınır…
                                     KAR BOĞAZI-TEKİR
İşte Kuvayı Milliyenin bu başarılarından sonra Fransızlar yenilgiye uğramaya ve çekilmeye başlar ve 20 Ekim 1921 de TBMM resmen tanınmasına neden olur…(5*)


Şimdi, sırada bu kez canlı tanıklardan Futbol Dünyasının ünlü anlatıcılarından Metin Gören’in kaleme aldığı anı var: Ünlü Yazar ve Romancı Demirtaş Ceyhun…Harbiye’de okuduğum yıllarda; Adana/Bürücek’e gidemediğim zaman “Bürücek Yaylası” hakkındaki anı-yazıları ile teselli bulduğum Demirtaş Ceyhun’a ait anılar…(4*)

Bu kez, olduğu gibi değil benim ilgimi çok çeken satır başlıklarını sorular halinde yazacağım…


• “Bürecek Spor” futbol takımını hiç duydunuz mu? O zaman haberiniz olsun!


• Antrenörü…Ünlü yazar Demirtaş Ceyhun…Menajeri…Ünlü kebapçı Çolak Bayram usta…


• Farklı skorla…Yendikleri Takımın adı? Pozantı Spor…Hem de Pozantı’da.


• İki kamyon dolusu Bürücek’li taraftarla…Tam bir saatte varmışlar…Bürücekten Pozantıya…


• Bürücek Spor Futbolcularını kendine getirmek için…Demirtaş Ceyhun’un ürettiği slogan ne idi?


• BÜ-BÜ-BÜ-RÜ-RÜ-RÜ-CEK-CEK-CEK…


• BÜRÜCEK-BÜRÜCEK-BÜRÜCEK…

 
İnsan belirli bir erginliğe ulaşınca… Özellikle sanallaşan ve gittikçe soyutlaşan günümüzde, insani duygularının ne kadarını koruyabildiğini veya seviyesini ölçebilmek için; doğallığın bozulmadığı ve kendi ruhunun derinliklerine inebileceği yerlere ihtiyaç duyar… Bürücek Yaylası işte böyle bir yer…


Uzun yıllardır Bürücek Yaylası ve tarihteki yeri hakkında merak ettiklerimi sizlerle de paylaşmak istedim… İçimde ki his “iyi ki “ paylaştım… Diyor…


Son söz olarak; Bürücek Yaylası; benim için; Sevgili annem tarafından ilk doğa sevgisi ve tutkusu dersinin verildiği yer olarak aklımdadır…


Tüm Bürücek güzelliklerini yaşayıp ruhları hala Bürücek üzerinde dolaşanların…Ruhu şad olsun…


Mehmet YÜCEBİLGİÇ


2011 EYLÜL 23/24 BÜRÜCEK




Faydalandığım Kaynaklar:


(1*)Antik Anadolu Coğrafyası: Yazan Strabon M.Ö. 5 nci yüzyıl


(2*)Şahin Özkan (Gülek Boğazı -Gülek Yazıtı - Gülek Efsanesi - Araştırmacı Yazar )


(3*)Asım Özbilen’in yayımladığı Şahap Azmi Özçakır’ın Harp Anıları”


(4*)Metin Gören; Yazar , Bütün Dünya Dergisi


(5*)Türk İstiklal Harbi Tarihi: Türk Genel Kurmay Başkanlığı Yayınları.